Ana içeriğe atla

Dar Koridor


Ulusların Düşüşü (Why Nations Fail?) kitabıyla uluslararası akademi çevrelerinde ve iş dünyasında oldukça yankı uyandıran Daron Acemoğlu ve James Robinson, Dar Koridor (The Narrow Corridor: States, Societies And The Fate Of Liberty) isimli yeni kitabıyla daha önceki eserinde cevap aradığı "Neden bazı ülkeler zenginken bazıları yoksuldur?" sorusunu genişleterek “Bazı toplumlar özgürken, diğerleri neden otoriter yönetimler altında veya anarşi içinde yaşadılar ve yaşıyorlar?” sorusuna cevap arıyorlar.

Eylül 2019’da İngilizce baskısı çıkan kitap hemen Türkçeye çevrilerek 15 Ocak 2020 tarihinde Doğan Yayınları tarafından yayınlandı. 15 bölüm ve 610 sayfadan oluşan kitap; ulusların arasındaki refah farkının sebebini devlet ve toplum ilişkisine dayandırıyor. Acemoğlu ve Robinson refahın kökenlerini toplumların özgür olabilme kapasitelerinde arıyorlar. Aslında cevapları oldukça basit: özgürlük devlet ve toplumun ikisinin de güçlü ve dengede olduğu yerlerde ortaya çıkıyor.

Yazarlar devlet ve toplum arasındaki ilişkiyi sürekli devam eden bir yarışmaya benzeterek bu ilişkiyi “Kızıl Kraliçe Etkisi” (Red Queen Effect) olarak tanımlamaktadır. Kızıl Kraliçe Etkisi; sadece mevcut konumunuzu korumak için bile sürekli koşmanız gereken bir durumu işaret eder. Tıpkı kendi aralarındaki dengeyi korumak için sürekli yarışan toplum ve devlet gibi.

Bu anlamda, devletleri/yönetimleri dört tipe ayırarak tezlerini belirli bir çerçeveye oturtuyorlar. Yazarlar bu devlet tiplerini İngiliz yazar Thomas Hobbes’ın kitabına da isim veren “Leviathan” dan esinlenerek isimlendiriyorlar. Fenike mitolojisinde bir su canavarı anlamına gelen Leviathan (yani devlet), toplum sözleşmesinden sonra ortaya çıkacak devletin birey karşısında güçlü olması gerektiğini göstermek amacıyla, Hobbes tarafından bilinçli olarak seçilmiş bir terimdir.

Acemoğlu ve Robinson, devletleri 4 ayrı Leviathan türüne göre sınıflandırıyor: Despotik Leviathan, Prangalanmış Leviathan, Namevcut Leviathan ve Kağıttan Leviathan. Despotik Leviathan; devletin güçlü toplumun zayıf olduğu, Namevcut Leviathan; devletin zayıf ama toplumun güçlü olduğu, Prangalanmış Leviathan ise hem devletin hem de toplumun güçlü ve aynı güçte olduğu dengeyi işaret etmektedir. Grafikte yer almayan Kağıttan Leviathan ise hem devletin hem de toplumun çok güçsüz olduğu durum olduğu için grafiğin sol alt köşesinde yer almaktadır. 

Yazarlar her bir devlet tipini ele alırken tarihten örnekler vererek ülkelerin neden bu sınıflandırmaya tabi olduğunu ve gelecekte durumlarının ne olacağını açıklamaya çalışıyorlar. Bu sebeple, kitabın özetinin bu 4 Leviathan özelinde oluşması gerektiğini düşünüyorum.

DESPOTİK LEVIATHAN

Thomas Hobbes’un tezinin aksine devletler ikiyüzlüdür. Bir yüzü Hobbes’un tahayyül ettiğine benzer: savaşları engeller, yurttaşlarını korur, ihtilafları hakkaniyetle çözer, kamu hizmetleri, kolaylıklar ve iktisadi fırsatlar sağlar ve iktisadi refahın temellerini atar. Diğer yüzü ise despotik ve korkutucudur: yurttaşlarını susturur, onların isteklerine kulak asmaz, hapseder, sakatlar ve öldürür. Ancak, Despotik Leviathan’ın belirleyici niteliği yurttaşlarını baskı altında tutması veya öldürmesi değildir. Topluma ve sıradan insanlara devlet gücü kapasitesinin nasıl kullanılması gerektiğine dair söz hakkı vermemesidir.

Böylece tarihte Gılgamış Problemi olarak adlandırılan ikileme dönüyoruz: Despotik Leviathan güçlü bir devlet yaratıyor ama sonradan bu gücü toplumu hakimiyetine almak için kullanıyor. 19. Yüzyıl Prusya’sı ve Nazi Almanya’sı, Sovyetler Rejimi ve Komünist Parti yönetimindeki Çin en bilinen despotik devletlerden.

Almanya

“Savaş devleti yaratır, devlet savaş yaratır” tezini öne süren Charles Tilly 17. yüzyıldaki askeri devrimin ardından artan savaş tehditlerinin modern devletin oluşumuna yol açtığını savunmuştur. Eğer savaş devleti yaratıyorsa bunun en iyi örneği Prusya’dır. Bu devletin despotik niteliğini Fransız filozof Voltaire çok güzel bir nükteyle özetlemişti: “Diğer devletlerin bir ordusu vardır; Prusya’da ise devlete sahip bir ordu vardır.” Peki bu devletin gelişiminin bu yönde olmasını belirleyen temel faktör nedir? Prusya neden bu yolu seçmiştir?

Otuz Yıl Savaşları’nın devam ettiği ve işgalci orduların Orta Avrupa’da cirit attığı zorlu bir dönemdi. Elektör Georg Wilhelm umutsuzca çatışmadan uzak durmaya çalıştıysa da İsveç Kralı Gustavus Adolphus kendisine tarafsızlığın bir seçenek olmadığını söylediğinde bu durumu kabullendi. 1640’ta I. Friedrich Wilhelm yeni elektör olarak tahta çıktığında, Prusya’nın Otuz Yıl Savaşları deneyimi Wilhelm’i “büyük silahlara” sahip olmaya ikna etmişti. Kendi ifadesiyle: “Daha önce tarafsızlığı tecrübe ettim. En uygun koşullar altında bile size kötü muamele ediyorlar. Yaşadığım sürece bir daha tarafsız kalmamaya yemin ettim.”

Fazla silah için fazla vergiye ihtiyaç vardı. Eğer Friedrich Wilhelm toplum üzerindeki gücünü arttırabilirse daha fazla vergi toplanması da kolaylaşırdı. Tam da bunu yaptı. Daha önce vergilerin, Brandenburg’daki Kumrak Zumre Meclisleri gibi çeşitli temsil organlarıyla müzakere edilmesi gerekiyordu. Kalıcı vergi oranları getirerek sürekli olarak bu meclislerden onay alma zorunluluğunu ortadan kaldırmaya çalıştı.

1733’te Friedrich askere alma sistemini tamamen değiştirdi. Ülkeyi 5.000 haneden oluşan ve her birine bir alay oluşturma görevi verilen kantonlara böldü. On yaşına gelen her çocuk askere alım listelerine dahil edildi. Bazı meslek ve kişilere muafiyet getirilmiş olsa da erkek nüfusunun en az yüzde yirmi beşi listelere dahil edilmişti.

Savaş Prusya’da devlet yaratmış olsa da bu despot bir devletti. Büyük Elektör’ün kendisi de bunu böyle görüyordu: “Tanrı nefes almama izin verdikçe bir despot gibi yöneteceğim” demişti Ayrıca: “İyi yönetilen bir devletin sağlam bir sisteminin olması zorunludur... Bu sistemde maliye, siyaset ve ordu aynı amaca hizmet için birleşirler: Devleti güçlendirmek ve genişletmek. Böyle bir sistem sadece tek bir beynin ürünüdür.” diyordu.

16. yüzyılda Prusya, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun pek çok bölgesi gibi, monarşiyi sınırlandıran güçlü zümre meclisleri sayesinde koridorun içindeydi. Savaş hali devletin gücünü arttırdı ve ülkeyi koridorun dışına itti. Prusya despotik bir devlet yarattı ama bunu toplumun işbirliği olmadan gerçekleştirdi.


Almanya bir kez daha koridorun dışına çıkacaktı. Her şey toprak reformu girişimlerinden ve siyasal güçlerini yitireceklerinden ürken toprak sahibi seçkinlerin, toplumsal devinime ve yeniden dağıtım uygulamalarına karşı daha genel bir karşı koyuşu tetiklemesiyle başladı.

Alman seçkinlerinin kökenleri Prusya toprak sahibi aristokratlara dayanıyordu, kumaşları aynıydı. Toprak sahipleri, toplumun güçlenmesini ve demokrasinin ortaya çıkışını çoğunlukla ve haklı olarak sıfır toplamlı koşullarla değerlendirmişlerdi. Toprakların ellerinden alınması, sanayicilerden fabrikalarını, profesyonellerden de yeteneklerini almaktan çok daha kolaydır. Zaten toplumsal hareketlenme çoğu zaman toprak reformu taleplerinin önünü açar ve toprak sahiplerinin ekonomik, siyasi ve sosyal ayrıcalıklarının kaybolmasına sebep olur.

Ordu, bürokrasi, yargı, akademi ve iş dünyasındaki seçkinler Weimar demokrasisini kabul etmeyerek 19. Yüzyılın meşhur şansölyesi Otto Von Bismarck’ın zamanındaki seçkinlerin denetiminde olan daha otoriter topluma dönmek istediler. Prusya seçkinlerinin egemenliğindeki ordu, yeni demokrasiyi, savaşta mağlubiyetle ve kabul etmek zorunda kaldıkları Versailles Antlaşması’nın ağır şartlarıyla özdeşleştirdi. İş dünyası ise Sosyal Demokrat Parti’den ve kitlesel siyasetin yarattığı hareketlenmeden ürktü. Bu tutumlar kritik anlarda uzlaşma yerine baskıyı desteklemekle kalmadı, farklı radikal grupların, örneğin Nazi Partisi gibi sağcı örgütlerin ortaya çıkmasına elverişli bir ortam da yarattılar.

