ABD’nin en önemli diplomatlarından sayılan Henry Alfred Kissinger’ın 1994 yılında çıkarmış olduğu anıtsal kitabı “Diplomacy” 2004 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Türkçeye çevrilip yayınlanmıştır. Kitap, modern uluslararası ilişkiler ve diplomasi sistemini Kissinger’ın kişisel perspektifinden anlatımı olarak görülebilir. 1950’de Harvard College’dan birincilikle mezun olan Kissinger, 1954’ten 1969’a kadar Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi, 1952’den 1969’a kadar da Harvard Uluslararası Seminer’in Direktörlük görevini yapmıştır. Amerika’nın 56. Dışişleri Bakanı olarak 22 Eylül 1973 tarihinde yemin ederek göreve başlayan ve bu görevini 20 Ocak 1977 tarihine kadar sürdüren Kissinger, bunun yanı sıra 1969-1975 arasında, Başkan’ın Ulusal Güvenlik İşleri Yardımcılığını da yapmış, 1973’te Nobel Barış Ödülü’nü, 1977’de Başkanlık Özgürlük Ödülü’nü, (Amerika’da sivillere verilen en büyük ödül) ve 1986’da Hürriyet Madalyası Ödülü’nü almıştır.
Bir başka göz kanatan, okuması haftalar alan kitabı boyunca, diplomasi sanatının inceliklerini ve güç dengesinin, yaşadığımız dünyayı nasıl yarattığını açıklayan Kissinger, ayrıca dünya liderleriyle olan kişisel görüşmelerine de ağırlık veriyor. Türkçe baskısı 31 bölüm ve 939 sayfadan oluşan kitap bazı bölümleri konsolide edilerek incelenecektir.
Bu anlamda; kitabın aynı konulara işaret ettiği bölümleri birleştirerek özetini çıkarmak, konunun bütünselliğini bozmamak açısından da faydalı olacaktır.
Yeni Dünya Düzeni
Bir başka göz kanatan, okuması haftalar alan kitabı boyunca, diplomasi sanatının inceliklerini ve güç dengesinin, yaşadığımız dünyayı nasıl yarattığını açıklayan Kissinger, ayrıca dünya liderleriyle olan kişisel görüşmelerine de ağırlık veriyor. Türkçe baskısı 31 bölüm ve 939 sayfadan oluşan kitap bazı bölümleri konsolide edilerek incelenecektir.
Bu anlamda; kitabın aynı konulara işaret ettiği bölümleri birleştirerek özetini çıkarmak, konunun bütünselliğini bozmamak açısından da faydalı olacaktır.
Yeni Dünya Düzeni
XVII. yüzyılda Kardinal Richelieu’nün yönetimindeki Fransa, uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir. XVIII. yüzyılda, Büyük Britanya, sonraki 200 yıl boyunca Avrupa diplomasisine egemen olan güç dengesi kavramını geliştirmiştir. XIX. yüzyılda, Metternich’in Avusturya’sı, Avrupa Anlaşması’nı yeniden kurmuş ve Bismarck’ın Almanya’sı da Avrupa diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa döndürerek bu anlaşmayı yıkmıştır.
Güç dengesi sistemi, krizleri, hatta savaşları önlemek iddiasında değildir. Düzgün işlediği zaman, hem bir devletin diğerlerini egemenliği altına alma arzusunu, hem de anlaşmazlıkları sınırlamak amacındadır. Bu sistemin amacı barıştan çok istikrarın ve aşırılıklardan kaçınmanın sağlanmasıdır. Bir güç dengesi düzenlemesi, tanımı gereği uluslararası sistemin her üyesini tatmin edemez. Fakat hoşnut olmayan tarafın hoşnutsuzluğu, uluslararası düzeni bozmaya kalkışacağı düzeyin altında kaldığı sürece, sistem en iyi şekilde çalışmış demektir.
Adam Smith, Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations) kitabında, “görünmeyen bir elin” bencil kişisel ekonomik eylemleri damıtarak, bunu genel ekonomik refaha dönüştürdüğünü söylemektedir. Madison, Federalist Yazılar’da, kendi çıkarlarını bencilce savunan birçok politik “hizbin”, yeterince büyük bir cumhuriyette, sonunda bir çeşit otomatik mekanizma yoluyla bir iç uyum yaratabileceğini savunmuştur. Montesquieu tarafından algılandığı ve Amerikan Anayasası’nda somutlaştığı biçimiyle, kuvvetler ayrılığı ve kontrol ve denge (checks and balances) kavramları da aynı görüşü yansıtmaktadır.
Amerikan liderleri, kendi değerlerini o kadar doğal bir şeymiş gibi kabul etmişlerdir ki, bu değerlerin başkalarına ne kadar devrimci ve her şeyi yerinden oynatacak nitelikte göründüğünü kavrayamamışlardır. Ahlaka uygun hareket etme ilkesinin uluslararası uygulamalarda da tıpkı bireyler arasında olduğu gibi geçerli olduğunu başka hiçbir toplum ileri sürmemiştir ki, bu fikir Richelieu’nün (raison d’état) Ulusal Güvenlik Çıkarının tam karşıtıdır. Amerika’ya göre, savaşı önlemek diplomatik meydan okuma olduğu kadar, hukuki bir sorundur ve Amerika’nın karşı çıktığı bu tür bir değişme olmayıp, değişmenin sağlandığı yöntem, özellikle de kuvvet kullanmadır. Bir Bismarck veya bir Disraeli, dış politikanın, içerikten çok yönteme ilişkin olduğu fikrini eğer anlayabilselerdi, bunu çok saçma bulurlardı. Dünyada hiçbir ulus, Amerika kadar kendini ahlaki değerlerle bağlamış değildir. Dünyada başka hiçbir ülke, tanımı gereği mutlak olan değer yargıları ile bunların uygulanması gereken somut durumlar arasındaki boşluğu doldurmak için kendine bu kadar eziyet etmemiştir.
Soğuk Savaş sonrası dünyada, gücün çeşitli unsurlarının, daha uyumlu ve daha simetrik bir şekilde büyümeleri almaları olasıdır. Birleşik Devletler’in göreceli askeri gücü zamanla azalacaktır. Belirgin bir düşmanın olmaması, kaynakların savunmadan diğer öncelikli alanlara doğru yönelmesi için iç baskıları ortaya çıkaracaktır ki, bu süreç halen başlamış durumdadır. Bu eğilimler, Amerikan egemenliğinin gittikçe azaldığı ekonomi alanında daha da belirgin olacak ve Birleşik Devletler’e meydan okuma daha güvenli sayılacaktır.
XXI. yüzyılın uluslararası sistemi, görünüşte bir karşıtlıklar sistemi olacaktır: Bir tarafta bölünmeler, diğer tarafta ise, giderek artan küreselleşme. Devletler arasındaki ilişkiler düzeyinde ise, yeni düzen, Soğuk Savaş’ın kati kalıplarından çok XVIII. ve XIX. yüzyıl Avrupa devlet sistemine benzeyecektir. Yeni düzen, en az altı büyük güçten –Birleşik Devletler, Avrupa, Çin, Japonya, Rusya ve olasılıkla Hindistan– ve küçük ve orta büyüklükteki birçok devletten oluşacaktır.
Modern dünyanın çok devletli bir sistemi işleten tek parçası olan Avrupa, ulus-devlet, egemenlik ve güç dengesi kavramlarını yaratmıştır. Bu kavramlar üç yüzyılın büyük bölümünde uluslararası uygulamalara egemen olmuştur. Ancak artık Avrupa’nın eski raison d’état uygulayıcılarından hiçbirisi ortaya çıkan yeni uluslararası düzende önemli rol alacak kadar güçlü değildirler. Bu göreceli zayıflıklarını dengelemek için birleşmiş tek bir Avrupa yaratmaya çalışmaktadırlar ki, bu çaba enerjilerinin büyük bölümünü tüketmektedir. Başarılı olsalar bile küresel sahnede birleşmiş tek Avrupa’nın küresel sahnede işlemesi için hazır, otomatik olarak uygulanabilecek bir kılavuz yoktur; çünkü daha önce böyle bir siyasi oluşum hiçbir zaman var olmamıştır.
Bütün tarihi boyunca Rusya özel bir durum oluşturdu. Rusya, Fransa ile Büyük Britanya, durumlarını sağlamlaştırdıktan çok sonra, Avrupa sahnesine girmiş ve Avrupa diplomasisinin geleneksel prensiplerinden hiçbirisi onun için geçerli olmamıştır. Üç farklı kültür alanına komşu olan Rusya –Avrupa, Asya ve İslam Dünyası–, bu üç grup insandan oluşan nüfusu ile hiçbir zaman Avrupa’nın anladığı anlamda bir ulus-devlet olamamıştır. Yöneticileri tarafından komşu ülkelerin toprakları, kendi topraklarına katılan ve bu suretle devamlı sınırları değişen Rusya, herhangi bir Avrupa ülkesi ile kıyaslanamaz büyüklükte dev bir imparatorluk olmuştu. Üstelik, her yeni fetihle topraklarına yeni, huzursuz ve Rus olmayan âsi etnik gruplar katılmış ve devletin karakteri de değişmiştir. Rusya’nın kendisini, dış güvenliğine yönelebilecek olası bir tehditle ilgisi olmayan büyüklükte dev ordular beslemek zorunda hissetmesinin nedenlerinden birisi de budur. Saplantılı güvensizlik duygusu ile coşku ve Avrupa istekleri ile Asya’nın çekici yönleri arasında bocalayan Rusya, Avrupa dengesinde her zaman bir rol almıştır; fakat duygusal olarak hiçbir zaman onun bir parçası olmamıştır.
Çin, XIX. yüzyıldan önce, hiçbir zaman kendisine kafa tutacak güçte bir komşuya sahip olmamıştır ve böyle bir devletin ortaya çıkabileceğini de düşünmemiştir. Dışarıdan gelen işgalciler Çinli hanedanları devirmişlerdir; ancak Çin kültürü içinde öyle bir şekilde kaybolmuşlardır ki, sonunda Orta Krallık geleneklerini devam ettirmişlerdir. Çin XIX. yüzyılda Avrupa sömürgeciliğinin aşağılanan bir süjesi olduktan sonra, tarihinde görülmemiş bir şekilde son yıllarda yeniden II. Dünya Savaşı’ndan bu yana çok kutuplu dünya sisteminde ortaya çıkmıştır.
Japonya da kendisini dış dünyayla olan bütün ilişkilerden uzak tutmuştu. Japonya, 1854’te Kaptan Matthew Perry tarafından açılana kadar, geçen beş yüzyıl boyunca, ne barbarları birbirlerine karşı dengelemeye, ne de onlar için Çinlilerin yaptığı gibi ikinci sınıf ilişkiler yaratmaya tenezzül etmişti. Dış dünyadan soyutlanmış olan Japonya, kendine özgü gelenek ve göreneklerinden gurur duymuş, askeri geleneğini iç savaşlarla tatmin etmiş, iç yapısını ise, kültürünün dış tesirlerden hiçbir şekilde etkilenmeyeceği, kendi kültürünün üstün olduğu ve diğer kültürleri özümlemek yerine, onları bir gün yeneceği inancına dayandırmıştır. Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği, kendisi için sürekli bir güvenlik tehdidi oluştururken, Japonya dış politikasını binlerce mil ötedeki Amerika’yla birlikte tanımlayabilmiştir. Sorunlarının bolluğuyla yeni dünya düzeni, geçmişiyle bu derece gurur duyan bu ülkeyi, tek bir müttefike dayanma politikasını yeniden gözden geçirmeye mecbur edecektir. Japonya, Asya güç dengesine karşı Amerika’dan daha hassas olmak zorundadır. Çünkü farklı bir yarımkürede üç değişik yöne bakmaktadır –Atlantik’e, Pasifik’e ve Güney Amerika’ya–. Japonya için, Çin, Kore ve Güneydoğu Asya, Birleşik Devletler’den daha farklı bir önem kazanacak ve Japonya, daha bağımsız ve daha kendine has bir dış politika başlatacaktır.
Güney Asya’da büyük bir güç olarak ortaya çıkan Hindistan’a gelince, bu ülkenin dış politikası pek çok yönüyle Avrupa sömürgeciliğinin en iyi günlerinin son izlerini taşımakta ve eski kültürün gelenekleri ile yoğrulmuş bulunmaktadır, İngilizlerin gelişinden önce, bu ülke, bin yıldır tek bir politik birlik olarak yönetilmemiş durumdadır, İngilizlerin sömürgeleştirmesi küçük askeri kuvvetlerle gerçekleştirilmiştir. Büyük nüfusunu doyurma savaşı ile uğraşan Hindistan, Soğuk Savaş esnasında Bağlantısızlık hareketi ile kendini oyalamıştır. Fakat artık uluslararası politika sahnesinde büyüklüğüyle uyumlu bir rol alması gerekmektedir.
Geçmişe bakacak olursak, bütün uluslararası sistemlerin kaçınılmaz bir simetrileri olduğunu görürüz. Bu sistemler bir kez kurulunca başka tercihler yapılmış olsaydı, tarihin nasıl bir gelişme göstereceğini veya diğer tercihlerin yapılmasının olası olup olmadığını saptamak çok zordur. Oluşan sistemlerin en istikrarlıları olan Viyana Kongresi sistemi ile II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler’in empoze ettiği sistem, aynı algılama biçimlerine sahip olma avantajına sahiptirler. Yine de Vestfalya Barış Antlaşması’ndan günümüze kadar olan ve birçok devlete dayanan dünya düzenlerinin yükselişi ve çöküşü, çağdaş devlet adamlarının karşı karşıya bulunduğu sorunları anlamaya çalışırken örnek alınabilecek tek deneyimdir. Tarih çalışmaları gösteriyor ki, otomatik olarak uygulanabilecek bir el kitabı yoktur. Tarih, karşılaştırma yoluyla birbirlerine benzer durumların olası sonuçları üzerine ışık tutar. Fakat her kuşak hangi durumların karşılaştırılabilir olduğuna da kendisi karar vermelidir.
Evrensellikten Dengeye
Tarihçilerin Avrupa güç dengesi sistemi olarak tanımladıkları sistem, Ortaçağ’ın evrensellik umudunun çöküşünden sonra XVII. yüzyılda ortaya çıktı. Bu umut, Roma İmparatorluğu’nun ve Katolik Kilisesi’nin geleneklerini bir araya getiren bir dünya düzeni kavramı getiriyordu. Dünya, göklerin bir yansıması gibi düşünülüyordu. Tek bir Tanrı’nın cennette egemen olması gibi, bir imparator, laik bir dünyayı ve bir papa da Evrensel Kilise’yi yönetecekti.
XVI. yüzyılda Habsburg Hanedanı, imparatorluk tahtındaki iddiasını ortaya koyup, akıllı evliliklerle İspanya tacını ve geniş topraklarını elde edinceye kadar, Kutsal Roma İmparatoru’nun evrensel taleplerini, politik bir sisteme dönüştüremedi. XVI. yüzyılın ilk yarısında imparator V. Charles, imparatorluk otoritesini bir merkezi Avrupa imparatorluğu ümidini artıran bir noktaya kadar canlandırdı. Tam da bu sırada Papalığın Reformasyon’un etkisi altında zayıflaması, egemen bir Avrupa imparatorluğu kurulması ümidini ortadan kaldırdı. Papalık güçlü olduğu zaman, Kutsal Roma imparatorluğu için sürekli bir sorun ve çetin bir rakipti.
Pek az devlet adamı, tarih üzerinde onun kadar etkili olmuştur. Richelieu, modern devlet sisteminin babasıdır. Raison d’état kavramını o yarattı ve kendi ülkesinin çıkan için acımasızca kullandı. Onun gözetimi altında, raison d’état Fransız politikasının temel ilkesi olarak Ortaçağ’ın evrensel moral değerlerinin yerini aldı. Başlangıçta, Habsburgların Avrupa’ya egemen olmasını önlemeye çalıştı. Fakat bıraktığı miras, bundan sonraki iki yüzyıl boyunca haleflerinde, Avrupa’da Fransız üstünlüğünü kurma isteği uyandıran bir mirastı. Bu isteklerin başarısızlığından, ilk önce yaşamın bir gerçeği, sonra da uluslararası ilişkileri örgütleme sistemi olarak bir güç dengesi kavramı ortaya çıktı. Richelieu 1624’te, Habsburg Kutsal Roma imparatoru II. Ferdinand’ın, Katolik dininin evrenselliğini canlandırmaya, Protestanlığı ezmeye ve Orta Avrupa prensleri üzerinde imparatorluk otoritesi kurmaya çalıştığı bir dönemde işbaşına geldi. Bu süreç, yani karşı-reformasyon, 1618’de Orta Avrupa’da patlak veren ve insanlık tarihinin en acımasız ve en yıkıcı savaşlarından birine dönüşen Otuz Yıl Savaşları’na yol açtı.