1928 seçimleri gibi geç bir tarihte bile Naziler marjinal bir parti olmanın ötesine geçememişlerdi ve yüzde üçten daha az oy alıyorlardı. Tüm bunlar 1929’da Wall Street’in Çöküşü ve dünya çapında Büyük Bunalımın başlamasıyla değişti. Almanya’da bunalımın asıl etkisi 1930’da hissedilecekti. 1929’da yatırımlar kesilmeye başladı. 1930’da milli gelir yüzde sekiz, 1931’de yüzde yirmi beş, 1932’deyse yaklaşık yüzde kırk geriledi. Çoğu Alman’ın gelirleri sert biçimde düştü. Yükün en büyük kısmı yüzde kırk dörde tırmanan işsizlerin omuzlarına çöktü. Bu, gelişmiş bir ekonomide kaydedilen en yüksek orandı. Kıyaslama açısından, 1932’de ABD’de işsizlik yüzde yirmi dört, Britanya’da ise yüzde yirmi iki idi. Almanya’daki durum ise farklıydı. Daha fazla kutuplaşma vardı. Kutuplaşmadan kastettiğimiz, seçkinler ile en hareketli ve Alman siyasetine damga vurmak niyetindeki toplum kesimleri (özellikle işçi hareketi ve onun en önemli örgütü Sosyal Demokrat Parti) arasında neredeyse hiç uzlaşma alanının olmamasıydı.

Polis ve yargı çoğunlukla Komünistleri ve Sosyal Demokratları döven, bazen de öldüren Kahverengi Gömleklilerden yana tutum takınıyordu. Kontrol edebileceklerine inandıkları Nazileri sadece Komünistlere değil Sosyal Demokratlara da tercih etmişlerdi.

İki savaş arasında Almanya’yı kırılgan bir konuma yerleştiren üç etken şunlardı: devlet ile toplum arasında uzlaşma ihtimalini azaltan ve Kızıl Kraliçe etkisini daha çok sıfır toplamlı bir sürece çeviren kutuplaşma; kurumların ihtilafları kontrol altına alıp çözmekte yetersiz kalmaları; kurumları istikrarsızlaştıran ve huzursuzluğu derinleştiren şoklar.

Rusya

Büyük şokların farklılaşan etkileri, Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesi gibi başka simgesel olayları da belirlemişti. Sovyetler’in çöküşüyle devlet gücünde ortaya çıkan zayıflama, her ülkenin koridora hangi yakınlıkta konumlanmış olduğuna göre farklı etkiler yarattı; Rusya Leviathan’ı despotiklik konusunda çok daha ilerideydi.

Boris Yeltsin Mayıs 1990’da Rusya Yüksek Sovyeti başkanlığına seçilmişti. 1991 yazında ise Yeltsin yeni yaratılmış olan Rusya Devlet Başkanlığı görevine seçildi. Yeltsin’in ilk işi kamu iktisadi teşekküllerini özelleştirmek oldu. Özelleştirmeler sürecinde en tartışmalı aşama 1995’teki “hisse karşılığı kredi” anlaşmasıydı. Burada enerji ve doğal kaynaklar sektörlerindeki en değerli varlıkların Yeltsin’in yeniden seçim kampanyasına destek sözü veren siyasi bağlantılı kişilere verilmişti. Bu arada Yeltsin güçlü başkanlık yetkileri içeren bir anayasa geçirmeyi başarmıştı. Kimse ona karşı çıkamıyordu. Polonya’nın tersine Rusya’daki geçişte toplum hareketliliği eksikti.

Bununla birlikte istihbarat birimlerinin devlet içindeki faaliyetleri dikkat çekiyordu. Her ne kadar Batılı ekonomistler “şok terapi” derken bunu kastetmiyorduysa da istihbarat birimlerinin yeni faaliyetleri hakkında bilgi veriyordu. Başkanın arkadaşlarının öldürülmesini planlamak yanında uyuşturucu lordlarıyla kurulan ittifaklar sayesinde büyük servetler de edindiler.

Yeltsin FSB’nin (Federal Güvenlik Bürosu) başına nispeten dışardan birisini, eski bir KGB yarbayı olan Vladimir Putin’i atamıştı. Bir diğer KGB ajanı olan Litvinenko Putin’e gitti ve kartlarını masaya koyarak belgelediği tüm suçları ve haraçları anlattı. Putin düşünceli bir tavırla dinledi ve aynı gün hakkında bir dosya açtı. Litvinenko FSB’den kovuldu. Bir arkadaşı ona şöyle dedi: “Senin yerinde olmak istemezdim Alexander. Burada ortak para söz konusu.” Bunun anlamı işin içinde Putin’in de parmağının olduğuydu. Ekim 2000’de ailesiyle ülkeden kaçan Litvinenko’ya Birleşik Krallık sığınma hakkı tanıdı. Litvinenko Rus Devletindeki yolsuzluk ve şiddet hakkında bildiklerini belgelediği iki kitap hazırladı. Fakat FSB’nin kolu uzundu. 1 Kasım 2006’da Litvinenko iki eski KGB ajanı ile buluştuktan sonra hastalandı. Çayına zehir koymuşlardı. Üç hafta sonra polonium-210 kaynaklı akut radyasyon sendromu nedeniyle hayatını kaybetti.

Rusya’daki geçiş neden bu denli başarısız oldu? En temel nedeni Rusya’nın koridorun çok uzağında olmasıdır. Despotik Sovyet devletinin çökmesi ülkeyi doğru yöne etse de bu Rus devletini evcilleştirmek için yeterli değildi. Rus devleti tam da Sovyetler’in kaldığı yerden devam etti ve toplum üzerindeki despotik denetimini yeniden oluşturdu.

Türkiye

İktisadi kazanımlardan istifade edemeyen, gücün seçkinlerde olduğunu hisseden ve kurumlara güvenini yitiren bir toplum. Farklı partiler arasındaki mücadelenin giderek kutuplaşması ve sıfır toplamlı hale dönüşmesi. Kurumların ihtilafları çözmede ve aracılık etmede yetersiz kalmaları. Kurumları daha da istikrarsızlaştıran ve onlara duyulan güvenin içini daha da boşaltan bir ekonomik kriz… Seçkinlere karşı halkı savunduğunu iddia eden, halka daha iyi hizmet etmek için kurumsal denetimlerin gevşetilmesini talep eden bir tek adam. Tanıdık geliyor mu? Sorun şu ki bunlar sadece bir ülkeyi değil pek çok ülkeyi de anlatıyor. Bu örneklerden biri, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini seküler seçkinlere karşı konumlandırarak bütün kurumsal frenleri ortadan kaldırırken, muhafazakar orta sınıfların ve kırsal seçmenin desteğini istediği Türkiye olabilir.

2000’lerin başında Türkiye koridora girmek için kendine bir fırsat yaratmıştı. Türkiye de ordu ve bürokrasinin egemenliğindeki Despotik Leviathan’la yola çıkmıştı. Türkiye 2000-2001 krizinden sonra, bir dizi önemli reform sonucu hem ekonomisinin güçlü biçimde toparlanmasından hem de Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin teşvik ettiği siyasi reformlardan yararlanmıştı. Bir süre koridora girebilecek gibi görünmüştü ama bu gerçekleşmedi.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumsal mirasını büyük ölçüde yok sayarak kurulduğu halde, önceki dönemle önemli devamlılıklar gösterir. Cumhuriyetin kökleri 19. Yüzyılda başlayan reform hareketleridir. Daha sonra “Jön Türkler” ve çoğunluklu düşük rütbeli subayların oluşturduğu güçlü bir yapı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) reformları geldi. Bu reformların özellikle de İTC’nin yaptıklarının amacı despotik Osmanlı Leviathan’ını yönünü temelden değiştirmek değildi. Devlet kapasitesini geliştirerek zayıflamasını durdurmayı hedefliyorlardı. Yapılan reformlar ve modernizasyon bariz bir şekilde yukarıdan inmeydi. Daha sonra Atatürk adını alacak Mustafa Kemal’in liderliğindeki güçlerin zaferiyle 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti pek çok yönden İTC’nin oyun tarzını sürdürdü (Atatürk dahil liderleri İTC’nin eski üyeleriydiler).

Kadınların özgürleştirilmesi ve güçlendirilmesi, bürokrasinin modernleştirilmesi ve sanayileşmenin desteklenmesi gibi reform uygulamaları devlet kapasitesi yaratmak ve toplumun pek çok kesimi için daha önce olmayan bir kısım özgürlükler getirmek bakımından önemli adımlar olsalar da bunlar Türkiye’yi koridora sokmak amacı taşımıyordu. Ordu ve sivil hükümetler toplumsal denetim için dini de kullanmaktan çekinmediler ve dini gruplarla birçok koalisyon kurdular. 1980 askeri darbesinden hemen sonra askeri cunta ve izleyen merkez sağ hükümetler, sol güçleri dengelemek için gündelik hayatı ve okullarda dinin rolünü arttırdılar.

Kendilerini zayıf hisseden, taşrada veya İstanbul gibi büyük şehirlerin daha yoksul semtlerinde yaşayan muhafazakarlar, dindar ve yoksul kesimler bu toplumsal değişimlerle cesaretlendiler. Batılılaşmış, kendi sorunlarını temsilden uzak gördükleri ordu ve bürokratik seçkinlerden daha fazla talepte bulunmaya yöneldiler. Bu durum Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’yi 2002’de iktidara getirdi. Başlangıçta her şey iyi gitse de işlerin seyri 2007 senesinde değişti.

Nisan 2007’de ordu internet sitesinde yayınladığı bir muhtıra ile askeri darbe tehdidinde bulundu. AKP ayakta kaldı ama bu olay, parti ve askeri-bürokratik düzen arasında giderek kutuplaşan, sıfır toplamlı ilişkiler açısından bir dönüm noktası oldu. 2007’den sonra AKP duruşunu sertleştirdi ve ülkedeki farklı güç odaklarının tümünün denetimini ele geçirdi. 2016 yılındaki ordu içerisindeki Fettullah Gülen ile bağlantılı subayların gerçekleştirdiği başarısız darbe girişiminden sonra 2017 senesinde Erdoğan olağanüstü hal koşullarında çok az denetim mekanizmasına sahip bir başkanlık sistemi getirdi, Türkiye koridora girme fırsatını kaçırdı.

Çin

Çin tarihi Avrupa’nınkinden farklı bir yol izledi ve bu yol çok daha az özgürlük yarattı. Aslında her şey çok farklı başlamıştı. Bunu görebilmek için Çin tarihinde Bahar ve Sonbahar diye bilinen, M.Ö. 8. yüzyılda başlayan döneme dönelim. Bahar ve Sonbahar döneminin entelektüel canlılığını, siyasal gücün birikmesiyle yedi büyük devletin ve bir dizi küçük devletin ortaya çıkması izledi. Bu devletler sürekli savaş halindeydi. Savaşan Devletler dönemi “Legalizm” diye bilinen oldukça despotik bir siyasi felsefenin doğmasına yol açtı. Bu felsefe Çin devletinin toplum üzerindeki hakimiyetinin önemli bir sacayağı haline geldi. Efendi Shang diye de bilinen Shang Yang bu felsefenin en önemli düşünür ve uygulayıcılarındandı. M.Ö 390’da Savaşan Devletler döneminin tam ortasında doğan Shang, devletin zayıflığından kaynaklanan kaosun gayet iyi farkındaydı. Yaklaşık iki bin sene sonra benzer bir çözümle gelecek Hobbes gibi, Efendi Shang da kurtuluşu Leviathan’ın gücünde görmüştü çünkü “halka en büyük fayda düzenden gelirdi.” Eğer toplum süreç içinde daha da zayıflarsa bu çok daha iyiydi. Shang’a göre: “Halk zayıf olduğunda devlet güçlü olur. Çünkü devlet halkın zayıf olması için çaba harcar.”

Shang Yang bu düşünceleri geliştirmek ve yazmakla kalmadı, uygulamaya da yöneldi. Merkezileştirici reformlar bir yüzyıl sonra Qin devletini, diğer tüm devletleri fethetmesine, ilk Çin İmparatorluğunu ve bilinen ilk hanedanlığı kurmasına imkan verecek iktisadi ve askeri bir güç merkezine dönüştürdü. Bu tarihten itibaren Çin imparatorları kendilerinin “Cennetten yetki aldıklarını” iddia edeceklerdi. Ama toplum yetkiyi doğrudan cennetten alan bir yöneticiyi nasıl sınırlandırabilir ki?

Shang Yang’a göre bu türden sınırlar makul değildi. Onun hedefleri basitti: “Zengin bir devlet ile güçlü bir ordu.” Sadece güçlü bir devlet düzen tesis edebilir ve toplumun siyasete katılma arzusu geliştirmesini engelleyebilirdi. Böyle bir düzen olmazsa uyumsuzluk ortaya çıkardı ve bunun engellenmesi gerekirdi.

Düzen peşinde koşmak ve düzeni sağlayacak kurumlar arayışında olmak çok doğaldı. Fakan Qin bunu nasıl yapacaktı? Shang Yang’ın anlayışına göre yasa ve devlet gücü herkesi ya çiftçi ya da savaşçıya dönüştürmek için kullanılmalıydı. Çiftçilikle meşgul olmayanlar “üçkağıtçı ve kurnaz insanlardı.” Bu yaklaşımın Çin’in iktisadi geleceğinde çok derin etkileri olacaktı. Legalist düşünce devletin ekonomiye yaklaşımını şekillendirecekti. Tüccarların, sanayicilerin ve köylülerin devletten korkmalarına ve onunla işbirliğinden kaçınmalarına yol açacaktı. Sıradan halkın siyasette söz sahibi olamayacağı ve kesinlikle devletin ve imparatorun gücünü dengeleyici bir ağırlık oluşturamayacakları konularında anlaşıyorlardı. Tebaasının iyiliğini dikkate alıp almaması sadece yöneticinin ahlakına kalmıştı. Konfüçyüs’ün dediği gibi: “Yönetim sorunlarını tartışmak avamın işi değildir.”

Qin devleti, tek tip ağırlık ve ölçü sistemi, tek tip para ve takvimin yanında Çince yazıda da standardizasyon yapmıştı. Ayrıca başkent Xianyang’dan başlayan zamana göre oldukça gelişmiş bir yol sistemi inşa etmişti. En önemli ve kalıcı yeniliklerden birisi, kuyu için kullanılan Çince karakterden adını alan ve savaşçı-asker sağlaması için geliştirilen dokuz eşit toprak parçasını simgeleyen “kuyu toprak sistemiydi.” Kuyu sistemi mali ve askeri yükler bağlamında toprağın eşit dağıtımını vurguluyordu.

Günümüze kadar gelen Çin yönetimleri ve yasalarını, Shang Yang ile Konfüçyüs’ün felsefelerinin kaynaşması veya ikisinin arasında çeşitli noktalara denk düşen gidiş gelişler olarak yorumlayabiliriz. Yelpazenin neresinde olurlarsa olsunlar bazı temel ilkelerde anlaşıyorlardı. En önemlisi de Despotik Leviathan’ın temel akidesiydi: yönetimde halka hiçbir rol veya söz tanımayan, mutlak güç sahibi bir lider ve monarşi yönetimi. Bunun kökleri Konfüçyüsççü felsefenin, “ilimde mükemmelleşenler kendilerini kamu hizmetine adamalı” ve yöneticiler “hak edenleri ve yeteneklileri istihdam etmeli” fikirlerindeydi.

Zamanla köylülere eşit toprak dağıtımına dayanan kuyu sistemi geriledi, büyük toprak sahipleri kırsalda görünürlük kazandılar. Fakat mutlak güç sahibi yöneticiyi sınırlayan hiçbir şey olmadığından, bu türden süreçler her zaman tersine de çevrilebiliyordu. Sonraki 2.000 yılda Çin, Shang Yang modelini yeniden güçlendirmek isteyen girişimlerle sarsıldı. Bunların en sonuncusu Komünistlerin 1949’da iktidara gelmeleri ve kolektif tarım biçiminde kendi kuyu sistemlerini uygulamaya geçirmeleriydi.

Buraya kadar gördüğümüz gibi, kuyu modeliyle tarım yönteminden başlayarak toplumu yakından düzenlemek ve denetlemek adına dönemsel girişimlerde bulunuluyordu, devletin despotik gücü iktisadi fırsatları ve çoğu Çinli için teşvik edici unsurları ortadan kaldırıyordu.

Bugün Çin artık bir imparatorluk değil. İmparatorluk devleti 1912’de yıkıldı ve kısa süren Cumhuriyetin ardından bir savaş beyleri dönemi oldu. Daha sonra bunu despotik Kuomintang yönetimi ziledi. Arkasından gelen iç savaş, 1949’da Mao Zedong önderliğindeki Komünistlerin zaferiyle sona erdi. Artık cennetten gelen yetki yoktu. Efendi Shang’ın Legalizmi ve Konfüçyüs’ün ahlaki normlarının yerini komünist ideoloji alacaktı. Geçmişle bağ koparılmıştı.

İmparatorluk dönemiyle sürekliliği sağlayan ise despotizmin özüydü: Devlet hiyerarşisinin dışındaki toplumun örgütlenip siyasa oluşturma sürecine etki etme kabiliyetinin olmaması. Mao siyasi katılımın tek aracının Komünist Parti olmasını istedi. Bunun anlamı devletin ve siyasi seçkinlerin yurttaşları etkin biçimde denetim altına alması ama tersinin mümkün olmamasıydı.

Mao’nun ve Komünist Parti’nin özel sermayeye yönelik tutumu, bu kesim için “kurnaz ve üçkağıtçılar” diyen Efendi Shang’ınkinden farklı değildi. Konfüçyüs de benzer şekilde “soylular dürüstlükten, küçük insanlar kazançtan anlar” demişti. Tüccar ve sanayiciler, imparatorluk zamanındakine benzer bir muamele gördüler. Partiye üye olmalarına ancak 2001’de izin verildi. Özel mülkiyet haklarını düzenleyen bir yasanın geçip kazançlarının güvenli hale gelmesi ancak 2007’de gerçekleşti.

Çin büyümesi önümüzdeki birkaç yılda yok olacak gibi görünmüyor. Fakat despotik büyümenin diğer örnekleri gibi, asıl sınır büyük ölçekli deneyimlemede ve buluşların kapılarını açmalarında verilecek. Ancak daha önceki despotik büyüme örnekleri gibi bunun da başarılı olması pek mümkün görünmemektedir.

PRANGALANMIŞ LEVIATHAN

Kitabın en büyük iddiası, özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiğidir. Şiddeti engelleyecek, yasaları uygulayacak ve insanların kendi tercihlerini yapıp hayata geçirmeleri için hayati öneme sahip kamu hizmetlerini sunacak güçlü bir devlete ihtiyaç vardır. Devleti denetlemek ve sınırlandırmak içinse güçlü ve hareketli topluma. İşte bu noktada Prangalanmış Leviathan karşımıza çıkıyor.

Prangalanmış Leviathan, sadece kapsayıcı iktisadi kurumlar için gereken kapsayıcı siyasi kurumların en yüksek seviyeye erişimi değildir. Bunlar Kızıl Kraliçe etkisine de bağlıdır, yani toplumun devlet ve siyasi seçkinlerle başa çıkabilme, onları sınırlandırabilme yeteneğine.

Avrupa’yı koridora götüren ve hiç bitmeyen bir devlet-toplum rekabeti süreciyle Kızıl Kraliçe etkisini başlatan işte bu dengedir. Bu denge iki şeyin sonucuydu. Birincisi Avrupa’nın 5. Yüzyılın sonunda, meclislere ve uzlaşma eksenli karar vermeyi esas alan normlara dayalı, demokratik biçimde örgütlenmiş kabile topluluklarınca ele geçirilmesiydi. İkincisi, Roma İmparatorluğu’ndan ve Hıristiyan kilisesinden devralınarak özümsenen devlet kurumları ve siyasi hiyerarşinin kritik unsurlarının mirasıydı.

Avrupa’da 14. ve 15. yüzyıllardaki bir diğer önemli dönüm noktası ise, Kara Veba’yla bağlantılı büyük nüfus kayıplarıydı. Feodal düzen İngiltere’de devlet ve toplum arasındaki dengeyi tamamen bozamamış olsa da Avrupa’nın pek çok yerinde seçkinlere köylülerin ve toplumun denetimi konusunda önemli bir avantaj sağlıyordu. Giderek azalan nüfus ve artan emek kıtlığı sonucunda toplumun cesaretinin artmasıyla feodal seçkinlerin vergi toplama ve serflere zorunlu çalışma dayatma güçleri giderek zayıfladı. Serfler zorunlu hizmetlerin azaltılmasını istediler ve emek hareketliliği üzerindeki feodal sınırlamalara rağmen, derebeyliklerini terk etmeye başladılar. Bizim çerçevemizde bu değişim toplumun gücündeki artışa karşılık gelir. Batı Avrupa’nın birçok bölgesinde bunun sonucu devlet ile seçkinlerin toplum üzerindeki despotik denetimlerinin daha da azalmasıydı.