Richelieu’nün karşıtı olan imparator Ferdinand neredeyse kesin olarak raison d’état’yı hiç duymamıştı. Duymuş olsaydı bile, bunu küfür sayarak reddedecekti; çünkü kendi laik misyonunu Tanrı’nın iradesini yerine getirmek olarak görüyordu ve Kutsal Roma imparatoru unvanındaki “kutsal” kelimesini, daima üzerine basarak söylerdi, ilahi amaçlara, ahlaki araçlardan başka bir şeylerle ulaşılabileceğini asla kabul edemezdi. Kardinal için olağan şeyler olan Protestan İsveçlilerle veya Müslüman Türklerle anlaşma yapmak gibi bir şeyi asla düşünemezdi.
Dinsel ateş ve ideolojik fanatizmin hâlâ egemen olduğu bir yüzyılda, ahlaki koşullardan arındırılmış, serinkanlı bir dış politika, çölde üstü karla kaplı Alp Dağı’nı bulmak kadar olmayacak bir şeydi. Richelieu’nün amacı, Fransa’nın etrafının sarılmışlığına bir son vermek, Habsburgları tüketmek ve Fransa’nın sınırlarında, özellikle de Alman sınırında büyük bir gücün oluşmasına engel olmaktı. Anlaşma yapmak için tek kriteri, Fransa’nın çıkarlarına hizmet etmesi idi. Nitekim önce Protestan devletlerle, sonra da Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile anlaşma yaptı. Savaşı uzatmak ve savaşanları tüketmek için düşmanlarının düşmanlarına para yardımları yaptı, ayaklanmaları kışkırttı, para ile destekledi, hanedan kavgaları ve hukuki anlaşmazlıklardan oluşan olağanüstü bir mekanizmayı harekete geçirdi. O kadar başarılı oldu ki, 1618’de başlayan savaş onlarca yıl sürüp gitti. Sonunda tarih, bu savaşlara daha uygun bir isim bulamadığı için uzunluğundan dolayı Otuz Yıl Savaşları dedi.
Almanya harap olurken, Fransa bir kenarda bekledi. 1635’te, savaşan tarafların tükenmişliği, bir defa daha düşmanlığın son bulmasına ve bir uzlaşma barışı yapılmasına sebep oldu. Richelieu’nün Fransız Kralı’nın, Habsburg İmparatoru kadar güçlü olana kadar uzlaşmada hiçbir çıkarı yoktu. Savaşın on yedinci yılında, amacına ulaşmak için Protestan prenslerin yanında kavgaya girmenin gerekliliğine hükümdarını ikna etti ve bunu da Fransa’nın gittikçe büyüyen gücünü kullanmak için bundan daha iyi fırsat olamayacağına dayanarak yaptı.
Richelieu’nün Orta Avrupa tarihi üzerindeki etkisi ise, Fransa adına kazandığı başarıların tam tersidir. O birleşmiş bir Orta Avrupa’dan çok korkmuş ve bunun oluşmaması için elinden geleni yapmıştır. Büyük bir olasılıkla, Almanya’nın birliğini iki yüzyıl kadar geciktirmiştir. Otuz Yıl Savaşları’nın ilk evresi, tıpkı İngiltere’nin Normandiyalı bir hanedanın vesayeti altında bir ulus-devlet olması ve birkaç yüzyıl sonra Fransa’nın da Capetlerle aynı yolu izlemesi gibi, Habsburgların da Almanya’yı kendi hanedanlıkları altında birleştirme çabası olarak görülebilir. Richelieu Habsburgları engelledi ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nu üç yüzden çok ve her biri bağımsız bir dış politika uygulamakta özgür prensliğe böldü. Almanya bir ulus-devlet olamadı; küçük hanedan kavgaları ile uğraşırken içine dönük bir devlet oldu. Sonuç olarak, ulusal bir politik kültür geliştiremedi ve Bismark, XIX. yüzyılda Almanya’yı birleştirene kadar, kurtulamadığı bir köylülük içinde dondu kaldı. Almanya birçoğu Fransa tarafından başlatılan Avrupa savaşlarının savaş meydanı haline dönüştü ve Avrupa’nın denizaşırı sömürgecilik akımının da ilk dalgasını kaçırmış oldu. Sonunda birleştiğinde, Almanya’nın ulusal çıkarlarını tanımlamada o kadar az deneyimi vardı ki, bu yüzyılın en kötü trajedilerinin çoğunu o yarattı.
Raison d’état, münferit devletlerin hareket tarzı için bir gerekçe sağladı; fakat dünya düzeni problemine bir çare bulamadı. Raison d’état prensibi, üstünlük kazanma arayışına veya bir denge kurulmasına gidebilirdi. Fakat denge, çok seyrek olarak bilinçli bir planın sonucudur. Genellikle, denge bir ülkenin diğerlerini egemenliği altına almak için giriştiği çabaların frenlenmesi süreci sonucunda oluşur; nasıl ki Avrupa güç dengesi Fransa’yı zapt etme çabası sonucu oluşmuştur.
Kıta üzerindeki denge, dış politikası her şeyden çok dengeyi korumaya endekslenmiş bir devletin sahnede görülmesi ile kuvvetlendi ve gerçekte bu devlet tarafından yönlendirildi, İngiltere’nin politikası, dengeyi düzeltmek için ağırlığını, durum gerektirdikçe zayıftan ve daha çok tehdit edilenden yana koymak idi. Bu politikanın mühendisi, sert ve pratik bir kişi olan Hollanda doğumlu İngiltere Kralı III. William idi. III. William doğum yeri olan Hollanda’da Fransız Güneş Kralı’nın bitmek tükenmek bilmeyen ihtiraslarından çok çekmişti ve İngiltere Kralı olunca, XIV. Louis’nin her hareketinde onu engellemek için koalisyonlar kurmaya koyuldu, İngiltere, raison d’état’sı, kendisini Avrupa’da toprak kazanmaya zorlamayan bir Avrupa ülkesiydi. Ulusal çıkarının Avrupa dengesinin korunmasında olduğunu gören İngiltere, tek bir güç tarafından Avrupa’nın egemenlik altına alınmasını engellemekten başka kendisi için hiçbir şey istemeyen bir ülkeydi. Bu hedefi gerçekleştirmek için uğraşırken, bir egemenlik girişiminin karşısında durmak için her çeşit ülkeler kombinezonuna hazırdı.
Dengeleyici olarak Büyük Britanya’nın rolü, yaşamın jeopolitik bir gerçeğini de yansıtıyordu. Kıtanın bütün kaynaklarının tek bir yöneticinin emri altında harekete geçirilmesi, Avrupa sahillerinin açığında nispeten küçük bir adanın yaşamını sürdürmesini tehlikeye düşürebilirdi. Çünkü böyle bir durumda, çok yetersiz kaynaklara ve nüfusa sahip olan bir ülke olarak İngiltere (Bu, 1701’de İskoçya ile birleşmesinden önceydi), er veya geç bir kıta imparatorluğunun merhametine terk edilmiş olacaktı.
Napoleon savaşları sona erdiği zaman, Avrupa tarihinde ilk kez olarak güç dengesi prensiplerine dayalı bir uluslararası düzen oluşturmaya hazırdı. XVIII. ve XIX. yüzyıl savaşlarından şu öğrenildi ki, güç dengesi Avrupa devletlerinin çatışmasından arta kalan şartlara terk edilemezdi. Genel bir savaşla kesilmeyen yüzyıllık bir uluslararası düzen kuran Viyana Kongresi’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorun ve bu kongrenin başarısı da işte bu iki unsuru birleştirebilmesiydi.
Avrupa Konferansı
Viyana Kongresi’nden sonra, güç dengesi prensibi ile paylaşılan meşruiyet duygusu arasındaki ilişki iki belgede ortaya kondu: Büyük Britanya, Prusya, Avusturya ve Rusya’dan oluşan Dörtlü ittifak ve Doğu Sarayları denilen üç devletle, yani Prusya, Avusturya ve Rusya ile sınırlı Kutsal ittifak. XIX. Yüzyıl başlarında Fransa’ya, tıpkı XX. yüzyılda Almanya’ya bakıldığı gibi, kronik olarak saldırgan ve doğuştan istikrarsızlık yaratan bir güç olarak bakılıyordu. Böylece, Viyana’daki devlet adamları Dörtlü İttifak’ı, herhangi bir Fransız saldırgan eğilimini, daha başlangıçta büyük bir güçle bastırması için oluşturmuşlardır. Galipler, 1918 Versay’da benzer bir ittifak yapmış olsalardı, dünya bir ikinci Dünya Savaşı’nın acısını çekmeyebilirdi.
Bu tarihin akışına ters düşen devleti kurtaran ve politikasını yaklaşık elli yıl yöneten Metternich, on üç yaşından önce Avusturya’yı hiç görmemiş ve on yedi yaşından önce hiç Avusturya’da yaşamamıştı.7 Prens Klemens von Metternich’in babası, o zamanlar bir Habsburg toprağı olan Ren Bölgesi’nin batısındaki toprakların genel valiliğini yapmıştı. Kozmopolit bir kişiliği olan Metternich, Fransızcayı, Almancadan daha rahat konuşurdu. 1824’te Wellington’a şöyle yazıyordu: “Avrupa benim için uzun zamandan beri bir anavatandır, (patrie) Eleştirmenleri, onun erdemlilik kuralları ve parlak veciz sözleri ile alay ederlerdi. Fakat Voltaire ve Kant onun görüşlerini anlarlardı. Aydınlanma döneminin akılcı bir ürünü olan Metternich, kendisini, doğasına yabancı olan devrim mücadelesi içinde ve yapısını değiştiremediği, kuşatma altındaki bir devletin başbakanı olarak buldu.
Metternich’in 1848’de sahneden çekilmesi, Avusturya’nın Viyana düzenlemesini korumak için tutucu çıkarlar birliğini kullandığı ip cambazlığı için de sonun başlangıcı oldu. Açıktır ki meşruiyet, Avusturya’nın jeopolitik pozisyonundaki devamlı gerilemenin veya iç kurumları ile temel ulusal eğilimler arasındaki gittikçe büyüyen uyumsuzlukların bedelini sonsuza kadar ödeyemezdi. Fakat ayrıntıda farklı olabilmek, devlet adamlığının esasıdır. Metternich Doğu sorununu ustalıkla yönetti; fakat yerine gelenler, Avusturya’nın iç kurumlarını zamana adapte etmekte başarılı olamadı ve bu sorunu, Avusturya diplomasisini o sırada yükselmekte olan ve meşruiyet kavramının da sınırlamadığı güç politikası eğilimi ile aynı paralele getirerek çözmeye çalıştılar. Bu, uluslararası düzenin de sonu olacaktı. Böylece, Avrupa Konferansı sonunda, Doğu sorunu örsü üzerinde parçalandı. 1854’te Büyük Devletler, Napoleon günlerinden beri ilk defa savaşa girdiler. Hayret edilecek bir şekilde, tarihçiler tarafından uzun süre anlamsız ve kaçınılabilir bir savaş olarak eleştirilen bu savaş, yani Kırım Savaşı, Rusya, Büyük Britanya veya Avusturya gibi Doğu sorununda büyük çıkarları olan ülkeler tarafından değil, Fransa tarafından çabuklaştırılmıştır.
Henüz yeni bir darbe ile iş başına gelen Fransız İmparatoru III. Napoleon, 1852’de Türk Sultanı’nı, Rus Çarı’nın geleneksel olarak kendisi için ayırdığı bir rol olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların koruyucusu olma payesini kendisine vermeye ikna etti. I. Nikola, meşru olmayan bir türedi olarak gördüğü Napoleon’un, Balkan Slavlarının koruyucusu olan Rusların yerine geçmeye kalkışmasına kızdı ve Fransa ile eşit statü istedi. Sultan, Rus elçisini reddedince, Rusya diplomatik ilişkileri kesti. XIX. yüzyılda İngiliz dış politikasını şekillendiren Lord Palmerston, Ruslardan aşırı derecede kuşku duyardı; Kraliyet Donanması’nı hemen Çanakkale Boğazı’nın dışında olan Besika Körfezi’ne gönderdi. Hâlâ Metternich sisteminin havası içinde olan Çar, diğer Büyük Devletlere atıfta bulunarak: “Siz dördünüz beni belli bir şeye zorlayabilirsiniz; fakat bu, hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Berlin ve Viyana’ya güveniyorum” dedi. Aldırmadığını göstermek için de Moldavya ve Eflak prensliklerinin (bugünkü Romanya) işgalini emretti.
Bir savaştan en çok zararlı çıkacak olan Avusturya, en açık çözüm olan Osmanlı Hıristiyanlarının koruyuculuğunu Fransa ve Rusya’nın birlikte yapmalarını önerdi. Palmerston her iki sonuca da razı değildi. Büyük Britanya’nın pazarlık gücünü artırmak için Kraliyet Donanması’nı Karadeniz’in girişine gönderdi. Bu Türkiye’ye, Rusya’ya savaş ilanı için cesaret verdi. Büyük Britanya ve Fransa da Türkiye’yi desteklediler. Ancak savaşın gerçek sebepleri daha derindi. Dini iddialar, gerçekte politik ve stratejik planların birer bahanesiydi. Nikola, İstanbul’u ve Boğazlar’ı almak gibi eski bir Rus rüyasını gerçekleştirmenin peşindeydi. III. Napoleon, Fransa’nın yalnızlığına son vermek ve Rusya’yı zayıflatarak Kutsal İttifak’ı bozmak için bu durumu fırsat bildi. Palmerston, Rusya’nın Boğazlar’a yürüyüşüne kesin olarak son vermek için bazı bahaneler aradı. Savaşın başlaması ile birlikte İngiliz savaş gemileri Karadeniz’e girdiler ve Rusya’nın Karadeniz filosunu yok etmeye başladılar. Bir İngiliz-Fransız kuvveti, Rusya’nın deniz üssü Sivastopol’ü ele geçirmek için Kırım’a çıktı.
Viyana düzenlemesinin elli yıl yaşamasının nedeni, üç Doğu gücünün –Prusya, Rusya ve Avusturya’nın–, aralarında sağladıkları birliği, devrim kaosunun ve Fransa’nın Avrupa’daki sultasının önünde önemli bir engel olarak görmeleriydi. Fakat Kırım Savaşı’nda Avusturya, (Talleyrand Avusturya için “Avrupa Asiller Odası” derdi) İtalya’da Avusturya’nın altını oymaya istekli III. Napoleon ile ve Avrupa sorunları ile ilgilenmekte isteksiz Büyük Britanya ile kolay olmayan bir ittifaka yol açan bir manevra yaptı. Böylece Avusturya, Kutsal İttifak’ta, eskiden ortakları olan Rusya ve Prusya’yı, kendi su katılmamış ulusal çıkarlarını kovalamakta tamamen serbest bıraktı. Prusya, Avusturya’ya Almanya’dan çekilmeye zorlamakla bunu ödetti; Rusya’nın Balkanlar’da gittikçe artan düşmanca tavrı, Birinci Dünya Savaşı’nı ateşleyen kıvılcıma dönüştü ve Avusturya’nın nihai çöküşüne sebep oldu.