Tüm Avrupa’da azalan nüfus ve Batı’da tarım ürünlerine olan talebin artışı, Doğu’daki güçlü toprak ağalarını teşvik ederek köylüler üzerinde daha fazla baskı kurmalarına ve taleplerini arttırmalarına yol açtı. 16. Yüzyılın sonuna doğru Doğu’daki serflerin daha yoğun biçimde sömürüldükleri bir durum oluştu. Böylece İngiltere, Fransa ve Hollanda koridor içinde ilerlerken, Polonya, Macaristan ve Doğu Avrupa’nın diğer bölgeleri, Despotik Leviathan’ın topraklarında giderek kök salıyordu.

Prangalanmış Leviathan’ı ele alırken önce İngiltere’yi daha sonra da Amerika’yı ve Kosta Rika’yı ele alıp, neden bu ülkelerin koridora girdiğini ve nasıl koridorda kaldığını anlamaya çalışacağız.

Birleşik Krallık

Britanya’da Batı Roma İmparatorluğu tamamen çökmüştü. Para, yazı ve tekerlek kaybolmuş, kentler terk edilmişti. Bir zamanlar önemli bir merkezi Roma kenti olan York, 5. yüzyılda eskisi gibi bataklık araziye dönüşmüştü. Batı Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra adaya “Anglo, Sakson ve Jüt’ler” diye tanımlanan Germenler ve Güney İskandinavlar vardı. Roma Britanya’sında kalanlar ve İrlanda ve İskoçya’dan gelen Keltlerle birlikte bazı istikrarsız ve birbirine rakip yönetimler oluşturdular.

Her şey 1066’da Suxxex’deki Hastings muharebesinde “Fatih” William ve Norman ordusunun İngiltere’yi işgal etmesiyle başladı. William, Anglosakson aristokratların topraklarına el koymuş ve geç Karolenj krallarının Fransa’da yarattıkları feodal sistemi uygulamaya sokmuştu.

William’ın yaptığı değişiklikler bununla sınırlı değildi. William intikam almayı yasal hak olmaktan çıkarmış ve sürekli olarak akraba grupları ve klanların kendi başlarına adalet dağıtmalarını ve kan davası ve intikamlarda yer almasını engellemeye çalışmıştı. Bunun neticesi de akrabalık bağlarının zayıflaması oldu. Bugün herkesin sahip olduğu ve genellikle bir dayanışma hissinden yoksun olan soyadı akrabalık ruhunun değil, çoğunlukla bu ruha kökten karşı kurumların eseriydi: egemen devletin.

Devlet toplumun yapısını yeniden şekillendiriyor ve süreç içinde davranışlar, mecburiyetler ve toplumsal hiyerarşiler üzerindeki sayısız sınırlamayı yavaş yavaş yok ediyordu.

Henry’nin döneminde ise yasa belirgin bir biçim aldı. 1166’da Henry gelirler ve taşınabilirler üzerinde yeni vergiler koydu. Henry vergileri yükseltmeye başladığında, kraliyet yönetiminin yargı düzeni üzerindeki gücünü büyük ölçüde arttıran bir takım yasal reformları da uygulamaya soktu. Bunların en ünlüsü 1176 gibi bir tarihte kanunlaştırılan “eyre”lerin (gezici yargıçlar) yaratılmasıydı. Bu, ülkeyi turlayan ve farklı davaları çözmek için geniş yetkiye sahip olan gezici kraliyet hakimleri sistemiydi. Fakat Henry’nin reformları Kızıl Kraliçe’yi de tetikledi. Toplum yeni biçimlerle ihtilaf çözümüne katılmaya başladı. Seyyar yargıçların assize (jürili yargılama) adı verilen mahkemeler yaratması ve “yasaya saygı duyan on iki adamdan” destek alması gerekiyordu.

“Benzerlerinizin oluşturduğu jüri” tarafından yargılanma fikri İngiltere’de Common Law (Gelenek Hukuku) diye bilinen anlayışın oluşmasın kilit öneme sahip bir bileşendi.

Kızıl Kraliçe, beraberinde çok daha köklü değişiklikler getirerek eyleme geçmişti. Bunlardan biri, yasa önünde eşitlik anlayışına doğru önemli bir adım sayılan hukuk mesleğinin artan otoritesinin, aynı zamanda yasaların herkese, krala bile uygulanabileceği anlamına gelmesiydi. Bir diğeri ise hukuk mesleğini normlar kafesini zayıflamaya başlatması için güçlendirecek olan, gelişen yasaları en çok sınırlayan ve bu yasaların ruhuyla en uyumsuz pratiklere karşı verilen hükümlerdi. Az sonra göreceğimiz gibi, bu güç, feodalizmin çöküşünde en bariz biçimiyle ortaya çıkacaktı.

“Parlamento” sözcüğü ilk kez Kasım 1236 tarihinde bir eylemin Ocak 1237’de yapılacak bir sonraki Parlamento toplantısına ertelenmesi ile sonuçlanan bir yasal başvuruda kullanılmış gibi görünüyor. Kızıl Kraliçe’nin parmak izleri İngiliz Parlamento’sunun gelişim sürecinin her yerinde görülebilir. Başlangıcı Anglosaksonların adaya getirdikleri halk meclisine dayanıyor olsa da Parlamento artık güçlü bir kurum haline gelmişti. Bu süreç feodalizmin yükselişine rağmen gerçekleşmişti. Oysa feodalizmin yükselişi Avrupa’nın diğer bölümlerinde kralın ve seçkinlerin despotizmini büyük ölçüde güçlendirmişti.

Ancak söz konusu feodal kurumların köylüleri boğan bağları 14. Yüzyılın ikinci yarısında çözülmeye başladı. Bunun nedeni, Kara Ölüm diye bilinen hıyarcıklı veba salgınının 1347 ile 1352 yılları arasında Avrupa nüfusunun üçte birini yok etmesiydi. Nüfusun yaşadığı çöküş ciddi bir emek kıtlığı ve kırsal toplumda genel bir çözülme yaratmıştı. Köylüler çalışma zorunluluklarını (angaryalarını) yerine getirmemeye ve feodal düzenlemelerin tamamına uymayı reddetmeye başladılar. Lordlar toprakları için köylülere yeni tür kiralama ve kullanım hakları ödemek zorunda kaldılar.


Bu ve benzeri pek çok örneğin ve Kızıl Kraliçe etkisinin de ima ettiği gibi, İngiliz devletinin alt düzeylerinde çok ciddi seviyede katılım vardı. Katılım ve temsil sadece Parlamento’da gerçekleşmiyordu. Her seviyede ve pek çok araçla hayata geçiyordu. Bir tahmine göre 1700’lerde İngiltere’de 50.000 yerel yönetim görevlisi vardı ve bu yetişkin erkeklerin %5’ini oluşturuyordu. Görevlerin kısa aralıklarla rotasyonu söz konusu olduğundan, görev alan kişi sayısı epey fazla olmalıdır. 1800 yılında muhtemelen bu konumda olan 100.000 kişi vardı.

İngiltere’de mevcut denge toplumun lehine geliştiğinden 16. yüzyıldaki Tudor devleti, ticarete erişim konusunda tekel oluşturamadı. Böylece Amerika ile ticarette büyük çapta katılım oluştu. Bu da dinamik ve iddialı ticari çıkarlara sahip yeni bir sınıfın oluşmasını tetikledi.

İngiltere’de kraliyet ve müttefiklerinin deniz aşırı ticareti tekelleştirebilme adına yapabildiklerinin sınırlı olması bu ekonomik fırsatlardan yeni bir tüccar grubunun çıkar sağlaması anlamına geliyordu. Bu durum, toplumun kraliyete karşı verdiği uzun mücadelede güç ve kararlılığını arttırdı. Yeni Dünya’yla ticaretten zaten memnun olan tüccarlar bunu sürdürmek istiyorlardı, dolayısıyla 1642-1651 arasındaki İngiliz İç Savaşı sırasında parlamentonun en önemli destekçisi oldular. Yine daha sonra Görkemli Devrim’e giden süreçte II. Charles ve II. James’e karşı muhalefetin önemli katmanları oldular.

Sonuç olarak, Britanya’da 5. ve 6. yüzyıllarda başlayan Prangalanmış Leviathan’ın ortaya çıkışı, yavaş ve kararsız adımlarla ilerleyen bir süreç de olsa, siyasi ve toplumsal bir devrimdi. 18. yüzyılın ortalarında Britanya’da başlayan Sanayi Devrimi, bu sürecin ekonomik ürünüydü çünkü bu devrim de Prangalanmış Leviathan’ın mümkün kıldığı özgürlük, fırsatlar ve teşviklerin sonucuydu.

Birleşik Devletler

Amerikan Leviathan’ının nasıl prangalandığı hakkındaki yaygın görüş, George Washington, James Madison ve Alexander Hamilton gibi Kurucu Babalar (founding fathers) tarafından hayata geçirilen ABD Anayasasının denetim ve denge mekanizmaları getiren ve gelecek Amerikan nesillerine özgürlük bahşeden, kurumsal tasarımın parlak bir örneği olduğudur. Söylenenlerde hakikat payı olsa da bu, hikayenin sadece bir kısmıdır. Daha önemli olan tarafı ise halkın güçlendirilmesinin Amerikan kurumlarını sınırlandırarak değiştirmesi ve böylece Kızıl Kraliçe etkisinin kendisine alan bulabilmesidir.

Amerikalıların haddini aşan bir Leviathan ile kapışabilmeleri için cephanelerinde en az iki güçlü silah vardı. Birincisi Leviathan’ı denetleyecek gücü kurumsallaştırmışlardı. Eyalet Meclisleri etkiliydi ve kolaylıkla bir kenara atılamazlardı. Federal Devlet ise seçimler ve yargı yoluyla denetime açıktı. İkincisi, Amerikan toplumu hareketli bir toplumdu. Amerika pek çok yönden bir küçük toprak sahipleri toplumuydu ve bu durum sadece iktisadi değil siyasi tutkuları da besliyordu. Toplum despotik öğeye boyun eğmeyen normlara sahipti ve isyan etmeye hazırdı. Neticede on yıl önce makul görünenden çok daha fazla güç biriktiren merkezi bir devlete dair endişeleri mevcutsa da, bu devletin Despotik Leviathan’a dönüşmesini engelleyebileceklerine inanıyorlardı.

Amerikan Leviathan’ı bir bakıma Federalistler tarafından yaratılmıştı. Federalistlerin devlet inşası sırasında birçok kaygıları vardı. Güçlü bir başkan olursa kontrolden çıkabileceğinden, yetkilerini kötüye kullanabileceğinden ya da bazı gruplar veya hiziplerce ele geçirilmesinden endişe ediyorlardı. Bu yüzden denetim ve denge ile yasama ve yürütme arasındaki güçler ayrılığı mekanizması yaratıldı. Ayrıca çok fazla halk katılımından da endişe ediyorlardı. Bu nedenle senatörlerin eyalet meclislerince dolaylı seçimleri ve başkanı seçecek bir Seçiciler Kurulu uygulamaları geliştirildi.

Merkezi devlete konulan sınırlar, seçkinlerin ve eyaletlerin devam eden güçleri ve kamu-özel işbirliği modeli nedenleriyle Amerikan ekonomisinin büyümesi büyük eşitsizliklerle özdeşleşmiş ve sadece İç savaş öncesindeki köleler değil, toplumun başka kesimleri de bu kazanımların tamamen dışında bırakılmıştır.

Devlet önemli işlevlerinin çoğunun hayata geçirilmesi ve yönlerinin belirlenmesini özel sektöre bırakırken, kendisi sadece toprak, teşvikler ve bazı destekler sağlama rolünü üstlendi. Örneğin devlet doğu ve batı kıyılarının bir tren hattıyla birbirine bağlanmasını istedi. Ancak bu hattı tek başına inşa edemedi. Bunun birinci sebebi İç Savaş’tan önce Güneyli siyasetçilerin Kuzeylilerin tercih ettikleri yolu engellemeleriydi. Diğer sebep ise devletin demiryolunu inşa edecek parasının olmamasıydı. Bu nedenle özel sektörü bu girişim için teşvik etmeye karar verdiler. 1862’de Abraham Lincoln Pasifik Demiryolu Yasası’nı imzaladı. Yasa demiryolu şirketlerine sadece devlet garantili kredi sağlamakla kalmayıp demiryolu hattı boyunca uzanan araziler de verdi. Yasanın ikinci bölümü demiryolunun her iki tarafında altışar metrelik bölümü yol yapımı için şirkete devretmiş, demiryolu inşası için gereken malzemeyi serbestçe temin etme hakkı sağlamıştı. Üçüncü bölüm demiryolu şirketlerine inşa ettikleri her 1,6 kilometre hat karşılığında, hattın her iki yanına 13 metrekareliğe kadar bir alanı bağışlıyordu. Bütün bunlar şirketlerin işe koyulmaları için büyük teşvik yarattılar çünkü demiryolu inşa edildiğinde toprak değer kazanacak ve bu araziler ciddi fiyatlarla satılabilecekti.

Özel sektörü özendirerek dünyanın başka yerlerinde olsa devlet tarafından yapılacak işleri onların yapması teşvik ediliyordu. Böylece özel sektör sürecin içinde tutularak devleti çok fazla büyümesi veya çok fazla güçlenmesi engellenmiş olurken Leviathan da sıkıca denetlenmiş oluyordu.

Kamu-özel işbirliğinin bir başka örneğini federal yargı sistemi inşasında da görüyoruz. Birleşik Devletler yargı sistemi, ihlalleri soruşturmayı ve dava açma işini kısmen özel şahıslara devretmişti. ABD hukuku, Britanya Common Law’ında “qui tam” diye bilinen ve uzun süre önce terk edilmiş bir uygulamayı geliştirerek, özel şahıslara, devleti zarar uğratan kesimlere karşı dava açma hakkı tanımıştır. Dava başarılı olursa, davacıya federal devletin aldığı tazminatın bir kısmı (yüzde 15-20) devredilir. Yargının gelişimindeki bu sıra dışı süreç federal devletin gücünü sınırlamış (bağımsız yargı, devletin sınırlarını aşmasına engel oluşturmuş), yurttaşların talep ve endişeleri kaynaklı bir yasal sistem oluşturulmuş de büyüyen devlet kapasitesi tesis edilmiştir.

Kızıl Kraliçe etkisinin Amerikan versiyonunda merkezi devletin zayıflığının bir güç kaynağına dönüşmesi önemli bir noktadır. Kızıl Kraliçe bu sorunlarla mücadele edebilmesi için devleti toplumla ve yerel yönetimlerle işbirliği konusunda yeni modeller geliştirmeye teşvik etti. Ayrıca federal devletin sınırlandırılmış kalacağı konusunda verilen inandırıcı güvenceler sayesinde aktörler devlete güç aktarımından endişe etmediler. Böylece merkezi devlet bir yandan yükünü ve kapasitesini arttırırken diğer yandan da başlangıçtaki zayıflığını korumuş ve koridorda kalmaya devam etmişti.

Birincisi, Amerikan Leviathan’ının özgürlüğü ortaya çıkarması, sadece Anayasa’nın zekice tasarımından olduğu kadar toplumun bu süreçte hareket halinde olmasından da kaynaklanmıştır. Hareketli, zorlayıcı ve boyun eğmeyen bir toplum olmadan, anayasanın sağladığı korumalar, içi boş sözlerden daha fazla anlam taşımaz. İkincisi, Anayasa’nın yapısının önemli olması kadar aynı derecede karanlık bir tarafının da olduğudur. Anayasa’nın sebep olduğu uzlaşmalar nedeniyle federal devlet yurttaşlarını mahalli despotizmden korumak, yasalarını herkese eşit biçimde uygulamak veya diğer zengin ulusların çoğunlukla sahip oldukları yüksek nitelikli ve geniş ölçekte erişilebilir kamu hizmetlerini sunmak konularında gönülsüz ve yetersiz kalmıştı.

Karşılaştığı meydan okumaların doğası değiştikçe Amerikan Leviathan’ı daha fazla sorumluluk aldı, bazen başlangıçtaki zayıflığın yarattığı kıskaçtan geçici olarak kurtulduğu da oldu ama bu genellikle toplumun taleplerine yanıt şeklindeydi. 19. yüzyılda devletin yarattığı büyük fırsatlar hızlı bir sanayileşme sürecini ve büyümeyi tetikledi. Çoğunlukla sistemi nasıl çalıştıracağını bilen bir avuç şirketin istifade ettiği ve hakim olduğu eşitsiz bir süreçten geçildi.

Cornelius Vanderbilt ve Jay Gould gibi demiryolu krallarının önderliğinde, John D. Rockefeller ve Andrew Carnegie gibi sanayiciler ve John Pierpont Morgan gibi finansçıların dahil olduğu “hırsız baronlar” sadece devasa yatırımların ve iktisadi büyümenin itici gücü olmakla yetinmediler, benzersiz servetler de elde ederek iktisadi ve siyasi gücü sürekli olarak suistimal ettiler. Amerikan Leviathan’ın değişken iktisadi ve siyasi şartlara bu türden tekelleri düzenleme kapasitesini arttırma girişimleriyle yanıt verdi. 1887 Eyaletler Arası Ticaret Yasası, sanayinin ulusal ölçekte düzenlemesine yönelik ilk girişimdi. Bu girişimi 1890 Sherman Antitröst Yasası, 1906 Hepburn Yasası ve 1914 Clayton Yasası izledi.

Amerikan tarihinin standart anlatısı, devletin oluşumunda verilen tavizlerin tahripkar sonuçlarını görmezden gelir. Bugün Amerika’da yaşanan eşitsizlik sorunu da bunlardan biridir ve kökleri çok derinlerde yatmaktadır.

1614’te Jamestown’dan ilk tütün kargosu ihraç edildi. 1619 sonbaharında, oradan geçen bir Hollanda gemisinden tütün karşılığı yirmi kişilik ilk köle grubu alındı. İlk başlarda Virginia Şirketi’nin ciddi direnç gösterdiği tütün zamanla koloniyi zenginleştirdi. Şirket 1624’te baktıktan sonra insanları bu konuda durduracak bir güç kalmamıştı. Sözleşmeli işçiler tütünde çalıştırılabilirlerdi fakat kısa sürede köleleri çalıştırmanın daha ucuza geldiği anlaşıldı. Koloni coğrafi olarak genişledi ve pek çok kolonici toprak sahibi ve tütün yetiştiricisi oldu. Arazileri dolmaya başladıkça Meclis’in yapısına dair tekrar düşünmek gerekti ve 1670’te oy verme hakkını sınırlandırmaya karar verdiler.

Daha önce malı olmayanların seçme haklarını kısıtlayan Virginia Meclisi, bu insanlara yönelik dostça politikalar izlemeye başladı. Kelle vergisini indirdi ve beyaz hizmetçilerin koşullarını ve haklarını geliştirdi. Her durumda beyaz erkeklerin çoğunluğu toprak sahibi oluyordu. Bu nedenle köle ekonomisi beyazlar arasında belli bir dayanışma yarattı. “Başka ülkelerde ayak takımı olabilecekken burada zenci kölelere sahip olan bir çoğunluğun dayattığı özgürlük ve demokrasiye sınırsız sevgileri vardı.”

Bu dayanışma ayrıca ABD Anayasası’nın diğer amaçlarının gerçekleşmesine de katkıda bulundu: halkı ve siyasete katılımlarını denetlemek. Bu halk katılımı tehlikesi hem Federalistleri hem de refahları kölelere ve plantasyonlara bağlı Güneyli seçkinleri ürkütüyordu. Bu nedenle Federalistler için bir taşla iki tuş vurma fırsatı ortaya çıkmıştı: Sıradan insanların siyasi gücü kullanma yeteneklerini sınırlamak ve Güneyli seçkinler için devlet inşasını kabul edilebilir hale getirmek. Bu yüzden Amerikan devlet inşa etme sürecinde ortaya çıkan özgürlük kavramı, hem görkemli (beyazlar için) hem de engelleyici (siyahlar için) olabiliyordu.