İki Devrimci: III. Napoleon ve Bismarck
Yeni Avrupa düzeni, birbirine hiç benzemeyen ve sonradan birbirinin can düşmanı olan iki kişinin işbirliğinin eseridir: imparator III. Napoleon ve Otto von Bismarck. Bu iki adam, Metternich’in eski kurallarını görmezlikten geldiler. Bu kurallara göre, istikrarın sağlanması için Avrupa devletlerinin meşru taçlı başları korunacak, ulusal ve liberal hareketler bastırılacak ve hepsinden önemlisi, devletler arasındaki ilişkiler aynı kafa yapısına sahip olan yöneticiler arasında bir konsensüs ile yürütülecekti. Napoleon ve Bismarck, politikalarını devletler arasındaki ilişkilerin kaba kuvvetle çözülmesi ve kuvvetlinin galip gelmesi anlamına gelen Realpolitik’e dayandırdılar. Avrupa’yı kasıp kavuran büyük Bonaparte’nin yeğeni olan III. Napoleon, gençliğinde, Avusturya’nın İtalya’daki hegemonyasına karşı savaşan gizli İtalyan derneklerinin üyesi idi. 1848’de Cumhurbaşkanı seçilen Napoleon, bir hükümet darbesi sonucunda, 1852’de kendisini imparator ilan etti. Otto von Bismarck ise, önemli bir Prusyalı ailenin oğlu ve 1848’de Prusya’daki Liberal Devrim’in ateşli bir karşıtı idi. Kralın parçalanmış Parlemento’da askeri ödenekleri geçirmek konusunda oluşan kilitlenmeyi aşmak için başka çözüm bulamaması sonucunda, 1862’de istemeye istemeye Bismarck’ı Ministerpräsident (Başbakan) seçti.
III. Napoleon ve Bismarck, kendi aralarında Viyana düzenlemesini ve en önemlisi, muhafazakâr değerlere olan ortak inançtan doğan kendi kendini kontrol etme duygusunu ortadan kaldırmayı başardılar. III. Napoleon ve Bismarck kadar birbirinin karşıtı olan başka iki kişi tasavvur edilemez. Demir Şansölye ile Tuileries Sarayı’nın Sfenksi, Viyana sistemine karşı duydukları nefrette birleşmişlerdi. Her ikisi de 1815’te Metternich tarafından Viyana’da kurulan düzeni, kendi yapmak istedikleri şeylerin önünde bir engel olarak görüyorlardı. III. Napoleon’un Viyana sisteminden nefret etmesinin nedeni, bu sistemin açıkça Fransa’yı sınırlamak için yaratılmış olmasıydı. Her ne kadar III. Napoleon’un, amcası gibi megaloman ihtirasları yoksa da, bu anlaşılması güç lider, Fransa’nın ara sıra toprak genişlemesi yapmaya hakkı olduğuna inanıyor ve yolunun üzerinde birleşmiş bir Avrupa’yı görmek istemiyordu. Bundan başka, milliyetçilik ve liberalizm değerlerinin, tüm dünyada, Fransa ile bir tutulan değerler olduğunu düşünüyordu ve bu değerleri baskı altında tutan Viyana sisteminin ihtiraslarına gem vurduğunu düşünüyordu. Bismarck da Metternich’in eserinden hoşlanmıyordu; çünkü Prusya’yı, Alman Federasyonu’nda, Avusturya’nın küçük ortağı durumuna hapsetmişti ve Bismarck, konfederasyonun birçok küçük Alman hükümdarını koruyarak, Prusya’nın elini kolunu bağladığına inanıyordu. Eğer Prusya alın yazısını gerçekleştirecek ve Almanya’yı birleştirecekse, Viyana sisteminin ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Kendisini, Viyana düzenlemesini ortadan kaldıran ve Avrupa milliyetçiliğinin esin kaynağı olarak gören Napoleon, Avrupa diplomasisini, uzun vadede Fransa’nın hiçbir şey kazanamadığı ve diğer devletlerin kârlı çıktığı büyük bir karışıklığın içine attı. Napoleon, İtalya’nın birleşmesini mümkün hale getirdi ve istemeyerek de olsa Almanya’nın birleşmesine yardım etti ki, bu iki olay, Fransa’nın jeopolitik durumunu zayıflattı ve Orta Avrupa’da egemen Fransız etkisinin tarihi tabanını ortadan kaldırdı.
Bismarck’ın mirası ise, bunun tamamen tersiydi. Dünyada çok az devlet adamı tarihin akışını Bismarck kadar değiştirebilmiştir. Bismarck yönetime gelmeden önce, Alman birliğinin, 1848 devriminin sebebi olan anayasal parlamenter hükümet ile parlamento tarafından gerçekleştirilmesi bekleniyordu. Beş yıl sonra Bismarck, üç kuşak boyunca Almanları meşgul eden Almanya’nın birleşmesi sorununu çözüme bağlama yolunda büyük mesafe almıştı; ancak bunu demokratik anayasal süreç yoluyla değil, Prusya’nın gücünün üstünlüğü temeline dayanarak yapmıştı. Bismarck’ın çözüm şekli, Almanya’da herhangi bir önemli seçim bölgesi tarafından savunulmamıştı. Muhafazakârlar için çok demokratik, liberaller için çok otoriter, hukuktan yana olanlar için çok kuvvet merkezli olan yeni Almanya, serbest bıraktığı iç-dış güçleri, onların kendi aralarındaki düşmanlıkları kullanarak yönlendiren bir dâhiye göre biçilmişti; ancak onun ustası olduğu bu görev, yerine gelenlerin yeteneklerinin çok üzerindeydi.
Napoleon, kendi kendine verdiği devrimci misyonundan vakit buldukça, Fransa’nın gelişmesine önemli katkılarda bulundu. Fransa’ya Sanayi Devrimi’ni getiren odur. Büyük kredi kurumlarını teşvik etmesi, Fransa’nın ekonomik kalkınmasında önemli rol oynadı. Paris’i, bugünkü görkemli görünüşüne kavuşturan da odur. XIX. yüzyılın başlarında Paris, hâlâ dar ve kıvrım kıvrım sokakları ile bir Ortaçağ şehri idi. Napoleon yakın danışmanı Baron Haussmann’a, geniş bulvarları, büyük devlet binaları, büyük ve güzel görünüşü ile modern bir şehir yaratmak için gerekli yetki ve mali olanağı sağladı. Geniş bulvarların yapılmasından amaç, ihtilalcilerin cesaretini kırmak için kolluk kuvvetlerine açık ateş açısı sağlamak ise de, bu amaç yapılan işlerin ihtişamını ve kalıcılığını azaltmamaktadır.
Gariptir ki Napoleon zamanında, Fransızlar, ulus-devletlerin gelecekte birleşmelerinden söz edildiği zaman, daima İtalya’yı öncelikle düşünmüşler, daha güçlü bir Almanya’yı hiç akıllarına getirmemişlerdi. Fransızların İtalya için, uğursuz doğu komşuları için var olmayan bir sempatileri ve kültürel eğilimleri vardı. Bundan başka, Almanya’yı Avrupa devletlerinin ön safına çıkaracak güçlü ekonomik gelişme henüz başlıyordu; İtalya’nın Almanya’dan daha az güçlü bir devlet olacağı henüz belli değildi. Kırım Savaşı sırasında Prusya’nın çekingen hareket etmesi, Napoleon’un, Prusya’nın, Büyük Devletler içinde en güçsüzü olduğu ve Rusya’nın desteği olmadan kuvvetli hiçbir hareket yapamayacağı şeklindeki görüşünü kuvvetlendirdi. Böylece Napoleon’un kafasında, Avusturya’yı zayıflatan bir İtalyan savaşı, Fransa’nın en tehlikeli düşmanı olan Almanya’nın da gücünü azaltacak ve Fransa’nın İtalya’daki önemini artıracaktı. Bu tahmin, her iki yönden de yanlış bir tahmindi.
Saçmalıklar yapmak, bir devlet adamı için maliyeti yüksek bir tutkudur ve bedeli mutlaka ödenir. O anın havasına göre yapılan ve herhangi bir strateji ile ilgisi olmayan hareketler, sonsuza kadar sürdürülemez. Napoleon’un yönetimi altındaki Fransa, Richelieu’den beri Fransız politikasının başlıca temeli olan Almanya’nın iç düzenlemesi üzerindeki nüfuzunu kaybetti. Richelieu, zayıf bir Orta Avrupa’nın Fransız güvenliği için anahtar değerinde olduğunu kabul ettiği halde, popülerlik peşinde olan Napoleon’un politikası, kazançların en az riskle sağlanabileceği tek yer olan Avrupa’nın kanat ülkeleri üzerinde yoğunlaştı. Avrupa politikasının ağırlık merkezi Almanya’ya doğru kayınca da Fransa kendisini yalnız buldu.
Napoleon’un Prusya’ya duyduğunu açıkça belirttiği hayranlığı, hiçbir şey yapmamak için başka bir bahane oluşturdu. Kararsızlığını, zekice manevralar diye rasyonalize eden Napoleon, gerçekte bir
Avusturya-Prusya savaşını teşvik etti; çünkü Prusya’nın kaybedeceğini düşünüyordu. Napoleon’un aklında, Richelieu’nün entrikalarını yeniden hayata geçirmek vardı. Yenilgiden kurtarılması halinde Prusya’dan Fransa’ya bir tazminat verilmesi bekleniyordu.
Thiers’in konuşmasından bir aydan biraz daha fazla bir zaman sonra, Prusya ve Avusturya savaşa tutuşmuşlardı. Prusya kesin ve çabuk bir şekilde savaşı kazandı. Napoleon, ülkesini kurtuluşun olanaksız olduğu bir çıkmaz sokağa sokmuştu. Askeri harekâtla İtalya’dan ve tarafsızlıkla Almanya’dan attığı Avusturya ile bir anlaşma yapmaya çaba harcadı ama, çok geçti. Avusturya kaybettiklerini tekrar elde etmeğe ilgi göstermedi ve çabasını, önce Viyana ve Budapeşte’deki çifte krallıklardan oluşan imparatorluğunu yeniden kurmak, sonra da Balkanlar’daki toprakları üzerinde yoğunlaştırmayı yeğledi. Fransa’nın, Lüksemburg ve Belçika üzerindeki niyetleri dolayısıyla Büyük Britanya ile de arası iyi değildi ve Rusya da Polonya’da yaptıklarından dolayı hiçbir zaman Napoleon’u affetmemişti.
Akışkan diplomaside kimse Bismarck’la yarışamamıştır. Yaptığı en hünerli manevralardan birinde, Napoleon’u 1870’te Prusya’ya savaş ilan etmeye çekti. Gazetelerde çıkan Kral’ın Bismarck tarafından düzeltilmiş telgrafı, Fransa’nın Kral tarafından aşağılanması anlamına geliyordu. Feveran eden Fransız kamuoyu savaş istedi. Napoleon da istediklerini onlara verdi. Prusya, bütün diğer Alman devletlerinin de yardımıyla çabuk ve kesin bir zafer kazandı. Almanya’nın birleşmesinin tamamlanması için yol şimdi tamamen açılmıştı. Bu birlik, 18 Ocak 1871’de Prusya liderliği tarafından pek nazik olmayan bir şekilde Versay Sarayı’nın Aynalı Salon’unda ilan edildi.
Bismarck’ın başardıkları kadar kişiliği de beklenmeyen bir şeydi. “Kan ve çelik” adamı, olağanüstü basitlikte ve güzellikte nesir yazardı, şiir severdi, günlüğüne sayfalarca Byron’dan kopyalar yapardı. Realpolitik’i savunan bu devlet adamında öyle olağanüstü bir orantı duygusu vardı ki, bu duygu, gücü, bir kendini kontrol etme aracı haline dönüştürdü.
Metternich sistemi, Prusya ve Avusturya’nın tutucu kurumlara bağlılığı paylaşmaları ve liberal demokratik eğilimlerin yenilmesi için birbirilerine gereksinim duymaları temeline dayanıyordu. Bismarck, Prusya’nın, tercihlerini tek taraflı olarak empoze edebileceğini, Prusya’nın ve dış politikada Avusturya veya diğer herhangi bir tutucu devlete bağlanmadan tutucu olabileceğini ve iç ayaklanmalarla baş edebilmek için ittifaklara gereksinimi olmadığını söylemek istiyordu. Prusya, tek başına, Avrupa’nın göbeğinde Realpolitik’i nasıl ayakta tutabilirdi? Prusya’nın 1815’ten beri buna yanıtı, ne pahasına olursa olsun Kutsal İttifak’a bağlı olmaktı; Bismarck’ın yanıtı ise, tamamen bunun zıttı idi: Bütün yönlerde antlaşmalara ve ilişkilere girmek.
Napoleon’un trajedisi, ihtiraslarının, yeteneklerini aşmış olmasıydı; Bismarck’ın trajedisi ise, onun yeteneklerinin, toplumunun onları massetme kabiliyetini aşmasıydı. Napoleon’un Fransa’ya bıraktığı miras stratejik felçti; Bismarck’ın mirası ise, özümsenemeyen büyüklüktür.
Realpolitik Kendine Dönüyor
Keolpolitik –güç hesapları ve ulusal çıkar üzerine dayanan dış politika– Almanya’nın birleşmesi sonucunu doğurdu. Almanya’nın birleşmesi ise, amaçlananın tam tersini yaparak Realpolitik’in kendi aleyhine dönüşmesine sebep oldu. Realpolitik uygulamasında, ancak uluslararası sistemin başlıca oyuncuları, ilişkileri, değişen şartlara göre ayarlamakta serbest olursa veya paylaşılan bir değerler sistemi tarafından engellenirse, yahut her ikisi bir arada olursa, silahlanma yarışından ve savaştan kaçınılır.
Realpolitik’in geleneklerine göre, Almanya’nın büyüyen ve potansiyel olarak egemen gücünü sınırlamak için Avrupa koalisyonlarının kurulması olasıydı. Almanya, Avrupa’nın ortasında olduğu için, Bismarck’ın le cauchemar des coalitions dediği etrafını çevirmiş hasım koalisyonlar kâbusunun tehdidi altındaydı. Ama Almanya, doğu ve batıdaki bütün komşularının koalisyonuna karşı kendisini aynı anda korumaya çalışırsa, bu onları tek tek tehdit etmesi ve koalisyonların kurulmasını çabuklaştırması anlamına gelecekti. Fransa ve Almanya’ya gelince, 1870 savaşındaki Prusya zaferinin büyüklüğü daimi olarak bir Fransız revanche arzusu doğurdu ve Alsace-Lorraine’nin Almanya’ya mkatılması da bu hoşnutsuzluğa çok hassas bir merkez sağladı. Hatıraları ile ihtirasları arasında bocalayan Fransa, bu konudaki başarının stratejik realiteyi değiştirmeden yalnızca Fransızların gururunu tatmin edeceğini hiç düşünmeden Alsace- Lorraine’i yeniden kazanma tutkusu peşinde elli yıl koştu. Fransa artık kendi başına Almanya’yı kontrol altında tutacak kadar güçlü değildi; bu nedenle kendini savunmak için müttefiklere gereksinimi vardı. Aynı şekilde, Fransa, Almanya’nın düşmanı olan her devletin olası bir müttefiki olmak için daima hazır olmuş, böylece hem Alman diplomasisinin esnekliğini kısıtlamış, hem de Almanya’yı içeren krizleri şiddetlendirmiştir.
İkinci Avrupa bölünmesi olan Avusturya-Macaristan imparatorluğu ile Rusya arasındaki bölünme de Almanya’nın birleşmesinin bir sonucudur. Almanya’dan atıldıktan sonra, yeni Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan başka genişleyecek yeri yoktu. Avusturya denizaşırı sömürgecilik işine girmediğinden, liderleri, yalnızca diğer büyük devletlerden geri kalmamak için bile olsa, Slav nüfusu ile Balkanlar’ın Avusturya’nın jeopolitik ihtirasları için doğal bir arena oluşturduğu görüşüne vardılar. Bu politikanın doğasında Rusya ile çatışma vardı.
Almanya, Balkanlar’da kendisi için bir ulusal çıkar görmüyordu. Fakat Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun devamını önemli bir çıkar olarak algılıyordu. Çünkü ikili krallığın çöküşü, Bismarck’ın bütün Alman politikasını bozma riskini taşıyordu, imparatorluğun Almanca konuşan Katolik kesimi, Almanya’ya katılmak isteyecek ve böylece Bismarck’ın azimle gerçekleştirmeye çalıştığı Protestan Prusya’nın üstünlüğünü tehlikeye sokacaktı. Üstelik Avusturya İmparatorluğu’nun dağılması, Almanya’yı güvenilir tek müttefikinden mahrum edecekti. Diğer taraftan, Bismarck, her ne kadar Avusturya’yı korumak istiyorsa da Rusya’ya meydan okumaya da niyeti yoktu. Bu, onlarca yıl herkesten saklamayı başardığı ama hiçbir zaman çözemediği bir bilmeceydi.
Daha önceki dönemde, Büyük Britanya Avrupa düzeninin dengeleyicisi olarak hareket etmek suretiyle sınırlayıcı rol oynadı. O zamanda, başlıca Avrupa ülkeleri içinde yalnızca Büyük Britanya başka bir devletle yaşadığı uzlaşmaz bir düşmanlıkla sınırlanmadan, güç dengesi diplomasisini uygulayabilecek bir konumdaydı. Fakat Büyük Britanya’nın kafası, neyin asıl tehdidi oluşturduğu konusunda giderek daha çok karıştı ve onlarca yıl belli bir tavır benimseyemedi. İngiltere’nin alışık olduğu Viyana sisteminin güç dengesi, kökten değiştirilmişti. Birleşmiş Almanya, kendi başına bütün Avrupa’ya egemen olacak güce ulaşıyordu. Büyük Britanya, geçmişte böyle bir durum toprak işgali ile gerçekleştirildiği zaman bunun her zaman karşısında olmuştu. Ancak Disraeli hariç, birçok İngiliz lider, Orta Avrupa’da ulusal birlik sürecine karşı olmak için sebep görmemişlerdir. Hatta İngiliz devlet adamları, bu olayın, özellikle de Fransa’nın teknik olarak saldırgan kabul edildiği bir savaş sonucunda gerçekleşmesini memnunlukla karşılamışlardır.
Bismarck, 1890’da görevinden alınana kadar Avrupa diplomasisinin en nüfuzlu şahsiyeti idi. Onun istediği, yeni doğmuş olan Alman imparatorluğu için barış idi ve hiçbir devletle anlaşmazlık içinde olmak istemiyordu. Bismarck’ın amacı, –uzlaşmaz Fransa hariç– hiçbir devletin eline, Almanya’ya karşı herhangi bir ittifaka girmek için bir bahane vermemekti. Birleşmiş Almanya’nın “doymuş” olduğunu, artık toprakta gözü olmadığını açıkça söyleyen Bismarck, Almanya’nın Balkanlar’da gözü olmadığına Rusya’yı da inandırmaya çalıştı; Balkanlar’ın, Pomeranya’lı bir erin kemikleri kadar değeri olmadığını söyledi. Büyük Britanya’yı aklında tutan Bismarck, kıta üzerinde denge için İngiltere’yi harekete geçirecek bir tehlike oluşturmadı ve Almanya’yı sömürgecilik yarışı dışında tuttu. Alman sömürgeciliğini savunan birisine verdiği cevapta şöyle dedi: “Rusya burada, Fransa burada ve biz de ortadayız. Benim Afrika haritam budur.” Bu, Bismarck’ın daha sonra iç politikanın zorlamasıyla değiştirmek zorunda kalacağı bir öneri idi.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz politikasına egemen olan bu iki büyük adamın karakterleri, birbirlerine tamamen zıttı: Disraeli, frapan giyimli, parlak ve kurnazdı; Gladstone ise bilgili, dindar ve cesurdu. Kırsal toprak sahipleri ile sadık Anglikan aristokrat ailelerden oluşan Victoria dönemi Muhafazakâr Parti’sinin, lideri olarak bu parlak Yahudi maceracıyı seçmesi, az şaşılacak şey değildir, İngiliz politika hayatında hiçbir Yahudi, bu kadar yüksek bir mevkie gelmemişti. Bir yüzyıl sonra, Büyük Britanya’nın ilk kadın başbakanı ve bir başka olağanüstü lider olduğunu gösteren, bir manavın kızı olan Margaret Thatcher’ı başbakanlık makamına getiren de yine görünüşte ilerici olan İşçi Partisi değil, görünüşte dar görüşlü olan Muhafazakâr Parti olacaktır.
1815’ten beri, Avrupa’da genel kabul gören görüş, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğinin, ancak bir bütün olarak Avrupa Konferansı tarafından kararlaştırabileceği, bunun bir tek devletin, hele de tek başına Rusya’nın işi olmadığı merkezindeydi. Ignatyev’in Ayastefanos Antlaşması Rusya’nın Boğazlar üzerinde kontrol sahibi olması olasılığını getiriyordu ki, bunu Büyük Britanya asla kabul edemezdi ve aynı zamanda Rusya’nın Balkan Slavlarını kontrol altına alması anlamına geliyordu ki, bunu da Avusturya kabul edemezdi. Bunun üzerine, hem Büyük Britanya, hem de Avusturya-Macaristan, antlaşmanın kabul edilemez olduğunu ilan etti. Büyük Britanya, Rusya’nın İstanbul’a girmesi halinde savaş tehdidinde bulundu. Aynı zamanda Avusturya da Balkanlar’daki yağmanın bölüşülmesi konusunda savaşı göze aldığını bildirdi.
Bismarck, Rusya’yı Balkanlar’da kontrol altında tutma aracı olarak çatışma yerine ittifak önerdi. Yalnız bırakılma olasılığı karşısında Çar aniden durdu. Büyük Britanya’yı, Rusya’nın baş düşmanı olarak gören ve Fransa’yı da hâlâ çok zayıf ve daha önemlisi güven veren bir müttefik olamayacak kadar çok cumhuriyetçi bulan Çar, Üç İmparatorlar Ligi’ni bu kez Realpolitik temeline oturtarak yeniden canlandırmaya razı oldu.
Bismarck’ın sonraki politikası, çeşitli ülke grupları ile paylaşılan amaçlar üzerinde bazı konsensüsler oluşturarak, gücü önceden sınırlamaya çalışmaktı. Devletlerin karşılıklı bağımlı olduğu bir dünyada, Amerika’nın, İngilizlerin “şahane yalnızlık” politikasını uygulaması da zor olacaktı. Fakat Amerika’nın, dünyanın her tarafında eşit şekilde uygulanabilir geniş bir güvenlik sistemi oluşturması da olası değildi. En olası ve yapıcı çözüm, kısmen üst üste binen ittifak sistemleridir ki, bunların bazılarının odak noktası güvenlik, diğerlerininki ekonomik ilişkiler olacaktır. Burada Amerika’nın yapacağı en önemli iş, bu çeşitli grupları bir arada tutabilecek Amerikan değerlerine dayanan amaçlar meydana getirmek olacaktır. (Bak. Bölüm 31). XIX. yüzyılın sonunda dış politikadaki bu iki yaklaşım da gittikçe zayıflıyordu. Büyük Britanya, artık kendini yalnızlık riskini göze alacak kadar güçlü hissetmiyordu. Bismarck ise, bir ustanın politikasını iyileştirmek gibi hiç de alçakgönüllü olmayan bir işe girişmiş, sabırsız bir yeni imparator tarafından görevinden alınmıştı. Bu süreç içinde güç dengesi katılaştı ve Avrupa, hiç kimsenin ihtimal vermediği yıkıcı bir felakete doğru yol almaya başladı.
Girdaba Doğru: Askeri Kıyamet Günü Makinesi
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışının insanı hayrete düşüren tarafı, şimdiye kadar üstesinden gelinmiş birçok krizden daha basit bir kriz olmasına rağmen, küresel bir felaketi ateşlemiş olması değil, bu işin bu kadar uzun sürmüş olmasıdır. 1914’te, bir tarafta Almanya ve Avusturya-Macaristan ile öbür tarafta Üçlü İtilaf arasındaki mücadele çok tehlikeli boyutlara varmıştı. Bütün belli başlı ülkelerin devlet adamları, birbiri ardından gelen krizlerin çözülmesini gittikçe daha da zorlaştıran bir diplomatik kıyamet günü makinesinin inşasına yardımcı olmuşlardır. Bu kıyamet günü süreci, casus belli’yi etkili bir şekilde politik kontrolden çıkardı. Her kriz, seferberlik kararı şeklinde, bir savaşa doğru hızlanma mekanizması taşıyordu ve her savaşın genel bir savaş olacağı da kesindi.
Genel politik ittifakların kötü karışımı ve tabancanın tetiği gibi hassas askeri stratejiler, çok kan dökülmesini kaçınılmaz hale getirdi. Güç dengesinin, XVIII ve XIX. yüzyıllardaki esnekliğinden eser bile kalmadı. Savaş nerede patlarsa patlasın (ki Balkanlar’da olacağı hemen hemen kesindi), Schlieffen planı, bu savaşın ilk çatışmalarının Batı’da, bu ilk krizden çıkarları etkilenmeyen ülkeler arasında olmasını öngörmüştü. Dış politika, şimdi her şeyin tek bir zar atışına bağlı olduğu bir askeri stratejiye boyun eğmişti. Savaşa daha düşüncesizce ve daha teknokratik bir yaklaşım tahayyül etmek zordu.
28 Haziran 1914’te, Habsburg tahtının varisi Franz Ferdinand, Avusturya’nın 1908’de Bosna-Hersek’i topraklarına katma cesaretinin bedelini hayatı ile ödedi. Suikastın yapılış tarzı bile, Avusturya’nın dağılmasına damgasını vuran mtrajiklik ile saçmalığın karışımından kaçınamamıştı. Genç Sırp terörist, Franz Ferdinand’ı ilk girişiminde öldürmeyi başaramadı. Onun yerine Arşidük’ün arabasının şoförünü yaraladı. Vali’nin konutuna gelip, Avusturyalı idarecileri ihmallerinden dolayı cezalandırdıktan sonra, Franz Ferdinand yanında karısı olduğu halde şoförünü hastanede ziyarete karar verdi. Asil çiftin yeni şoförü, hastaneye giderken yanlış bir yola saptı ve girdiği sokaktan geri geri çıkarken bir kaldırım kahvesinde hayal kırıklığını içki ile yatıştırmaya çalışan şaşkın bir vaziyetteki suikastçının tam önünde durdu. Kurbanlarının kendiliğinden ayağına gelmiş olduğunu gören katil, ikinci girişimde başarısız değildi.
Büyük devletler, ikinci derecede bir Balkan krizini bir dünya savaşına dönüştürmeyi başardılar. Bosna ve Sırbistan sorunu yüzünden çıkan sorun, Avrupa’nın diğer tarafındaki Belçika’nın işgaline ve Büyük Britanya’nın kaçınılmaz bir şekilde savaşa girmesine neden oldu. İşin komik olan tarafı, Batı cephesinde önemli çatışmalar yapılana kadar, Avusturya birliklerinin henüz Sırbistan’a saldırmamış olmaları idi.
Olaylar birbirini izlerken 20 milyon insan öldü; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ortadan kalktı; savaşa giren dört hanedandan üçü - Alman, Avusturya ve Rusya - devrildiler. Yalnızca İngiliz krallık hanedanı ayakta kaldı. Sonradan, bu büyük yangını tam olarak neyin başlattığını hatırlamak çok zordu. Herkesin bildiği şey, bu çok büyük aptallığın oluşturduğu küllerden, her ne kadar katliamın yarattığı ihtiras ve yorgunluklar arasında yeni sistemin doğasını ayırt etmek zor ise de, bir Avrupa sisteminin kurulması gerektiğiydi.
Hayal Görmenin Sonu: Hitler ve Versay’ın Yıkılışı
Hitler’in iktidara gelişi, dünya tarihinin en büyük felaketlerinden biri olmuştur. Fakat Hitler için Versay uluslararası düzenini temsil eden iskambil kâğıtlarından yapılmış evin yıkılışı, sessizce ve bir faciaya yol açmayacak bir tarzda olabilirdi. Almanya’nın bu süreçten, kıta üzerindeki en güçlü devlet olarak ortaya çıkması kaçınılmazdı; ancak isteri nöbeti halindeki öldürme ve yakıp yıkmalar yarı şeytani olan bir insanın eseridir.
Demagojik yeteneği Hitler’i Almanya’nın başına getirmiş ve siyasi hayatında da en büyük sermayesi olmuştur. Toplumdan dışlanmış bir kişinin içgüdüleriyle ve psikolojik zayıflıkları hemen fark eden gözüyle, düşmanlarını yenilgiden yenilgiye uğratmıştır. Demokrasilerin Versay Antlaşması için duydukları suçluluğu acımasız bir şekilde kullanmıştır. Hükümetin başı olarak, Hitler, analizlerden çok içgüdülerine göre hareket etmiştir. Kendisini sanatçı sanan Hitler, bir türlü yerinde duramayan, daima hareket halinde olan bir kişiliğe sahipti. Berlin’i sevmez, sık sık Bavyera’daki köşesine çekilir, aylarca tamir işleri ile uğraşır, ancak kısa zamanda ondan da bıkardı. Düzenli bir çalışma prosedürü sevmediğinden, bakanları ona ulaşmakta zorluk çekerdi. Politika oluşturması düzensizdi. Parlayıp sönen coşkulu karakterine uygun olan işler yürür, üzerinde düşünülmesi, kafa yorulması gereken işler kalırdı. Hitler’in en önemli deneyimi, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi olmuştur. Askeri bir hastanede, hardal gazı ile yarı kör olmuş vaziyette yatağa bağlı yatarken, Almanya’nın yenilgisini ilk defa nasıl duyduğunu anlatmaktan usanmazdı. Almanya’nın çöküşünü, ihanete, Yahudilerin karşı planına ve irade eksikliğine bağlayan Hitler, Almanya’nın yabancılar tarafından değil, ancak kendisi tarafından yenilebileceği görüşünü bütün hayatı boyunca korumuştur.
Demagojik yetenek ve bencillik, aynı madalyonunun iki yüzüdür. Hitler’in normal bir diyalog kurması olanaksızdı; ya uzun monologlara girişir veya muhatabı lafı kapmayı başarabilirse, can sıkıcı bir sessizliğe bürünür, hatta zaman zaman uyurdu. Hitler’in, Viyana’nın yeraltı dünyasından, Almanya’nın rakipsiz liderliğine kadarki mucizevi yükselişi, gerçekten de çağdaşlarında olmayan şahsi yeteneklerine dayanır. Böylece Hitler’in iktidara yükselişi hikâyesinin tekrarlanması, müritlerinin kullandıkları isimle Hitler’in “masa başı konuşmalarının insanın beynini uyuşturan bir parçası olmuştur.
Devlet adamlarının her zaman karşı karşıya bulunduğu çıkmaz, hareket alanlarının en fazla olduğu zaman, bilgilerinin en az seviyede olmasıdır. Yeteri kadar bilgi topladıkları zaman ise, belirleyici bir eylem için fırsat kaçırılmış olur. 1930’larda İngiliz liderler, Hitler’in hedeflerinin ne olduğu konusunda kesin bilgiye sahip değillerdi. Fransız liderler ise, kanıtlayamadıkları değerlendirmelere dayanarak harekete geçmek konusunda kendilerine güvenemiyorlardı. Hitler’in kişiliği hakkında bilgi sahibi olmak için ödenmesi gereken ders ücreti, Avrupa’nın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanan mezarlar oldu. Diğer taraftan, demokrasiler yönetiminin ilk yıllarında Hitler’e karşı bütün kozlarını oynamış olsalardı, bu kez tarihçiler, Hitler’in anlaşılmayan bir milliyetçi mi, yoksa dünya hegemonyasını amaç edinmiş bir manyak mı olduğu hususunu tartışıyor olacaklardı.
Hayret edilecek husus, Hitler’in sınır tanımaz hareketlerinin önceki herhangi bir Avrupa sistemine göre kabul edilemez olan bir noktaya kadar gitmesine olanak tanıyan uluslararası ilişkilere Wilsoncu yaklaşım, belli bir noktadan sonra Büyük Britanya’nın çizgiyi, Realpolitik’e dayalı bir dünyada yapılmayacak ölçüde sert bir şekilde çizmesine neden oldu. Wilsonizm, Hitler’e karşı daha önce direnmeyi önlemiş ise, moral kriteri açıkça ihlal edildikten sonra, ona karşı amansız bir karşı koyma gerçekleştirilmesinin temelini de atmış oldu.