Geriye baktığımızda, kuruluşundan beri var olan Amerikan Leviathan’ının üzerindeki prangaların ve tavizlerin onu zayıf bırakmış olduğu ve bu yüzden de yeni sorunlarla baş edebilmek için aykırı çözümler geliştirdiği görülebilir. Bu çelişkili sonucun kökeninde, yeni güvenlik meselelerinin ve artan uluslararası rolün Amerikan devletinin daha fazla sorumluluk almasını zorunlu kılması, bunun da Anayasa’nın yarattığı dar ceket içerisinde kolayca yapılamaması yatıyor.

Roosevelt, daha geniş bir devlet inşa etme isteğinin bir uzantısı olarak federal bir polis gücü oluşturmak istiyordu. Başsavcı Charles J. Bonaparte, bu girişimi onaylatmak ve para istemek için 1908’de Kongre’ye gitti. Ancak Temsilciler Meclisi öneriyi reddetti. Bonaparte Kongre’nin reddini dikkate almadı ve Kongre tatildeyken Adalet Bakanlığı’nın harcama fonunu kullanarak yeni bir araştırma birimi oluşturdu. Bu durumu Kongre’ye daha sonra bildirdi ve yeni büronun gizli polis olmayacağı güvencesini verdi.

Hoover 1929’da Araştırma Bürosu’nun başına geçirildi ve 1972’de ölene kadar bu görevde kaldı. Bu dönemde Büro’nun yetkilerinde ve personel sayısında muazzam bir artış yaşandı. Büro’nun adı 1935’te Federal Araştırma Bürosu (FBI) olarak değiştirildi. Hoover FBI’ı Kongre’ye, mahkemelere ve hatta başkanlara hesap vermeyen kitlesel bir gözetleme gücüne dönüştürdü. Güvenlik birimlerinin hesap vermeyen güçlerindeki ürpertici artış FBI ile sınırlı değildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında casusluk, istihbarat toplama ve analizi, karşı istihbarat ve diğer gizli görevleri üstlenen Stratejik Hizmetler Dairesi ile Stratejik Hizmetler Birimi’nin birleştirilmesi sonucunda 1947’de CIA yaratılmıştı. Ancak daha baştan görev tanımı ve nasıl denetleneceği konuları yeterince tanımlanmamıştı.

NSA’nın dinleme programına dair ifşalarda ortaya çıktığı üzere, devlet kendi vatandaşlarını ve müttefiklerini defalarca dinlemiş, anayasal olmayan biçimde bilgi toplamış ve bu konuda halkına hesap vermemiştir.

Amerika’nın bir diğer sorunu gelir dağılımındaki eşitsizliktir. Amerikalıların en zengin yüzde 1’i 1970’lerde ulusal gelirin yüzde 9’unu alıyordu. 2015’te bu rakam yüzde 22’ye yükseldi. Artış en üstteki yüzde 0,1 için çok daha çarpıcıydı. 1970’lerdeki yüzde 2,5’lik pay 2015’te ulusal gelirin neredeyse yüzde 11’ine ulaşmıştı.

Finansal kriz ve sonrasında krizden kısmen sorumlu olan bankalara hükümet desteği verilirken, iflasla karşı karşıya olan fakir hane halkına neredeyse hiç destek verilmemesi kuşkusuz bu algıyı destekliyor. Daha da kötüsü Weimar Almanya’sına dair tartışmamızda gördüğümüz gibi, ekonomik olarak gerileyen ve kurumlara güvenini yitiren toplum kesimleri, siyasi sistemi istikrarsızlaştırmak ve koridordaki hayatı belirleyen devlet ile toplum arasındaki dengeyi parçalamak isteyen hareketlerin hedefleri haline geliyor.

Sonuç olarak, buradaki en önemli mesele, kuruluşunda sıkı sınırlarla çevrelenen Amerikan devletinin, bunun sonucunda geliştirdiği kamu-özel işbirliği modelinin, ufukta görünen ve giderek karmaşıklaşan meselelerle baş etmekte yeterli olup olmayacağıdır.

Kosta Rika

Kosta Rika, sömürge döneminde Guetamala Krallığı’nın parçasıydı ve iki ülke de 1821’de bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kısa süreliğine Meksika’yla birleşmiş fakat daha sonra Orta Amerika Federe Devleti’ne katılmışlardı. Kosta Rika 1838’de bu devletten ayrıldı ve nihayet bağımsız bir ulus oldu.

Kosta Rika sömürge döneminde çeperde kalmıştı. 16. yüzyılda yurtdışından gelen salgın hastalıklar nüfusuna darbe vurmuş ve yerli halkın nüfusu çok azalmıştı. Kosta Rika’nın madenciliği cazip kılacak değerli metal ya da mineralleri yoktu. Bağımsızlık sırasında en fazla 60 veya 70 bin kişilik nüfusa sahipti ve bunların çoğu da yayladaki merkez vadide yaşıyorlardı. Sömürge ekonomisi, Karayip kıyısında 17. Yüzyılda yaşanan kısa bir kakao üretimi patlaması dışında fazla gelişmemişti. Sömürge merkezi olma tekelini elinde tutan Guatemala, Kosta Rika’daki tütün üretiminin gelişmesini engellemişti. Bu yüzden Kosta Rika bağımsızlık savaşı sırasında hem güçlü seçkinlerden hem de önemli bir kent veya kasabadan yoksundu.

Kosta Rikalılar Birleşik Devletlerin, Birlik’in büyümesini yönetmek için 1787 gibi erken bir tarihte yasalaştırdığı Kuzeybatı düzenlemelerine benzer bir yol izledi. 1821’de San Jose, toprağı çitle çevirecek ve ihraç ürünlerini yetiştirecek herkese bedava toprak dağıtıyordu. Merkezi hükümet 1828, 1832 ve 1840’ta kahve yetiştirecek küçük üreticilere tapu verip destek yasaları çıkardı. 1856’ya gelindiğinde kamu arazilerinin tamamı satılmıştı.

1828’deki bir düzenlemeyle, dört büyük kentin dışında kalan arazilerde yerleşimi ve tarımsal girişimleri teşvik etmek amacıyla, düşük nüfusa sahip yerlerde 44 hektara kadar toprağın bedava dağıtılmasına karar verdi.

Kosta Rika’da büyük bir toprak sahibi sınıfın olmamasının ardındaki unsur, bu erken dönemde yaşanılan toprak dağıtım dinamiğidir. Kosta Rika’nın iktisadi seçkinleri, ürünün finansmanı, satışı ve ihracatına yoğunlaşmışlardı. Bu nedenle Guetamala’da çok yaygın olan emeğe baskı amaçlı bir koalisyon Kosta Rika’da hiçbir zaman ortaya çıkmadı.

Kahve işi kurumsal destek gerektiriyordu. Öncelikle toprağın araştırılması ve mülkiyet haklarının belirlenip uygulanması şarttı. Bağımsızlık sonrası Başkan Braulio Carrillo bu görevleri yerine getirebilecek bir devlet inşa etmeye yöneldi. Kendisini yaşamı boyunca diktatör olarak görse de, büyük bir ordu yaratmaya hiç çalışmadı ve mevcudu 500 askeri geçmedi.

1871-1883 arasında yaklaşık bir milyon akrelik toprak özelleştirildi. En kilit sorunlarından biri, yerli halkın çoğunun yaylalarda yaşaması, en önemli kahve üretim alanlarının ise Pasifik kıyısına yakın daha alçak yerlerde olmasıydı. Barrios devletin zorlayıcı gücünü kullanarak büyük toprak sahiplerinin emeğe ulaşmasını sağladı.

Kosta Rika’yla karşılaştırıldığında Guetamala’nın daha fazla militarize edilmiş zorunlu çalıştırma geçmişi vardı, yerli nüfusu çok daha büyüktü ve Guetamala Krallığı’ndan despot kurumları miras kalmıştı. Dolayısıyla 19. Yüzyılın sonundaki kahve patlamasının devlet inşasını teşviki burada güçlü bir Despotik Leviathan yaratmıştı. Kosta Rika’da İspanyol İmparatorluğu’nun yıkılışının anlamı genel olarak güçlü ve merkezi kurumların hiç olmayışı ve dört kentin iktidar mücadelesi vermesiydi. Kahve çöküşten kurtulmalarını sağlamış ve Kosta Rika’yı koridora sokmuştu. Kızıl Kraliçe etkisinin kendisini en çok gösterdiği yer, kamu hizmetleri ve gelişmiş toprak mülkiyeti haklarıyla desteklenen küçük üreticilerden oluşan bir kahve ekonomisinin oluşmasıydı. Birkaç on yıl içinde bu süreç, işleyen bir demokrasinin toplumsal temelini yarattı.

NAMEVCUT LEVIATHAN

Neden birçok toplum Leviathan’sız kalır? Neden merkezi otorite yaratıp ardından onu prangalamaz? Neden Kızıl Kraliçe etkisini harekete geçirmez?

Sosyal bilimciler merkezi otoritenin ortaya çıkmayışını genellikle, devletin mecburiyetini gerekli kılan, yüksek nüfus yoğunluğu, yerleşik tarım ve ticaret gibi bazı hayati koşulların bulunmayışına bağlarlar. Bazı toplumların bir devlet yaratmak için gereken birikime sahip olmadıkları iddia edilir. Bu görüşe göre devlet kurumları inşa etmek öncelikle doğru uzmanlığı ve kurumsal detayları bir araya getirmeyi gerektiren bit “mühendislik” sorunudur. Tüm unsurlar bazı bağlamlarda etkili olsalar da hepsinden önemli olanı, Leviathan’ın korkutucu yüzünden kaçınma arzusudur. Leviathan’dan korkuyorsanız gücün toplanmasına engel olursunuz ve onu yaratmak için gereken toplumsal ve siyasal hiyerarşilere direnç gösterirsiniz.