Stalin’in Pazarı
Eğer ideoloji dış politikayı belirliyorsa, Hitler ile Stalin’in de tıpkı üç yüzyıl önce Richelieu ile Türk sultanının yaptığı gibi el sıkışmamaları gerekirdi. Fakat ortak jeopolitik çıkar güçlü bir bağdır ve Hitler ile Stalin gibi iki eski düşmanı karşı konulmaz bir şekilde birbirine doğru itmiştir.
Stalin, hayatının gençlik yıllarındaki sert dini eğitiminin katı disiplinini, Bolşevik dünya görüşünün acımasız yorumlarıyla birleştirdi ve ideolojiyi politik kontrol aracı haline getirdi. Hitler, kitlelerin hayranlığını kazanarak başarılı oldu. Stalin, bu kadar kişisel bir yaklaşıma güvenemeyecek kadar paranoyaktı. Nihai zaferi, gelip geçici sevgiden çok daha fazla istiyordu ve bu amacına ulaşmak için olası bütün rakiplerini tek tek ortadan kaldırmak yolunu seçti.
Stalin gerçekte bir canavardı; fakat uluslararası ilişkilerin yönetiminde çok iyi bir realistti; sabırlıydı, kurnazdı ve amansızdı, zamanının Richelieu’suydu. Onu tanımayan Batı demokrasileri, Stalin ile Hitler arasındaki uzlaşmaz ideolojik çatışmaya güvenerek kadere meydan okudular. Stalin’i askeri işbirliğini öngören Fransız paktı ile sıkıştırdılar, Sovyetler Birliği’ni Münih Konferansından dışladılar ve onun Hitler’le bir anlaşma yapmasını engellemekte artık çok geç olunduğu bir zamanda, Stalin’le askeri görüşmelere giriştiler. Stalin’in, can sıkıcı ve hafifçe dinsel konuşmaları, düşünce ve politikadaki katılığı, demokrasi liderlerinin akıllarını karıştırdı. Oysa Stalin’in katılığı, yalnızca komünist ideoloji ile ilgili idi. Komünist inançları, taktiklerinde olağanüstü bir esneklik göstermesine olanak tanıdı.
Stalin bakımından, Hitler’in küfürbaz komünist düşmanlığı, Almanya ile iyi ilişkiler kurma konusunda aşılmaz bir engel oluşturmadı. Hitler iktidara geldiğinde, Stalin, uzlaşma için bazı girişimlerde bulunmakta zaman kaybetmedi. Stalin, 1934’ün Ocak ayında yapılan Onyedinci Parti Kongresi’nde şöyle diyordu: “Almanya’daki faşist rejimle pek dost değiliz. Burada sorun faşizm değildir; örneğin İtalya’daki faşizm, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bu ülke ile iyi ilişkiler kurmasına engel olmamıştır... Bizim temel aldığımız nokta, eskiden olduğu gibi şimdi de yalnız ve yalnız SSCB’dir. SSCB’nin çıkarları, barışı bozmayacak bir ülke ile yakınlaşmayı gerektiriyorsa, hiç tereddüt etmeden bunu yaparız.”
Almanya her iki dünya savaşının çıkmasından önceki hareket tarzını aynen korudu: Sabırsızlıkla ve perspektiften yoksun davrandı. 1914’te Almanya, Alman tacizleri olmasaydı, bir arada tutulması esasen olanaksız olan bir ittifakı yıkmak için savaşa girdi; 1939’da, Avrupa’nın belirleyici ulusu olmasına giden kaçınılmaz evrimi beklemeye tahammül gösteremedi. Bu, Hitler’inkinin tam aksi bir strateji gerektiriyordu. Münih sonrası jeopolitik gerçeklerin iyice yerleşmesine izin vermek için bir dinlenme devresi zorunlu idi. 1914’te, Alman İmparatoru’nun duygusal dengesizliği ve açık bir ulusal çıkar kavramından yoksun bulunması onu beklemekten alıkoydu; 1939’da, fiziki gücünün en üst noktasında iken bir dengesiz dahi, bütün mantıki hesapları bir tarafa iterek savaş yapmakta kararlıydı. Her iki olayda da Almanya’nın savaşa girme kararının gereksizliği, iki büyük yenilgiye ve I. Dünya Savaşı öncesi topraklarının hemen hemen üçte birinden yoksun bırakılmasına karşın, Almanya’nın Avrupa’nın yine de en güçlü ve olasılıkla en etkili ulusu olmaya devam etmesiyle de görülmektedir.
1939’daki Sovyetler Birliği’ne gelince, gerçekleşecek savaş için yeter derecede donanımlı değildi. Oysa, II. Dünya Savaşı’nın sonunda bir küresel süper güç sayıyordu. Richelieu’nün XVII. yüzyılda yaptığı gibi, Stalin de XX. yüzyılda Orta Avrupa’daki dağınıklıktan yararlandı. Amerika’nın süper güç statüsüne çıkması, sanayi gücünün doğal bir sonucuydu. Sovyet yükselişinin kaynağında ise, Stalin’in pazarının acımasız manevraları yatar.
Amerika Tekrar Arenaya Giriyor: Franklin Delano Roosevelt
Kamuoyu yoklamalarıyla yöneltilen çağdaş politik liderler için, Roosevelt’in yalnızlık politikasını benimseyen halkını bir savaşa katılmaya ikna etmekteki rolü, bir demokraside liderliğin etkisi hakkında bir ders vermektedir. Eninde sonunda Avrupa güç dengesine yöneltilen tehdide son vermek ve Almanya’nın dünya hegemonyası amacına ulaşmasına engel olmak için Amerika’nın müdahalesi gerekecekti. Amerika’nın büyüyen gücünün, onu bir gün uluslararası arenaya iteceği esasen beklenen bir şeydi. Bu işin bu kadar hızlı ve kesin olmasını sağlamak ise, Franklin Delano Roosevelt’in başarısıdır.
Belki Abraham Lincoln hariç, hiçbir başkan Amerikan tarihinde bu kadar kesin bir değişiklik yapamamıştır. Roosevelt yemin ederek işe başladığı zaman ulusal bir kararsızlık devri yaşanıyordu; Amerikalıların, Yeni Dünya’nın sonsuz gelişme yeteneğine duyduğu inanç, Büyük Ekonomik Depresyon’la sarsılmıştı. Etrafındaki demokrasiler aksıyordu ve Sağ’da Sol’da antidemokratik hükümetler çoğalıyordu.
Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na karışmadan ikincisine aktif olarak katılmaya gidişi uzun ve zor bir süreç oldu. Bunun nedeni, Amerikan ulusunun, tekrar yalnızlık politikasına dönmüş olmasıdır. Amerikan halkının, uluslararası işlere karşı duyduğu nefretin derinliği de Roosevelt’in başarısının büyüklüğünü daha iyi göstermektedir. Roosevelt’in politikalarını yürüttüğü geçmiş tarihe kısa bir bakış bu bakımdan gereklidir.
Ancak Büyük Britanya’nın XIX. yüzyıldaki “şahane yalnızlığı” ile Amerika’nın XX. yüzyıldaki yalnızlık politikası arasında temel bir fark vardır. Büyük Britanya, Avrupa’nın günlük kavgalarından uzak kalmaya çalışmıştır. Ancak kendi güvenliğinin güç dengesine dayandığını anlamış ve Avrupa diplomasisinin geleneksel metotlarını kullanarak güç dengesini savunmaya her zaman hazır olmuştur. Bunun aksine, Amerika, hiçbir zaman kuvvet dengesinin ve Avrupa tarzı diplomasinin önemini kabul etmemiştir. Tanrı’nın lütfuyla benzeri olmayan ve nihai olarak üstün bir konuma sahip olduğuna inanan Amerika, açıkça uluslararası uygulamalarla ilgilenmedi ve ilgilendiği zaman da bunu yalnızca genel amaçlar için ve kendi özel diplomasi tarzına uygun olarak yaptı. Bu tarz, Avrupa’nınkinden daha geniş bir şekilde halka dönük, daha hukuki ve daha ideolojikti.
Her büyük liderde, kaçınılmaz bir şekilde bir aldatıcılık tarafı vardır. Bu özellik, bazen işin hedeflerini, bazen de büyüklüğünü basit gösterir. Fakat liderliğin nihai testi, halkın değerlerinin özünü ve gereklerini hayata geçirmekte yatmaktadır. Roosevelt’de bu özellikler fazlasıyla vardı. Amerika’ya kesinlikle inanıyordu. Nazizm’in, hem kötü bir şey olduğuna, hem de Amerikan güvenliğine karşı bir tehdit oluşturduğuna inanıyordu ve olağanüstü bir kurnazlığı vardı. Tek başına verdiği kararların yükünü omuzlamaya da hazırdı. Bir ip cambazı gibi, her adımını dikkatli ve endişeli bir şekilde atarak boşlukta ilerlemek zorundaydı. Bu boşluğun bir tarafında kendi amacı, öbür tarafında da halkının gerçekliği vardı. Liderin görevi, uzak sahilin, üzerinde bulunulan kayalık sahilden daha güvenli olduğunu halkına göstermekti.
Roosevelt, Amerika’nın yeni psikolojik durumunu, stratejik sonuca çevirmekte çok hızlı davrandı. Aynı ay içinde, Nisan 1939’da Birleşik Devletler’i Büyük Britanya ile de facto askeri işbirliğine biraz daha yaklaştırdı, iki ülke arasında yapılan bir anlaşma, Birleşik Devletler’in donanmasının büyük kısmını Pasifik’e kaydırması ile, Kraliyet Deniz Kuvvetleri’nin bütün gemilerinin Atlantik’te toplanmasını mümkün kıldı. Bu işbölümü, Büyük Britanya’nın Asya’daki sömürgelerinin Japonya’ya karşı savunulmasını Birleşik Devletler’in üstlendiği anlamına geliyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, benzer bir düzenleme Büyük Britanya ile Fransa arasında yapılmış ve Fransız donanmasının Akdeniz’de toplanması sağlanmıştı. Bu durum, Büyük Britanya’nın, Fransa’nın Atlantik kıyılarını savunmak için moralman savaşa girmek zorunda olduğu argümanına neden olmuştu.
Amerika’nın savaşa girmesi, büyük ve cesur bir liderin olağanüstü diplomatik girişimlerinin birikiminin bir sonucunu işaret etmektedir. Üç yıldan daha az bir zaman içinde, Roosevelt yalnızlık politikasını ödün vermez bir şekilde şiddetle savunan halkını, küresel bir savaşa soktu. 1940 yılı Mayıs’ında, Amerikalıların yüzde 64’ü barışın korunmasının, Nazilerin yenilmesinden daha önemli olduğunu düşünüyordu. On sekiz ay sonra, Aralık 1941’de, Pearl Harbor baskınından hemen önce oranlar tersine dönmüştü, halkın yalnızca yüzde 32’si barışı korumaktan yana oldu.
Roosevelt gayesine, sabırlı ve karşı konulmaz bir irade gücü ile ve halkını, önlerindeki zorunluluklar üzerinde adım adım eğiterek kavuştu. Dinleyicileri onun sözlerini önyargılarının süzgecinden geçirdiler ve nihai hedefinin savaş olduğunu anlayamadılar. Ancak sonuçta bir hesaplaşma olacağını anlamışlardı. Gerçekte Roosevelt, başlangıçta savaş konusunda Nazileri yenmek için ısrarlı olduğu kadar ısrarlı değildi; ancak, zaman geçtikçe Nazilerin yalnızca Amerika savaşa girerse yenilebileceğini gördü. Amerika’nın savaşa girişinin Amerikan halkına bu kadar ani görünmesinin üç nedeni vardı: Amerikalıların Batı yarımküresi dışındaki bir güvenlik endişesi ile savaşa girme deneyimleri yoktu; birçoğu, Avrupa demokrasilerinin kendi olanakları ile başarılı olacaklarına inanıyordu; pek azının, Japonların Pearl Harbor baskınından veya Hitler’in Birleşik Devletler’e acele savaş ilanından önceki diplomasinin doğası hakkında bir fikirleri vardı. Amerika’nın Pasifik’te savaşa girmesi için, Birleşik Devletler’in Pearl Harbor’da bombalanması gerekti; Avrupa’da ise, sonunda Amerika Hitler’e değil, Hitler Amerika’ya savaş ilan etti. Bu, yalnızlık politikasının Amerika’da ne kadar derinlere kök salmış olduğunu göstermektedir.
Amerikan halkını savaşa nasıl razı edeceğini düşünen Roosevelt’in sorununu, çatışmayı başlatarak Mihver Devletleri çözdüler. Japon saldırısının odak noktası Güneydoğu Asya olsaydı ve Hitler, Birleşik Devletler’e savaş ilan etmeseydi, Roosevelt’in halkını kendi düşünceleri yönünde sevk etmesi çok daha zor olacaktı. Ancak Roosevelt’in açıklanan ahlaki ve stratejik düşüncelerinin ışığı altında, sonunda Amerika’yı, hem özgürlüğün geleceği, hem de Amerika’nın güvenliği için belirleyici olduğuna inandığı savaşa sokmayı başaracağına kuşku yoktur. Ondan sonra gelen Amerikan kuşakları, liderlerinin dürüstlük ve açık kalpliliğine daha çok değer verdiler. Bununla beraber, Roosevelt de Lincoln gibi, ülkesinin ve değerlerinin hayatta kalmasının tehlikede olduğunu ve tarihin tek başına yaptığı girişimlerden dolayı kendisini sorumlu tutacağını hissetti. Lincoln için olduğu gibi, özgür insanların Franklin Delano Roosevelt’e ne kadar çok şey borçlu oldukları, onun yalnız başına izlediği yolun, artık şimdilerde alelade bir iş olarak görülmesinden de anlaşılabilir.
Barışa Üç Farklı Yaklaşım: II. Dünya Savaşı’nda Roosevelt, Stalin ve Churchill
Hitler, Sovyetler Birliği’ne saldırdığı zaman, insanlık tarihinin en büyük kara savaşını da başlatmış oldu. Bundan önceki Avrupa savaşları ile kıyaslanamayacak barbarlık örnekleri, savaşın dehşetini, benzeri görülmemiş bir şekilde artırıyordu. Bu savaş, adeta bir soykırım kavgası idi. Alman orduları Rusya’nın içlerine doğru ilerlerken, Hitler, Birleşik Devletler’e de savaş ilan ederek, bir Avrupa savaşım global bir kavgaya, küresel bir çatışmaya dönüştürdü. Alman ordusu, Rusya’yı yerle bir ediyor, fakat öldürücü darbeyi bir türlü vuramıyordu. 1941 kışında, Moskova’nın varoşlarında durduruldular. Sonra, 1942-43 kışında, bu kez Güney Rusya’ya yönelen Alman saldırısı da durduruldu. Buzlarla kaplı Stalingrad’da yapılan şiddetli savaşta, Hitler, bütün Altıncı Ordu’sunu yitirdi. Alman savaşının beli kırılmıştı. Müttefik liderler –Churchill, Roosevelt ve Stalin– şimdi zaferi ve dünyanın geleceğini nasıl şekillendireceklerini düşünmeye başlayabilirlerdi.
Galiplerin her biri, kendi ulusal tarihi deneyimlerinin şartlarını ortaya koyuyorlardı. Churchill, Avrupa’da geleneksel güç dengesini yeniden kurmak istiyordu. Bu, Büyük Britanya, Fransa ve hatta yenilmiş Almanya’nın Birleşik Devletler’le birlikte doğudaki Sovyet devine karşı denge oluşturacakları anlamına geliyordu. Roosevelt’e göre, savaşın üç galibinin Çin’le birlikte dünyanın yönetim kurulu gibi hareket ederek, herhangi bir olası zalime (Roosevelt’e göre Almanya’ya) karşı barışı korumaları gerekiyordu. Bu görüş “dört polis” görüşü diye tanınır. Stalin’in yaklaşımı, hem komünist ideolojiyi, hem de geleneksel Rus dış politikasını yansıtıyordu. Savaşta kazandığı zaferin bedelini hemen almak için Orta Avrupa’ya doğru Rus nüfuzunu genişletmek istiyordu. Niyeti, Sovyet orduları tarafından ele geçirilen ülkelerin Rusya’yı gelecekteki bir Alman saldırısından korumak için tampon bölgelere dönüştürülmesiydi.