Tiv

Korkunun Leviathan’ın yükselişini engellediği açık bir örnek için Nijerya tarihine bakabiliriz. Akraba bağları etrafında örgütlenen etnik bir grup olan Tiv’ler ülke sömürgeleştirildiği sırada devletsiz bir topluluktu. Buna rağmen sınırları belirlenmiş, geniş ve hatta giderek genişleyen topraklara sahip, kendine ait bir dili, kültürü ve tarihi olan uyumlu bir grup oluşturmuşlardı. Tiv’lerle ilgili epeyce bilgiye sahibiz. Bazı şahısların çok güçlenmelerini engellemek Tiv toplumunun başat kaygısıydı. Fakat Tiv toplumunun bu sorunla baş etme tarzı çok farklıydı. Onları iktidar konusunda şüpheci kılan normlar aracılığıyla ve gücünü arttıranlara karşı eyleme geçme istekleriyle yol almışlardı. Bu normlar herhangi bir siyasi hiyerarşinin oluşumunu engellemişti. Sonuçta Tiv’de şefler de vardı ama onların diğerleri üzerinde tartışmasız bir otoriteleri yoktu. Şeflerin asıl rolü ihtilafların çözümünde aracılık ve hakemlik etmekti. Bir yöneticinin veya büyük bir adamın kendi iradesini dayatabilmesi için diğerleri üzerinde yeterince otorite kurması mümkün değildi.


Aşırı güç biriktirenler cadılık suçlamalarıyla hizaya getiriliyorlardı. Nyambua, Tiv siyasal eyleminin iktidara duyduğu güvensizlikle geliştirdiği, soya ve eşitlik ilkesine dayalı daha kapsayıcı siyasi kurumların ortaya çıkmasına ve muhafaza edilmesine yol açan hareketlerden biriydi. Burada gerçekten önemli olan ifade iktidara duyulan güvensizlikti.

Bir siyasi hiyerarşi olmadan, diğerleri üzerinde iktidar uygulayan, talimatlar veren siyasi seçkinler veya yöneticiler olmadan Leviathan da olmaz. İktidara duyulan güvensizlik böyle bir siyasi hiyerarşiye dair korkuyu besler. Tiv normları sadece çatışmayı düzenlemek ve denetim altında tutmakla kalmıyor; aynı zamanda toplumsal ve siyasi hiyerarşiyi frenlemek devletin de gücünü frenlemek anlamına geldiğinden, bu normların cadılık suçlamaları gibi bazı unsurları, yol açtıkları sonuçlarla aynı zamanda devlet inşa sürecini de durdurmuş oldular.

Genel toplumsal devinime ve siyasi iktidarın kurumsal biçimlerinin aksine, törenlere, cadılık pratiklerine ve hiyerarşi karşıtı genel inançlara dayalı Tiv normları kolaylıkla büyütülemezdi. Bunlar, toplumun içerisinden bir grup yeterince güçlendiğinde ve diğerleri üzerinde otorite uyguladığında yaralı hale gelecek türden normlar ve kurumlar değillerdi. Tiv halkı siyasal eşitsizliğin oluşumunun en başından kesecek yetkinliğe sahipti ama eğer devletin oluşumunda yol alınmaya başlandıysa onu durdurabilecek kapasiteye sahip değillerdi.

Peki devletsiz toplumların Leviathan’dan yoksun olmalarının onlar için bir anlamı var mı? Yanıt evet. Devletlerin mevcut fakat aşırı zayıf olduğu durumlarda coğrafyalarının büyük bölümü devletsiz toplumlardakiyle benzerlik gösterebilir. Bu bölgeler Tiv’de olduğu gibi kendi normlarıyla da yönetiliyor olabilir. Modern görünüşlerine rağmen bazı devletler kaygan zeminden korktukları için, temel kurumlar oluşturmaktan kaçınabilir ve isimleri hariç fiilen Namevcut Leviathan durumda kalabilirler. Modern Lübnan devleti buna bir örnektir.
 
Lübnan

Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Lübnan, ardından 1943 yılında bağımsızlığını kazanana kadar Fransız sömürgesiydi. Lübnan bağımsızlığını kazandığından beri hiç nüfus sayımı yapmadı. 1932’de yapılan nüfus sayımı, 1943’teki Ulusal Pakt’ın temeli olmuştu. O zamandan beri hiç nüfus sayımı yapılmadı. 1932 sayımında Hıristiyanların toplumun %51’ini oluşturdukları, nüfuslarının Lübnan’daki Şii, Sünni ve Dürzi Müslümanlardan çok az fazla olduğu anlaşılmıştı. Pakt bu nüfus yapısını esas alarak farklı gruplar arasında iktidar bölüşümüne gitti. Anlaşmaya göre Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı da Şii Müslüman olacaktı. Meclisteki temsil altıya beş oranında Müslümanlar karşısında Hıristiyanların lehine dondurulmuştu. Bu oranlar içerisinde farklı cemaatlere düşen temsilci sayısı, 1932’de yapılan sayımdaki durumlarına göre belirlenmişti.

Tahmin edilebileceği gibi bu pakt, inanılmaz derecede zayıf bir devlete yol açmıştı. Ülkede iktidar, Leviathan’sız toplumlardan bekleneceği gibi, devlette değil farklı cemaatlerin elinde. Devlet sağlık veya elektrik gibi kamu hizmetleri sağlamıyor. Bu görevler cemaatler tarafından yerine getiriliyor. Her cemaatin kendi televizyon istasyonu ve futbol takımı var.

Lübnan’daki bu güç paylaşımı her cemaatin diğerlerinin yaptıklarını izlemesine yol açıyor. Bu her gruba diğerleri ne isterse istesin veto etme gücü veriyor ve devlette ciddi bir kilitlenmeye sebep oluyor. Bu da en basit kamu hizmetinin verilmesini bile etkileyebiliyor. Temmuz 2015’te ülkenin Naameh’te bulunan ana çöp toplama alanı kapandı. Hükümetin alternatifi olmadığı için Beyrut’ta çöp dağları oluşmaya başladı.

Lübnan’daki asıl neden, cemaatlerin kaygan zeminden korkmaları yüzünden devletin zayıf olarak tasarlanmış olmasıdır. Kimse Meclis’e güç vermek istemez. Sadece Meclis’e değil, toplumsal aktivizme de güvenmezler.

50-50’lik oran 1943 Paktı’nda belirlenen 6’ya 5’lik bölünmeye göre cemaatleri daha mı iyi temsil ediyor? Muhtemelen öyle ama hiç kimse cemaatlerin gerçek nüfuslarını bilmiyor ve aslında bilmek de istemiyor. Bir gün başkasının eline geçirebileceği endişesiyle toplum devlet tarafından okunabilir olmak istemiyor ve bu ihtimale karşı Leviathan’ın uyumaya devam etmesi sağlanıyor. Çöp birikmeye devam ediyor.

KAĞITTAN LEVIATHAN

Buraya kadar üç tür Leviathan’a odaklandık: Despotik, Prangalanmış ve Namevcut. Arjantin devleti (ve diğer birçok Latin Amerika ülkesi) bunların hiçbirine uymuyor gibi görünüyor. Namevcut değil, mevcut. Karmaşık yasaları, büyük bir ordusu ve bir bürokrasisi var ev bir dereceye kadar işliyor. Bu bir Despotik Leviathan da değil. Çünkü Arjantin devletinin despotizmi düzensiz ve tutarsızdır. Prangalanmış Leviathan hiç değildir. Toplumun devleti etkileme ve denetleme gücü yoktur. Peki öyleyse Arjantin ne tür bir devlettir?

Kağıttan Leviathan’ın en alt sol köşede, Despotik Leviathan tarafında bir yerde olması gerektiği anlaşılıyor: çok az toplum ve çok az devlet gücü olsa da halen despotik. Kağıttan Leviathan’lar devlet görünümüne sahiptirler ve bazı sınırlı alanlarda ve önemli bazı kentlerde bir nebze iktidarı hayata geçirebilirler. Fakat bu iktidarın içi boştur; pek çok alanda tutarsız ve düzensizdir ve ülke yönetiminde olduğu varsayılan dış çeperlere gittiğinizde neredeyse hiç yokturlar.

Kağıttan Leviathanlar Latin Amerika ve Afrika haricinde de, dünyanın pek çok farklı bölgesinde karşımıza çıkar. Bu devletlerin ortak noktası ise Avrupa sömürgeciliğinin ürünü olmalarıdır. Keskin eşitsizliklerin, hesap vermez devlet yapılarının ve dolaylı yönetim tarihinin sömürge zamanlarının kalıntısı olup; sömürge yönetiminden bağımsızlığa ani ve rastgele geçiş ile uluslararası devlet sisteminin Kağıttan Leviathan’ın zeminini hazırlamıştır. Normlar kafesi Kağıttan Leviathanların devamını mümkün kılan toplumsal bir ortam yarattı. Toplumun kolektif olarak hareket etme yeteneğini kırarken devlet kapasitesinin gelişmesini de önledi. Kağıttan Leviathanlar karşılıklı bağımlılıklar ve etnik bağlardan oluşan ağları sömürdükçe bunların pek çok Afrika ülkesinde yarattığı normlar kafesini daha da güçlendirdiler.

Kağıttan Leviathanların devlet kapasitesi inşa edememesi yurttaşlar için iki ucu keskin bıçak gibidir. Zayıf kapasiteli bir devlet yurttaşlarını baskı altında tutma konusunda da kapasitesi zayıf bir devlettir. Öyleyse bu toplum için hiç değilse bir kısım özgürlük sağlar mı? Ne yazık ki genellikle sağlamaz. Aksine, Kağıttan Leviathan’ın yurttaşları iki dünyanın da en kötü tarafına sahiptirler. Devletleri halen oldukça despotiktir, ondan çok az şey elde edebilirler. Devlet yurttaşlarına tepkisiz kalmaya devam eder ve onları bastırmak ve hatta öldürmek konusunda pek az tereddüt eder. Aynı zamanda, yurttaşlar devletlerinin ihtilaf çözme, yasayı uygulama ve kamu hizmetleri sağlama rollerinden de mahrumdurlar. Kağıttan Leviathanlar özgürlük getirmek veya özgürlüğe düşman normları yumuşatmak konusunda da girişimde bulunmazlar.

Kağıttan Leviathanlar’ın parçalanmış ve etkisiz doğalarının özgürlük açısından önemli sonuçları vardır, özellikle de şiddetin denetimi konusunda. Max Weber devleti “belirli bir coğrafya üzerinde fiziki şiddet kullanma tekelini (meşru biçimde) elinde bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlar. Gücü kullanma biçimleri nedeniyle Kağıttan Leviathan’lar, meşru veya değil, fiziksel güç tekeline sahip olamazlar. Kolombiya, devletin şiddet tekelinden yoksun oluşunun yıkıcı sonuçlarına bir örnektir.

Latin Amerika’nın geçmiş ve mevcut durumunu kıtanın “kurtarıcısı” Simon Bolivar’dan daha iyi özetleyecek kimse yoktu:

“Yirmi yıl boyunca hükmettim ama bundan kesin diyebileceğim sadece birkaç sonuç çıkarabildim: (1) Amerika (Latin Amerika’yı kastediyor) bizler için yönetilmezdir; (2) Devrime hizmet edenler denizi sabanla sürenlerdir; (3) Amerika’da yapılabilecek en iyi şey buradan göçmektir; (4) Bu ülke kaçınılmaz olarak sınır tanımayan çoğunlukların ve ardından da her renk ve ırktan insanların bile fark bile etmeyecekleri adı sanı olmayan tiranların eline düşecektir; (5) Her bir işlediğimiz suçun ceremesine katlanıp gaddarlıkla yok edilene kadar Avrupalılar bizi işgal etmeye tenezzül bile etmeyeceklerdir; (6) Dünyanın herhangi bir bölgesinde ilkel kaosa dönmek mümkün olsa, orası son nefesini veren Latin Amerika olacaktır.”

Bolivar’ın bu kadar kötümser olmasının birkaç sebebi vardı. Belki de en önemlisi Latin Amerika toplumunun yaratılışının temelinde siyasi hiyerarşi ve eşitsizlik olmasıdır. Sömürge toplumu bir kurumsal hiyerarşiydi. İspanyollar en tepedeydi. Ardından yerliler geliyordu ve pek çok bölgede en altta siyah köleler bulunuyordu. Zamanla İspanyol seçkinleri Latin Amerika’nın yerlileri haline geldiler ve Kreole olarak tanınmaya başladılar (Bolivar da onlardan biriydi). Yaşanan melezleşme ile birlikte kimin kime üstün olduğunu tanımlayan karmaşık bir kast sistemi de ortaya çıktı. Kastlar önemliydi çünkü yasalar ve vergiler kişinin toplumsal konumuna bağlı olarak farklı uygulanıyordu. Yasa önünde eşitlik olmadığı için yasanın kendisi çoğu Latin Amerikalı için gayrimeşruydu. Daha da önemlisi, yerli halklar ve siyah köleler sistemli olarak sömürüldükleri için bu düzen daha büyük hiyerarşi, tahakküm ve eşitsizlik anlamına geliyordu. Hiyerarşi, tahakküm ve eşitsizlik bugün hala devam ediyor.

KİTABA YÖNELİK GÖRÜŞÜM

Financial Times baş ekonomisti Martin Wolf’un da belirttiği gibi bu kitap Ulusların Düşüşü kitabına göre çok daha orijinal ve etkileyici. Yazarlar bu kitapta sadece kurumların öneminden ziyade, devletlerin gerçekte nasıl işlediğine odaklanıyor. Acemoğlu ve Robinson, Ulusların Düşüşü kitabında da tezlerini ülkeler özelinde tarihten örnekler vererek desteklemeye çalışmışlardı ama örnekler bu kadar zengin ve isabetli değildi.

Yazarlar, önceki kitabına genel kabul gören Coğrafya ve Kültür tezlerini “cherry-picking” diye sınıflandırılabilecek örneklerle eleştirerek “kurumların işlevi” tezini desteklemeye çalışmışlardı. 

Coğrafya tezini eleştirirken Kuzey-Güney Kore, Doğu-Batı Almanya, Amerika-Meksika gibi komşu ülkelerden örnek verip, bu ülkelerin aynı coğrafi özelliklere sahip olmasına karşın ekonomik olarak çok farklı durumda olduklarını ve dolayısıyla coğrafya tezinin geçerli olmadığını öne sürmüşlerdi. Komşu ülkeler için özellikle seçilen örnekler tezini “doğrulamasına” karşın, yazarlar Afrika ve Avrupa veya Orta Asya ve ABD arasındaki ekonomik farkların sebebini coğrafyadan bağımsız bir hipotezle destekleyememişlerdi.

Yazarlar aynı “doğrulama sapması” (confirmation bias) yöntemini Kültür tezi için de uygulamışlardı. Zenginliği kültürle ilişkilendiren hipotez, Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumuna dönüşmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakının olduğunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanır. Yazarlar, Protestan olmayan ülkelerin ekonomik başarısından örnek vererek gelişmişliğin kültürle ilgisi olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ancak, AR’nin “kültür” olarak eleştirdiği hipotez sadece Protestan ahlakını baz alırken, toplumların gelenek ve normlarını dikkate almıyor, dolayısıyla ülkeler arasındaki birçok farkı ıskalıyordu.

Öncelikle kitaba ilişkin ilk dikkatimi çeken husus yazarların genel kabul gören coğrafya ve kültür hipotezlerine karşı yaklaşımının oldukça değiştiği oldu. AR, kitap boyunca coğrafi özelliklerin toplumların yapısına olan etkisinden örnekler verip kendi tezlerine entegre etmişler:

“İsviçre, İtalya örneğinde olduğu gibi Alp dağları ile ayrılmış ve izole bir konumda olmasa da imparatorluğun en ucundaydı. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun bu bölgedeki yetersiz denetimi İsviçre siyasi bileşenleri olan kantonların kendi meclis düzenlerini getirmesine sebep olmuştur.”

“Kolombiya’da yolların olmayışı birbirinden tecrit edilmiş ve cephelere bölünmüş bir toplum yaratıyor.”

gibi örneklerde gördüğümüz üzere yazarların coğrafya hipotezine karşı tutumu değişmiş görünüyor.

Bir diğer önemli nokta ise, “kültür” olarak genel bir kavramda ele alabileceğimiz toplumların sosyal yapısı ve gelenekleri hakkında. Yazarlar toplumsal kuralların özgürlüğü engelleyici rolünü “normlar kafesi” adını verdikleri kavramla ele alıyorlar. Dolayısıyla toplumların sahip olduğu kurumlardan ziyade, o toplumlara özgün sosyal yapının ve geleneklerin de ülkenin refahında kilit rol oynadığını kabul ediyorlar. Örneğin Hindistan’ın gelişmesi yönündeki en büyük engelin kast sistemi olduğunu belirtiyorlar.

Bir diğer örnek ise Ortadoğu toplumlarından: İslam ülkelerinde merkezi otoritenin olmayışını bu ülkelerde Kilise gibi kurumsal bir hiyerarşik yapının olmayışına bağlıyorlar. Daha önce Francis Fukuyama’nın Siyasal Düzenin Kökenleri kitabında devlet inşasını ele aldığı bölümde vurguladığı gibi İslam ülkeleri teolojik değil, Sezaropapacıdır: Sünni Müslüman dünyasında halife ve ulema hiçbir zaman resmi olarak devletten kopmadı ve devlette kendi hiyerarşisi, yetki alanı ve kendi personeli üzerinde denetimi bulunan tek ve ayrı bir kurum haline gelmedi. Yani bugüne dek hiç kimse Gregoryen reformundan sonra ortaya çıkan Katolik kilisesine benzer bir Müslüman “kilise” kuramadı. Ulema hiçbir zaman kendini hiyerarşi etrafından kurumsallaştıramadığından, tek bir hukuk geleneğinin ortaya çıkması mümkün değildi. Müslüman hiyerarşisinin Romalı papalar gibi siyasi güce karşı koyması da mümkün değildi.

Ortadoğu toplumlarında merkezi otoritenin bulunmayışının bir diğer nedeni ise coğrafyaydı: Tarım Devriminden sonra tarım nüfus yoğunluklarının artmasını sağlamış, bu da toplumların daha büyük ölçekte örgütlenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Tarım ayrıca özel mülkiyet ihtiyacını da ortaya çıkarmış, ardından özel mülkiyet ihtiyacı karmaşık akrabalık yapılarıyla yoğun bir biçimde iç içe geçmişti. Artık insanlar daha büyük ölçüde bir arada olduklarından farklı biçimde sosyal örgütlenme gereği doğmuştu. Ortadoğu’da tarım yapmaya müsait topraklar çok kısıtlı olduğu için nüfus yoğunlaşamamış, insanlar kabile, boy gibi yapılar etrafında örgütlenmiş devlet gibi kurumsal bir yapıya sahip olmadan yüzyıllar boyunca yaşayabilmişlerdi.

AR, Leviathan’ları 4 ayrı tipe ayırıp ülkeler özelinde örnekler verirken gerçekten zengin bir tarih okuması yaptıkları göze çarpıyor. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunu ele aldığı bölümde konuyu çok kapsamlı ve özgün biçimde ele alıyorlar. Amerika’nın sahip olduğu kurumların bu denli güçlü olmasını Amerikan toplumunun dinamik ve özgürlükçü oluşuna bunu da İngiltere’den gelen “göçmen ve çalışkan halkın” mülkiyet ve bireysel hak konusunda oldukça inatçı olmasına bağlıyorlar. Despotik Leviathan’ı ele aldığı bölümde Çin hakkında detaylı bir analize yer veren yazarlar, Çin’in bugünkü durumunu Çin toplumunun çekirdeğini oluşturan “Legalizm” ve “Konfüçyüsçülük” felsefesine bağlıyorlar. Bir diğer örnek ise Türkiye’den: AR ülkenin 2002’den sonra koridora girme şansını elde ettiğini ancak 2007’den sonraki süreçte oldukça despotik yöne kaydığını ve an itibariyle koridora girme şansını kaybettiğini belirtiyorlar.

Kitaba ilişkin nihai görüşüm; yazarlar ülkelerin refahını özgür olabilme ve devleti denetim altında tutma kapasitesine bağlamış olsa da bunu rasyonel bir model çerçevesine oturtup iddialarını matematiksel olarak ispatlayamıyorlar. Ancak, refahı sadece kurumlara indirgemeyerek; ülkelerin sosyal yapısını ve siyasal tarihini ön plana çıkararak ele alması ve gerçekten çok fazla ülkeden zengin örnekler vererek tezlerini desteklemesinden dolayı kesinlikle okunması gereken bir kaynak olduğunu düşünüyorum.

Yorumlar