Roosevelt’in politikası, Amerika’nın geleneksel farklı olma duygusu, Wilsoncu idealizm ve kendisinin Amerikan psikolojisini çok iyi anlamış olmasının çok iyi bir karışımıydı. Amerikan psikolojisi, kazançlar ve kayıplar üzerinde ince hesaplar yapmaktan çok, evrensel amaçlara karşı daha duyarlıydı. Churchill, Sovyetlerin yayılmacılığına karşı Büyük Britanya’nın kendi başına karşı koyabilecek güçte büyük bir devlet olduğu imajını vermekte çok başarılı olmuştur. Çünkü ancak böyle bir inanç, Roosevelt’in, Amerikan birliklerinin denizaşırı ülkelerden geri çağrılması, silahtan arındırılmış bir Almanya, ikinci sınıf devlet statüsüne düşürülmüş bir Fransa ve önünde doldurulacak büyük bir boşluk bırakılan bir Sovyetler Birliği’nden oluşan bir dünya düzenini savunmasını açıklayabilir. Böylece, savaş sonrası dönem, Amerika’ya, yeni güç dengesi için ne kadar gerekli olduğunu öğretmek için iyi bir egzersiz olmuştur.
Roosevelt’in Dört Polis kavramı, Amerikalı liberaller bu düşünceden dolayı dehşete düşebilirlerse de, yapı itibariyle Metternich’in Kutsal İttifak’ına çok benziyordu. Her sistem, paylaşılan değerleri üstün tutarak galiplerin koalisyonu yoluyla barışı korumak için gösterilen bir çabayı simgelemektedir. Metternich’in sistemi işledi, çünkü gerçek bir güç dengesini koruyordu; anahtar ülkeler ortak değerleri benimsiyordu ve her ne kadar Rusya bazen anlaşmazlık çıkarıyor idiyse de, genellikle işbirliği yapıyordu. Roosevelt’in kavramı uygulanamadı; çünkü savaştan gerçek bir güç dengesi ortaya çıkmamıştı, galipler arasında derin bir ideolojik uçurum vardı ve Almanya tehdidinden kurtulan Stalin, eski müttefikleri ile çatışmayı da göze alarak Sovyet ideolojik ve politik çıkarlarının peşinden koşmaktan vazgeçmiyordu.
Churchill’in ise savaş zamanı diplomasisi, iki dev arasında manevra yapmaktan ibaretti. Aksi yönlerden olmakla beraber, her ikisi de Büyük Britanya’nın konumunu tehdit ediyordu. Roosevelt’in tüm dünyada self determinasyon prensibini savunması, İngiliz İmparatorluğu’na yapılmış bir meydan okumaydı; Stalin’in Sovyetler Birliği’ni Avrupa’nın ortasına sokma projesi de İngiliz güvenliğini tehdit ediyordu. Churchill şunu da açıkça anladı ki, savaşın sonunda büyük Britanya artık hayati çıkarlarını bile tek başına savunamayacak haldeydi. Dışarıya karşı kendinden emin görünse de, Churchill, Büyük Britanya’nın Avrupa dengesini tek başına koruyabileceğine inanan Amerikalı dostlarından daha iyi biliyordu ki, ulusunun savaş zamanındaki rolü, gerçekten bağımsız küresel bir Büyük devlet olarak oynayacağı son rol olacaktı. Churchill için, Amerika ile Büyük Britanya’nın savaş sonrası dünyada tek başına kalmamasını sağlayacak kadar güçlü dostluk bağları kurmaktan daha önemli değildi. Böylece sonunda Amerikan tercihlerine boyun eğdi. Ancak çoğu zaman, Amerikalı ortağını, Washington’un stratejik çıkarlarının, Londra’nınkilere çok yakın olduğuna ikna etmeyi başardı.
İdeoloji, geleneği kuvvetlendirdi. Bir komünist olarak, Stalin her ne kadar demokrasileri daha az haşin ve belki de daha az korkunç buluyorsa da, demokratik ve faşist devletler arasında herhangi bir ayrım yapmayı reddetti. Stalin’in kafasında, iyi niyet adına toprak elde etmekten veya o anın havası adına “objektif gerçeklikten vazgeçmesini mümkün kılacak bir kavramsal mekanizma yoktu. Bu nedenle, demokratik müttefiklerine de, bir yıl önce Hitler’e yaptığı aynı öneriyi götürmesi kaçınılmazdı. Hitler’le işbirliği Nazilere daha sempatiyle bakmasına neden olmadığı gibi, demokrasilerle ittifakı da onu özgür kurumların erdemini takdir etmeye ikna edemedi. Her geçici ortaktan diplomasi kanalıyla ne koparabilirse onu koparır ve karşılıksız olarak kendisine verilmeyenleri de, savaşa neden olmadığı sürece, kuvvet kullanmak suretiyle alırdı. Stalin’in yol gösterici yıldızı, komünist ideolojinin prizmasından yansıyan Sovyet ulusal çıkarı olmuştur. Palmerston’un sözleriyle, onun dostları yoktu, yalnızca çıkartan vardı.
Galiplerin her biri, kendi ulusal tarihi deneyimlerinin şartlarını ortaya koyuyorlardı. Churchill, Avrupa’da geleneksel güç dengesini yeniden kurmak istiyordu. Bu, Büyük Britanya, Fransa ve hatta yenilmiş Almanya’nın Birleşik Devletler’le birlikte doğudaki Sovyet devine karşı denge oluşturacakları anlamına geliyordu. Roosevelt’e göre, savaşın üç galibinin Çin’le birlikte dünyanın yönetim kurulu gibi hareket ederek, herhangi bir olası zalime (Roosevelt’e göre Almanya’ya) karşı barışı korumaları gerekiyordu. Bu görüş “dört polis” görüşü diye tanınır. Stalin’in yaklaşımı, hem komünist ideolojiyi, hem de geleneksel Rus dış politikasını yansıtıyordu. Savaşta kazandığı zaferin bedelini hemen almak için Orta Avrupa’ya doğru Rus nüfuzunu genişletmek istiyordu. Niyeti, Sovyet orduları tarafından ele geçirilen ülkelerin Rusya’yı gelecekteki bir Alman saldırısından korumak için tampon bölgelere dönüştürülmesiydi.
Roosevelt’in politikası, Amerika’nın geleneksel farklı olma duygusu, Wilsoncu idealizm ve kendisinin Amerikan psikolojisini çok iyi anlamış olmasının çok iyi bir karışımıydı. Amerikan psikolojisi, kazançlar ve kayıplar üzerinde ince hesaplar yapmaktan çok, evrensel amaçlara karşı daha duyarlıydı. Churchill, Sovyetlerin yayılmacılığına karşı Büyük Britanya’nın kendi başına karşı koyabilecek güçte büyük bir devlet olduğu imajını vermekte çok başarılı olmuştur. Çünkü ancak böyle bir inanç, Roosevelt’in, Amerikan birliklerinin denizaşırı ülkelerden geri çağrılması, silahtan arındırılmış bir Almanya, ikinci sınıf devlet statüsüne düşürülmüş bir Fransa ve önünde doldurulacak büyük bir boşluk bırakılan bir Sovyetler Birliği’nden oluşan bir dünya düzenini savunmasını açıklayabilir. Böylece, savaş sonrası dönem, Amerika’ya, yeni güç dengesi için ne kadar gerekli olduğunu öğretmek için iyi bir egzersiz olmuştur.
Roosevelt’in Dört Polis kavramı, Amerikalı liberaller bu düşünceden dolayı dehşete düşebilirlerse de, yapı itibariyle Metternich’in Kutsal İttifak’ına çok benziyordu. Her sistem, paylaşılan değerleri üstün tutarak galiplerin koalisyonu yoluyla barışı korumak için gösterilen bir çabayı simgelemektedir. Metternich’in sistemi işledi, çünkü gerçek bir güç dengesini koruyordu; anahtar ülkeler ortak değerleri benimsiyordu ve her ne kadar Rusya bazen anlaşmazlık çıkarıyor idiyse de, genellikle işbirliği yapıyordu. Roosevelt’in kavramı uygulanamadı; çünkü savaştan gerçek bir güç dengesi ortaya çıkmamıştı, galipler arasında derin bir ideolojik uçurum vardı ve Almanya tehdidinden kurtulan Stalin, eski müttefikleri ile çatışmayı da göze alarak Sovyet ideolojik ve politik çıkarlarının peşinden koşmaktan vazgeçmiyordu.
Churchill’in ise savaş zamanı diplomasisi, iki dev arasında manevra yapmaktan ibaretti. Aksi yönlerden olmakla beraber, her ikisi de Büyük Britanya’nın konumunu tehdit ediyordu. Roosevelt’in tüm dünyada self determinasyon prensibini savunması, İngiliz İmparatorluğu’na yapılmış bir meydan okumaydı; Stalin’in Sovyetler Birliği’ni Avrupa’nın ortasına sokma projesi de İngiliz güvenliğini tehdit ediyordu. Churchill şunu da açıkça anladı ki, savaşın sonunda büyük Britanya artık hayati çıkarlarını bile tek başına savunamayacak haldeydi. Dışarıya karşı kendinden emin görünse de, Churchill, Büyük Britanya’nın Avrupa dengesini tek başına koruyabileceğine inanan Amerikalı dostlarından daha iyi biliyordu ki, ulusunun savaş zamanındaki rolü, gerçekten bağımsız küresel bir Büyük devlet olarak oynayacağı son rol olacaktı. Churchill için, Amerika ile Büyük Britanya’nın savaş sonrası dünyada tek başına kalmamasını sağlayacak kadar güçlü dostluk bağları kurmaktan daha önemli değildi. Böylece sonunda Amerikan tercihlerine boyun eğdi. Ancak çoğu zaman, Amerikalı ortağını, Washington’un stratejik çıkarlarının, Londra’nınkilere çok yakın olduğuna ikna etmeyi başardı.
İdeoloji, geleneği kuvvetlendirdi. Bir komünist olarak, Stalin her ne kadar demokrasileri daha az haşin ve belki de daha az korkunç buluyorsa da, demokratik ve faşist devletler arasında herhangi bir ayrım yapmayı reddetti. Stalin’in kafasında, iyi niyet adına toprak elde etmekten veya o anın havası adına “objektif gerçeklikten vazgeçmesini mümkün kılacak bir kavramsal mekanizma yoktu. Bu nedenle, demokratik müttefiklerine de, bir yıl önce Hitler’e yaptığı aynı öneriyi götürmesi kaçınılmazdı. Hitler’le işbirliği Nazilere daha sempatiyle bakmasına neden olmadığı gibi, demokrasilerle ittifakı da onu özgür kurumların erdemini takdir etmeye ikna edemedi. Her geçici ortaktan diplomasi kanalıyla ne koparabilirse onu koparır ve karşılıksız olarak kendisine verilmeyenleri de, savaşa neden olmadığı sürece, kuvvet kullanmak suretiyle alırdı. Stalin’in yol gösterici yıldızı, komünist ideolojinin prizmasından yansıyan Sovyet ulusal çıkarı olmuştur. Palmerston’un sözleriyle, onun dostları yoktu, yalnızca çıkartan vardı.
Soğuk Savaş’ın Başlaması
Roosevelt’in 12 Nisan 1945 tarihindeki ölümü beklenmeyen bir şey değildi. Ocakta, hastasının ani tansiyon değişikliklerinden korkuya kapılan Roosevelt’in doktoru, hastasının ancak gerginlikten kaçınırsa yaşayabileceği sonucuna vardı. Başkanlık makamının baskıları göz önüne alındığında, doktorun değerlendirmesi ölüm fermanı gibi bir şeydi.1 Etrafı çevrilmiş Berlin’de, Hitler ve Goebbels Alman tarih kitaplarında anlatılan Brandenburg Sarayı mucizesinin tekrar edeceğine kendilerini neredeyse inandırmışlardı. Yedi Yıl Savaşları sırasında, Rus orduları Berlin kapılarında iken, Rus Çarı’nın ani ölümü ve dost bir çarın yerine geçmesi, Büyük Frederick’i kurtarmıştı. Fakat tarih 1945’te tekerrür etmedi. Nazi suçları en azından bir tek sarsılmaz ortak amaç sağlamıştı: Nazizm belasını ortadan kaldırmak.
Nazi Almanya’sının çöküşü ve bunun sonucunda ortaya çıkan güç boşluğunun doldurulması gereksinimi, savaş ortaklığının dağılmasına neden oldu. Müttefik- ler’in amaçları çok farklıydı. Churchill, Sovyetler Birliği’nin Orta Avrupa’yı hegemonyası altına almasını önlemek peşinde idi. Stalin, Sovyet askeri zaferleri ve Rus halkının çektiği acıların karşılığının toprak şeklinde ödenmesini istiyordu. Yeni başkan Harry S. Truman, başlangıçta Roosevelt’in miras bıraktığı ittifakın devamı için çaba harcadı. Başkanlık döneminin sonunda, savaş zamanı uyumlu çalışmasından hiçbir iz yoktu. Dünyanın iki ucundaki iki dev, ABD ve Sovyetler Birliği şimdi Avrupa’nın tam göbeğinde karşı karşıyaydılar.
Harry S. Truman’ın geçmişi, büyük selefininkinden tamamen farklıydı. Roosevelt, kuzeydoğulu kozmopolit ve zengin bir aileden geliyordu. Truman ise, orta-batıdan, kırsal orta sınıftandı. Roosevelt en iyi okullarda ve üniversitelerde okumuştu, Truman, her ne kadar Dean Acheson ondan sevgi ve hayranlıkla söz ederken, onun kelimenin tam anlamı ile bir Yale’li olduğunu söylerse de, hiçbir zaman eğitimi ortaokul düzeyini geçmedi. Roosevelt’in bütün yaşamı en yüksek makam için hazırlıktı. Truman, Kansas City’nin politik mekanizmasının bir ürünüydü.
Olayların bir sonucu olarak, Truman Soğuk Savaş’ın başlangıcının ve bu savaşı kazanacak olan sınırlandırma politikasının geliştirilmesi döneminin başkanı oldu. Birleşik Devletler’i, ilk barış zamanı askeri ittifakına soktu. Onun rehberliği altında, Roosevelt’in Dört Polis kavramı yerini, sonraki kırk yıl boyunca Amerikan dış politikasının çekirdeğini oluşturan daha önce görülmemiş koalisyonlara bıraktı. Kendi değerlerinin evrenselliğine olan Amerikan inancını kabullenen bu ülkenin, Amerika’nın orta kısmından gelen iddiasız adam, takati tükenmiş düşmanları dahi demokratik uluslar topluluğuna katılmak için cesaretlendirdi: Marshall Planı’nı ve Dört Nokta programını destekledi. Bunlarla Amerika, uzak toplulukların kalkınması ve gelişmesi için kendi kaynaklarını ve teknolojisini seferber etti.
Roosevelt’in gittikçe kötüleşen sıhhatine rağmen Truman üç aylık başkan yardımcılığı süresince önemli hiçbir dış politika kararına katılmaya davet edilmedi. Atom bombası yapılması projesi hakkında da kendisine herhangi bir bilgi verilmedi.
Stalin, Birleşik Devletler’e karşı da, 1940’ta Hitler’e karşı takındığı tavrın aynısını sergiledi. 1945’te Sovyetler Birliği, on milyonlarca kayıp dolayısıyla takatten düşmüş, ülkesinin üçte biri harap olmuş olduğu halde, atom bombası tekelini elinde tutan, savaştan zarar görmemiş Amerika’nın karşısında cesaretle duruyordu. 1940’ta da, kıtanın geri kalan kısmı elinde olan Almanya’nın karşısında idi. Her iki olayda da, Stalin ödün vermek yerine, Sovyet kuvvetlerini bir araya topladı ve olası düşmanlarına blöf yaparak, savaş olursa geri çekilmeyeceği, batıya doğru ilerleyeceği izlenimini verdi. Fakat her iki olayda da karşısındakilerin tepkisini yanlış hesapladı. 1940’ta Molotov’un Berlin ziyareti, Hitler’in Rusya’yı istila etmek kararını kuvvetlendirdi. 1945’te de aynı dışişleri bakanı, Amerika’nın iyi niyetini, Soğuk Savaş hesaplaşmasına dönüştürmeyi başardı.
Churchill Stalin’in diplomatik hesaplarını kavradı ve onları karşılamak için kendisi de iki hareket yaptı. Sovyet nüfuz küresi iyice kuvvetlenmeden sorunları konuşmak için üç müttefikin erken bir zirve toplantısı yapmasını ısrarla istedi. Bunu beklerken de Müttefikler’in ellerinde pazarlık için mümkün olduğu kadar çok koz toplamalarını istiyordu. Müttefik ve Sovyet ordularının, daha önce öngörülen yerden daha doğuda buluşmalarını da bu yönde bir fırsat olarak gördü ve sonuç olarak, sanayileşmiş olan bölge dâhil, Sovyet işgal bölgesi olarak ayrılan bölgenin hemen hemen üçte biri Müttefik kuvvetlerinin kontrolünde kaldı.
Churchill Potsdam’a, iç durumu kuvvetli bir pozisyonda gelmemişti. Gerçekten de, İngiliz delegasyonu 1935’ten sonra yapılacak ilk genel seçimin sonucunu almak için İngiltere’ye dönmelerini ve konferansa ara verilmesini isteyince, konferansın ritmi 25 Temmuz 1945’te tehlikeli bir şekilde kesildi. Churchill ezici bir yenilgiye uğradığı için bir daha Potsdam’a dönmedi. Yeni başbakan olarak yerini Clement Attlee aldı ve Ernest Bevin de Dışişleri Bakanı oldu.
Stalin, Sovyetlerin kuvvetini ve savaşçılığını abartmaya, Amerikan gücünü özellikle de en etkili silahı olan atom bombasını küçük göstermeye sistemli olarak çalıştı. Stalin, Truman kendisini atom bombasının varlığından haberdar edince de aynı kayıtsızlığı göstermişti. Dünyadaki iyi niyetli akademik takipçiler tarafından da desteklenen komünist propagandası, atom bombasının icadının askeri stratejiyi değiştirmediği ve stratejik bombalamanın etkisiz olacağı temasını işledi. 1946’da, Stalin resmi doktrinini şöyle ortaya koydu: “Atom bombaları sinirleri zayıf kimseleri korkutmak niyetiyle yapılmıştır, bu bombalar savaşın sonucunu belirleyemez..
Sınırlandırma Politikasının Çıkmazı: Kore Savaşı
Birleşik Devletler, Roosevelt’in düşündüğü gibi, Avrupa’dan “çocuklarını vatana geri getirmedi.” Onun yerine, Sovyet saldırılarına karşı durmak için kurumlar ve programlar oluşturarak, Sovyet küresine baskı yapmaya başladı. Üç yıl süresince sınırlandırma politikası istendiği gibi işledi. Marshall Planı Avrupa’yı ekonomik ve sosyal yönden güçlendirirken, Atlantik İttifakı da Sovyet yayılmacılığına karşı askeri bir siper görevi gördü. Yunanistan ve Türkiye’ye yardım programı Doğu Akdeniz’de Sovyet tehdidini önledi ve Berlin’e yapılan havadan ulaşım, demokrasilerin, kabul edilmiş haklarına karşı tehdit söz konusu olduğu zaman savaşı göze almaya hazır olduklarını gösterdi. Her iki olayda da Sovyetler Birliği, Birleşik Devletler’le çatışmak yerine geri çekilmeyi yeğledi.
Sınırlandırma politikası, Avrupa adına isteksiz bir Kongre’ye devredilmişti. Akdeniz’e yönelen bir Sovyet saldırısı korkusu, Yunan ve Türk yardım programını yarattı ve Batı Avrupa’ya Sovyet saldırısı tehlikesi ise, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün kurulmasına neden oldu. Bir Sovyet baskısının başka bir yerde ortaya çıkması olasılığı ancak sonradan akla geldi.
Kore Savaşı her iki taraftaki karşılıklı yanlış anlamadan çıkmış oldu. Bölgeyi Amerikan çıkarları açısından değerlendiren komünistler, Amerika’nın Asya topraklarının esas kesiminin komünistlerin eline geçmesine ses çıkarmazken, bir yarımadanın ucu için direnmesini mantıklı bulmadılar. Sorunu prensipler açısından algılayan Amerika ise, Kore’nin Amerikan liderleri tarafından açıkça sözü edilmeye değmez bulunan jeopolitik öneminden çok, komünist saldırısının karşılıksız kalmamasıyla ilgiliydiler.
Amerikan politikasını frenleyen diğer bir faktör, Birleşmiş Milletler yoluyla yapılacak birçok taraflı yaklaşıma Amerika’nın bağlılığıydı. Kore Savaşı’nın başlangıcında, Birleşik Devletler, büyük miktarda asker gönderen Büyük Britanya ve Türkiye gibi NATO devletlerinin büyük desteğini görmüştür. Kore’nin kaderiyle ilgili olmayan bu ülkeler, sonradan kendi savunmalarında yararlanabilecekleri ortak eylem ilkesini desteklemişlerdir.
Sovyetlerin yavaş yavaş ortaya çıkmakta olan nükleer kapasitesi karşısında, Amerikan liderlerinin nasıl olup da zaman geçtikçe Amerikan caydırıcı gücünün daha da artacağına inandıktan sınırlandırma teorisinin garip varsayımlarının yeni bir belirtisi olarak açıklanabilir: Amerika’nın nükleer tekele sahipken zayıf olduğu ve Sovyetler Birliği kendi atom bombalarını yaparken Amerikan kuvvet durumunun geliştirilebileceğine inanmak. Stalin, Amerika’nın bu kendi kendine yarattığı uyutma taktiğini kullanarak ve özel olarak tehdit edici hiçbir şey yapmadan ABD’yi Kore’de sınırlı bir zafer elde etmekten vazgeçirmeyi başardı.
Böylece Kore Savaşı sınırlandırma politikasının hem hudutlarını, hem de güçlü taraflarını ortaya çıkardı. Geleneksel devlet adamlığı terimleri içinde, Kore, daha sonra süreç içinde oluşacak olan iki rakip nüfuz küresini birbirinden ayıran sınır çizgisini belirleyen bir denemeydi. Fakat Amerikalılar bunu tamamen farklı, iyi ile kötü arasındaki bir çatışma ve hür dünya adına bir mücadele olarak algıladılar. Bu yorum, Amerika’nın eylemlerine büyük bir itici güç ve feragatle çalışma şevki vermiştir. Fakat aynı zamanda, sınırlandırma teknik ve kıyamet anlamları arasında gidip gelmesine de neden olmuştur. Avrupa’nın ve Japonya’nın toparlanması gibi yapılan büyük imar işleri yanında, Sovyet olanaklarını olduğundan fazla tahmin etmek ve ayrıntılan anlayamamak gibi birtakım hatalar da yapılmıştır. Moral veya hukuki bir formüle bağlanabilecek sorunlar, iyi ve akıllı bir şekilde yönetilmiştir; fakat bu formülün hizmet edeceği amaç yerine, formül üzerine yoğunlaşma eğilimi de vardır. Kore’de Amerika’nın başarısını ölçerken, Acheson savaş alanında alınan sonuçtan çok, ortak güvenlik kavramının yerleştirilmesi üzerinde duruyordu: “Ortak güvenlik düşüncesi deneye tabi tutuldu ve başarılı oldu. Ortak güvenliğe inanan uluslar, birbirlerine kenetlenebileceklerini ve birlikte savaşabileceklerini göstermişlerdir.” 31 Ortak hareket prensibini yerleştirmek, yenilgiden kaçınıldığı sürece savaşın sonucundan daha önemliydi.
Sınırlandırma Politikasının Üzerinden Atlanması: Süveyş Krizi
1950’li yılların ortalarında, Batı Avrupa’daki Amerikan nüfuz küresi gelişiyordu ve Amerika’nın bu küreyi askeri güçle korumaya hazır olması Sovyet serüvenciliğini caydırdı. Fakat Avrupa’daki hareketsizlik, dünyada da hareketsizlik anlamına gelmiyordu. 1955’te, Cenevre Zirvesi’nden iki ay sonra, Sovyetler Birliği pamuk karşılığında Mısır’a büyük çapta silah satışı anlaşması yaptı. Sonra, Sovyet nüfuzunun Ortadoğu’ya doğru genişlemesi için cesurca bir hareketle daha da çoğunu verdi. Mısır’da nüfuz kazanmak için ilk hareketi yapan Kruşçev, Birleşik Devletler’in Sovyetler Birliği etrafında oluşturduğu “Cordon sanitaire” [Bir ülkenin çevresinde, o ülkeyi tecrit eden ve saldırganlığını kontrol altında tutan veya nüfuzunu azaltan bir ülkeler kuşağı (mütercimin notu)] “üzerinden atlamış” oluyordu. Böylece Washington, şimdiye kadar Batı küresi içinde güvende sandığı bölgelerde de Sovyetleri kontrol etmek görevi ile karşı karşıya kaldı.
Sovyet liderlerinin gelişmekte olan bir ülkeye ilk silah satışlarının Arap milliyetçiliğini ateşleyeceğini, Arap-İsrail anlaşmazlığını büsbütün çığırından çıkaracağını ve Ortadoğu’da Batı egemenliğine karşı büyük bir meydan okuma olarak değerlendirileceğini anlamaması olanaksızdı. Duman dağılıncaya kadar, Süveyş krizi, Büyük Britanya ve Fransa’nın büyük devlet statüsünü ortadan kaldırdı. Bundan böyle, Avrupa dışında Soğuk Savaş surlarını ABD tek başına koruyacaktı.
Ortadoğu’ya Sovyet silahı satılması, Batı Avrupa’nın özellikle de Büyük Britanya’nın hassas noktasına dokunmuştu. Hindistan’dan sonra Mısır, Büyük Britanya’nın imparatorluk geçmişinin en önemli mirası idi. XX. yüzyılda, Batı Avrupa’ya petrol sevkiyatının başlıca arteri Süveyş Kanalı olmuştu, ikinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki en zayıf zamanında bile, Büyük Britanya, ülkesini Ortadoğu’nun üstün gücü olarak görmüştü. Hâkimiyetinin iki dayanağı vardı: Ortak bir İngiliz-liran şirketiyle petrol gönderen İran ve stratejik üs olarak hizmet eden Mısır.
1950’li yıllarda bu dünya dağıldı. Yeni bağımsızlıklarına kavuşmuş ülkelerin ilk kuşağının alkışları ile İran Başbakanı Musaddık 1951’de İran petrol endüstrisini millileştirdi ve Abadan’daki petrol kompleksini koruyan İngiliz birliklerinin ülkeyi terk etmesini istedi. Artık Büyük Britanya, kendisini Sovyet sınırına çok yakın bir yerde Amerikan yardımı olmadan askeri harekâta girişecek kadar güçlü hissetmiyordu ve bu yardım da yoktu. Bundan başka, Süveyş Kanalı boyunca yer alan ana üssünde bir gerileme durumunda olduğunu düşündü.
Musaddık tarafından yapılan meydan okuma, iki yıl sonra Birleşik Devletler, onu devirmek için bir hükümet darbesini teşvik edince sona erdi. (O günlerde Washington, gizli operasyonları, askeri müdahaleden daha çok hukuka uygun buluyordu.) Ancak Büyük Britanya’nın İran’daki hâkimiyeti, hiçbir zaman eski haline dönmedi. 1952’de, Büyük Britanya’nın Mısır’daki durumu da kötü idi. Bölgede yaygın olan milliyetçi ve sömürgecilik aleyhtarı havayı yansıtan bir grup genç subay, yolsuzluk yapan Kral Faruk’u devirdi. Başlarındaki kişi, Albay Cemal Abdül Nasır idi. İnsanlarda sevgi uyandırabilen kuvvetli bir şahsiyeti olan Nasır, Arap milliyetçiliğine hitap ederek karizmatik bir nitelik kazandı. Nasır 1948’de İsrail ile yapılan savaştaki Arap yenilgisinden sonra kendisini çok aşağılanmış hissetti. Yahudi Devleti’nin kuruluşunu da Batı sömürgeciliğinin en son aşaması olarak gördü. Büyük Britanya ve Fransa’yı bölgeden atmaya kararlıydı.
Büyük Britanya, Ortadoğu üzerindeki hayallerini terk etmek zorunda kalan ilk ülke oldu. Süveyş Kanalı boyunca yerleştirilmiş olan üssü, 80.000 askerden oluşan garnizonu ile İngiltere’nin son önemli imparatorluk ileri karakoluydu. Ancak Büyük Britanya, Mısır’ın muhalefetine rağmen ve Amerika’nın desteği olmadan Kanal Bölgesi’nde büyük bir kuvvet bulunduracak durumda değildi. 1954’te, Birleşik Devletler’in baskısı ile kuvvetlerini Süveyş üssünden 1956 yılında çekmeye razı oldu.
Fransa Nasır’a karşı daha da düşmanca hisler besliyordu. Fransa’nın Arap dünyasında ilgilendiği ülkeler eskiden Fransa’nın himayesinde olan Fas ve Cezayir idi ve Cezayir, Metropolitan Fransa’nın bir milyon Fransız’ı barındıran bir eyaletiydi. Her iki Kuzey Afrika ülkesi de bağımsızlık peşindeydiler ve Nasır’ın politikaları onlara duygusal ve politik destek sağlıyordu. Sovyet silah anlaşması, Mısır’ın Cezayirli gerillalara gönderilecek silahlar için bir yol olması olasılığını da ortaya çıkardı. Fransa’nın yeni Başbakanı Guy Mollet, “Bütün bunlar Nasır’ın işi” dedi. “Nasıl Hitler’in politikası Mein Kampf’ında yazılıysa, Nasır da İslam’ın fetihlerini yeniden canlandırmak ihtirası içindedir.”
Kendilerini bekleyen uluslararası kızgınlıktan görünüşe göre habersiz olan Büyük Britanya ve Fransa, işi sürüncemede bırakıyorlarmış izlenimi bırakan bir askeri strateji uygulayarak politik sorunlarını daha da artırdılar. 29 Ekimde, İsrail Sina’yı istila etti. 30 Ekim’de, Büyük Britanya ve Fransa her iki taraftan da kanaldan çekilmelerini istedi, İsrail birlikleri daha kanala varmamıştı bile. 31 Ekim’de Büyük Britanya ve Fransa karadan müdahale edeceklerini açıkladılar, İngiliz ve Fransız birlikleri ancak dört gün sonra karaya çıktılar ve karada oldukları birkaç gün içinde kanalı ele geçirme misyonlarını yerine getiremediler. Kimsenin hesaplamadığı şey, Amerika’nın doğruculuğunun kabarmasıydı. 30 Ekim’de, İsrail’in ilk saldırısından yirmi dört saat sonra, Güvenlik Konseyi’ne İsrail silahlı kuvvetlerinin “derhal oluşturulan ateşkes çizgisinin gerisine... çekilmesini”30 emreden sert bir karar taslağı sundu. Mısır tarafından desteklenen terörizmin veya Akabe Körfezi’nin hukuka aykırı olarak Arap ablukası altına alınmasının kınanmasını isteyen bir talepte bulunulmadı.
Sebep olduğu bütün acılara rağmen, Süveyş krizi, Amerika’nın dünya liderliğine yükselişini ortaya çıkarmıştır. Amerika, Süveyş krizinden yararlanarak Realpolitik belasından ve güç dengesine aşırı düşkünlükten sorumlu tuttuğu müttefiklerinden kopmak suretiyle derin bir nefes almıştır. Fakat hayat devam ediyordu ve Amerika’nın bozulmamış olarak kalmasına izin verilmeyecekti. Süveyş, Amerika’nın ilk defa küresel gücün gerçekleri ile karşılaşmasına sebep oldu. Bu gerçeklerin birisi, boşlukların daima doldurulacağı ve başlıca sorunun boşluğun doldurulup doldurmayacağı değil, kimin tarafından doldurulacağı olduğuydu. Büyük Britanya ve Fransa’nın, Ortadoğu’daki tarihi rollerinden uzaklaştırılmasından sonra, Amerika bu bölgedeki güç dengesinin sorumluluğunun kendi omuzlarına yüklendiğini gördü.
Amerika’nın kendisini Avrupa’dan koparması, onu, dünyanın her bölgesinde, her özgür (yani komünist olmayan) ulusun savunulması yükünü üzerine almak gibi bir durumla karşı karşıya getirmiştir. Her ne kadar Süveyş krizi esnasında Amerika hâlâ Birleşmiş Milletler aracılığı ile kalkınmakta olan dünyada dengenin belirsizlikleri ile uğraşmaya çalıştıysa da, iki yıl içinde Amerikan kuvvetleri, Eisenhower Doktrini’ni uygulamak için Lübnan’a gelecekti. On yıl sonra, Amerika tek başına Vietnam’da boğuşmaya başlayacak, müttefiklerinden çoğu Süveyş günlerinde Amerika’nın ortaya koyduğu argümanları ileri sürerek kendilerini uzak tutacaklardır.
Vietnam: Bataklığa Saplanış; Ümitsizlik Yolunda, Kurtuluş
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yirmi yıl, Amerika, dağılmış dünyanın parçalarını bir araya getirip, yeni bir uluslararası düzen kurmak için liderliği üstlendi. Amerika Avrupa’yı iyileştirdi, Japonya’yı restore etti, Yunanistan, Türkiye, Berlin ve Kore’de komünist yayılmacılığı bastırdı, ilk barış zamanı ittifakını yaptı ve kalkınmakta olan dünyaya teknik yardım programını başlattı. Amerikan şemsiyesi altındaki ülkeler, barış, refah ve istikrarın tadını çıkarıyorlardı.
Ancak Çinhindi’nde, Amerika’nın önceki ülke dışı çalışmalarının gösterdiği tüm örnekler parçalandı. Amerika’nın XX. yüzyıldaki uluslararası deneyiminde ilk kez, Amerikan ulusunun değerleri ile başarıları arasındaki doğrudan doğruya ve nedensel ilişki yıpranmaya başladı. Kendi değerlerinin çok fazla evrensel uygulaması, Amerikalılar arasında bu değerlerin niçin Vietnam’a uygulandığını sorgulamalarına neden oldu. Amerika’nın ulusal deneyimlerinin farklığına olan inanç ile komünizmi çevrelemenin jeopolitiğinde doğal olarak bulunan ödünler ve belirsizlikler arasında bir uçurum doğdu. Vietnam potasında, Amerika’nın kendi farklılığına olan inancı, kendine döndü. Amerikan toplumu, başkalarının yapabileceği gibi, politikalarının pratik eksikliklerini değil, Amerika’nın herhangi bir uluslararası rolü izleyecek kadar değerli olup olmadığını tartıştı. Vietnam tartışmasının bu yönü, Amerika’nın bünyesinde çok acı verici ve iyileşmesi çok zor yaralar açtı.
XIX. yüzyılda, Realpolitik’in en büyük uygulayıcısı olan Bismarck, iki en yakın müttefiki Avusturya ve Rusya’yı, Alman sınırlarından birkaç yüz mil ötedeki Balkanlar’da karışıklık yüzünden kavgalı olduklarını görünce, Almanya’nın Balkan sorunları yüzünden savaşa kalkışmayacağını açıkça anlattı; Bismarck’a göre, Balkanlar, kendi sözleri ile, tek bir Pomeranyalı askerin kemiklerine dahi değmeyecek bir bölgeydi. Birleşik Devletler hesaplarını aynı cebir üzerinde yapmadı. XIX. yüzyılda, kurnaz bir dış politika uygulayıcısı olan Başkan John Quincy Adams, vatandaşlarını, “uzak diyarlardaki canavarların” peşinde ülke dışında tehlikeli işlere girişilmemesi hakkında uyarmıştı. Ancak dış politikaya Wilsoncu yaklaşım, öldürülecek canavarlar arasında bir ayırım yapmaya izin vermiyordu. Dünya düzenine yaklaşımı evrensel olan Wilsonculuk, çeşitli ülkelerin nispi önemi ile ilgili herhangi bir analiz yapmadı. Amerika, bölgesel şartlar ne olursa olsun ve jeopolitikten bağımsız olarak doğru olan bir şey için çarpışma zorundaydı.
Amerika’nın Çinhindi’ne girmesi tamamen yeni bir moral sorun getirdi. NATO demokrasileri savundu; Amerika’nın Japonya’yı işgali bu ulusa demokratik kurumları getirdi; Kore Savaşı küçük devletlerin bağımsızlıklarına karşı yapılan saldırıyı geri çevirmek içindi. Oysa Çinhindi’nde çevreleme olayı ilk başta özellikle jeopolitik terimlerle açıklandı ki, bu durum hakim Amerikan ideolojisinin içine alınmasını daha da zorlaştırdı. Çinhindi’nin savunulması, Amerika’nın geleneksel sömürgecilik karşıtı politikası ile taban tabana zıttı.
Truman’ın, yerine gelen Dwight D. Eisenhower’a bıraktığı miras, Çinhindi’ne yıllık 200 milyon dolar civarında askeri yardım programı (1993’te l milyar dolar demektir) ve politika arayışında olan bir stratejik teoridir. Truman Yönetimi, stratejik doktrini ile moral inançları arasında olası bir farkla yüz yüze kalmak zorunda kalmadı veya jeopolitik mantıkla Amerikan olanakları arasında bir seçim yapmak gereği ile karşılaşmadı: Eisenhower ilk sorunla, Kennedy, Johnson ve Nixon ise ikinci sorunla uğraşmak sorumluluğunu yüklendi.
Uygulaması zor olmakla birlikte, gerilla savaşında esas denklem basittir: Gerilla ordusu kaybetmekten kaçındığı müddetçe kazanır; konvansiyonel ordu ise, kesin olarak kazanamazsa savaşı kaybetmeğe mahkûmdur. Tarafların kımıldayamaz duruma gelmesi hiçbir zaman olmaz. Bir gerilla savaşına girişen bir ülke, uzun bir mücadeleye hazır olmalıdır. Gerilla ordusu, vur kaç taktiğiyle iyice azaltılmış bir kuvvetle bile uzun zaman savaşa devam edebilir. Açık seçik bir zafer çok enderdir; başarılı gerilla savaşları tipik olarak uzun zamana yayılır. Gerilla kuvvetleri üzerinde en dikkati çeken zafer örnekleri Malaya ve Yunanistan’da görülmüştür. Bu ülkelerdeki gerillaların dışarıdan yapılan malzeme destekleri kesildiği için (Malaya’da arazi yapısı dolayısıyla, Yunanistan’da Tito’nun Moskova ile bağlarını koparması sonucunda) savunma yapan kuvvetler başarılı olmuşlardır.
Ne Fransız ordusu, ne de onlardan on yıl sonra onların izlerini takip eden Amerikan ordusu, gerilla savaşı bilmecesini çözebildi. Her iki ordu da eğitimini gördükleri ve ona göre teçhiz edildikleri tek savaş çeşidine göre savaştılar; klasik, cephe hatları belirlenmiş konvansiyonel savaş. Üstün ateş gücüne güvenen her iki ordu da bir yıpratma savaşına giriştiler. Her ikisi de, kendi ülkesinde, sabırla savaşan ve savaşı sona erdirmek yönünde iç baskılar yaratarak onları yorabilecek bir düşman tarafından savaş stratejisinin aleyhlerine döndürüldüğünü gördüler. Kayıplar her geçen gün artarken, ilerlemenin kriteri belirsiz kaldı.
Komünist yayılmacılığına bir çizgi çekmek için Vietnam’ı seçmekle, Amerika ilerideki yıllarda büyük çıkmazlarla karşı karşıya gelmeyi garanti etmiş oldu. Eğer politik reformlar, gerillaları yenmek için bir yol ise, onların gittikçe güçlenmesi Amerika’nın önerilerinin doğru olarak uygulanmadığı anlamına mı geliyordu, yoksa bu önerilerin hiç olmazsa mücadele aşamasında faydasız olduğunu mu kanıtlıyordu? Eğer Vietnam gerçekten küresel denge için, hemen hemen bütün Amerikan liderlerinin değerlendirdiği kadar önemli ise, bunun sonunda jeopolitik gereksinmelerin diğer gereksinmelerden daha baskın çıkıp, Amerika’nın ülkesinden 12.000 mil uzaktaki bir savaşa karışmak zorunda kalması mı demekti? Bu soruların cevabı, Eisenhower’ın yerine gelen John F. Kennedy ve Lyndon B. Johnson’a bırakıldı.
Çinhindi ile uğraşmak zorunda kalan peş peşe üçüncü başkan olan John F. Kennedy, yerleşmiş birtakım politik kurallarla işe başladı. Kendisinden öncekiler gibi Kennedy de Vietnam’ı, Amerika’nın genel jeopolitik konumunda çok önemli bir halka olarak düşünüyordu. Truman ve Eisenhower gibi, bir komünist zaferini Vietnam’da durdurmanın Amerikan çıkarları açısından hayati önemde olduğuna inanıyordu. Yine kendisinden öncekiler gibi, Hanoi’deki komünist liderliğini, Kremlin’in bir taşeronu olarak görüyordu. Kısacası, Kennedy de tıpkı kendisinden önceki iki yönetim gibi, Güney Vietnam’ı savunmanın küresel çevreleme stratejisinin bir gereği olarak kabul etti.
Çinhindi ile uğraşmak zorunda kalan her yeni yönetim, gittikçe daha derin bir şekilde bataklığa saplanıyordu. Truman ve Eisenhower, askeri yardım programını kurmuştu; Kennedy’nin reformlar üzerinde ısrarla durması, Amerika’nın Güney Vietnam’ın iç politikasına daha çok bulaşmasına yol açmıştır.
Kennedy Yönetimi herkesçe bilinen gerçeği seçerek, Çinhindi’nin birçok çözülemeyen çıkmazlarından birini belirledi: Aynı anda hem politik reformlar, hem de askeri zafer peşinde olmak bir kısır döngü yarattı. Geniş sınırlar içinde hareket eden gerillalar, savaşın yoğunluğunu ayarlayabilecek pozisyondaydılar ve bundan dolayı güvenliğin düzeyi, reformların gerçekleştirilmesinin hızından tamamen bağımsızdı. Güvensizlik ne kadar çoksa, Saygon hükümeti de o kadar ağır elli idi. Washington, gerillaların başarılarını, kısmen de olsa reformların ağırdan alınmasına bağladığı müddetçe, Hanoi Amerikalıların Saygon hükümeti üzerindeki baskılarını artıracak şekilde hareket ederdi. Hanoi’deki fanatik ideologlar ile Washington’daki deneyimsiz idealistler arasında kalan Diem’in hükümeti, donarak hareketsizleşti ve beklenilen şekilde yenilgiye uğradı.
Kennedy’nin öldürülmesi, Amerika’nın Vietnam’dan kurtulmasını daha da zorlaştırdı. Eğer Kennedy Amerika’nın devam edemeyeceği bir yola girdiği gerçeğini hissetmiş idiyse, yalnızca kendi kararını tersine çevirmesi gerekiyordu; diğer taraftan, Johnson’un kendinden önceki saygı duyulan başkanın açık politikasını fırlatıp atması gerekirdi. Özellikle Kennedy Yönetimi’nden devraldığı danışmanlardan hiçbirisi Johnson’a Vietnam’la ilgiyi kesme konusunda hiçbir öneride bulunmamıştı (Başkanın yakın çevresinden olmayan Dışişleri Bakan Yardımcısı George Ball hariç). Görevine yeni başlamış bir lider için bu kadar büyük bir çekilme kararını vermek, gerçekten olağanüstü bir kendine güven duygusuna ve bilgiye sahip olmayı gerektirir ve dış politika konusunda Johnson hiç de kendinden emin değildi.
Amerika, Vietnam kazanında en kutsal inanışların bile sınırları olduğunu öğrenecek ve kuvvet ile prensipler arasındaki farktan doğabilecek boşlukla uzlaşmaya mecbur bırakılacaktı. Amerika tarihi deneyimine karşıt olan dersleri kabul etmekte isteksiz olduğu için kayıplarını azaltmakta da olağanüstü derecede zorlandı. Böylece, her iki düş kırıklığı ile birlikte gelen acı, Amerika’nın en kötü değil, en iyi niteilklerinin bir sonucuydu. Amerika’nın dış politikanın temeli olarak ulusal çıkar anlayışını reddetmesi, ülkeyi fark gözetmeyen bir moralizm denizine sürükledi.
Yeni Dünya Düzeninin Yeniden Değerlendirilmesi
21. yüzyılın son on yılının başlangıcında, Wilsonculuk zafer kazanmış gibi görünüyordu. Komünizmin ideolojik ve Sovyetlerin jeopolitik meydan okumalarının aynı zamanda üstesinden gelinmişti. Komünizme moral bakımından karşı olma amacı, Sovyet yayılmacılığına karşı direnmenin jeopolitik görevi ile birleşmişti.
Soğuk Savaş’ın bitmesi, uluslararası çevreyi Amerika’nın imajına göre yeniden oluşturma yönünde daha da büyük bir heves yarattı. Wilson ülke içinde “yalnızlık” politikası ile sınırlandırılmıştı; Truman ise, Stalinci yayılmacılıkla mücadele etmişti. Soğuk Savaş sonrası dünyada, Birleşik Devletler, kürenin her bölgesine müdahale edebilecek kapasitedeki tek süper devlet olarak kaldı. Ancak güç daha yaygın hale geldi ve askeri kuvvetle ilgili sorunlar azaldı. Soğuk Savaş’taki zafer, Amerika’yı, XVIII. ve XIX. yüzyıl Avrupa devlet sistemine birçok bakımdan benzeyen ve Amerikalı devlet adamlarının ve düşünürlerinin devamlı olarak sorguladıkları uygulamaların yapıldığı bir dünyaya itti.
Uluslararası sistemi oluşturan birimler, niteliklerini değiştirdiği zaman, kaçınılmaz bir şekilde bir karışıklık dönemi başlıyor. Otuz Yıl Savaşları büyük ölçüde, gelenek ve evrensellik taleplerine dayanan feodal toplumlardan, raison d’état’ya dayanan modern devlet sistemine geçişle ilgilidir. Fransız Devrimi Savaşları, ortak dil ve kültürle tanımlanan ulus-devlet sistemine geçişe işaret eder. XX. yüzyılın savaşları, Habsburg ve Osmanlı imparatorluklarının dağılması, Avrupa’ya egemen olma iddiası ve sömürgeciliğin son bulması dolayısıyla çıkmıştır. Her geçiş döneminde hak gibi görünen şeyler, birdenbire tarihsel bir hata haline geldi: XIX. yüzyılda çokuluslu devletler, XX. yüzyılda ise sömürgecilik gibi.
XIX. yüzyıl Avrupa ulusu ortak dile ve kültüre dayanıyordu ve zamanın teknolojisi göz önüne alındığında, bu devlet ekonomik büyüme ve uluslararası olayları etkilemek için en uygun çerçeveyi sağlıyordu. Soğuk Savaş sonrası dünyada, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa Konferansı’nı oluşturan geleneksel ulus-devletler, küresel rol için gerekli kaynaklara sahip değildiler. Kendilerini Avrupa Birliği’nde bir araya getirme çabalarının başarısı, gelecek nüfuzlarını belirleyecektir. Birleşmiş bir Avrupa, büyük devlet rolü oynamaya devam edecek; ulus-devletlere bölünmüş bir Avrupa, ikincil statüye kayacaktır.
XXI. yüzyıl yaklaşırken, büyük küresel güçler, zaman geçtikçe Birleşik Devletler’i daha az farklı yapacaktır. Amerikan askeri gücü görülebilir bir gelecekte de rakipsiz olacaktır. Ancak Amerika’nın gelecek on yıllarda dünyanın tanık olabileceği birçok küçük çaptaki anlaşmazlıkta –Bosna, Somali ve Haiti gibi– bu gücünü kullanmak istemesi, Amerikan dış politikası için kavramsal bir sorun yaratacaktır. Birleşik Devletler’in, gelecek yüzyıla dünyanın en güçlü ekonomisi olarak gireceği büyük bir olasılıktır. Ancak refah da, refahı yaygınlaştıracak teknoloji de çok daha fazla yaygın olacaktır. Birleşik Devletler, Soğuk Savaş sırasında hiç görmediği türde bir ekonomik rekabetle karşılaşacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder