Ana içeriğe atla

Ulusların Düşüşü

MIT Ekonomi profesörü Daron Acemoğlu ile Harvard Siyaset profesörü James Robinson’un 2012 yılında çıkardıkları “Why Nations Fail” isimli kitabı 2013 yılında Doğan yayınları tarafından Türkçeye çevrilip “Ulusların Düşüşü” adıyla yayınlandı. İkilinin 2000 yılında yazmış olduğu “Economic Origins of Dictatorships and Democracy” adlı eserin devamı niteliğinde olan kitap; ulusların zenginliğinin ve fakirliğinin nedenlerini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Acemoğlu ve Robinson (AR), ulusların arasındaki refah farklarının ana nedeninin coğrafi ya da kültürel faktörler olmadığını, temel nedeninin ulusların sahip olduğu ekonomik ve siyasi kurumların niteliğinde yattığını öne sürmektedirler. 15 bölümden oluşan kitap, “kapsayıcı kurumlar” ile “sömürücü kurumlar” şeklinde bir ayrım yapıp, ülkelerin ekonomik başarılarının kurumlara, ekonominin işleyişini belirleyen kurallara ve bireyleri motive eden teşviklere göre farklılık gösterdiğini belirtmektedir.

Acemoğlu ve Robinson (AR) kitaba Coğrafya, Kültür ve Cahillik gibi çokça dile getirilen tezleri eleştirerek başlamış, sonrasında ulusların arasındaki temel fark düzeyinin bu faktörler yerine neden Kurumlar’dan dolayı olduğunu dünyanın çeşitli bölgelerinden örnekler vererek açıklamıştır. Bu anlamda, kitabı iki ana bölümde incelemenin faydalı olacağını düşünüyorum. İlk bölümde, coğrafya, kültür ve cahillik tezlerine karşı yazarların görüşlerini ele alınacak, ikinci bölümde ise neden temel farkın bir ülkenin sahip olduğu kurumlardan kaynaklandığı anlatılacaktır.


GEÇERSİZ HİPOTEZLER

Coğrafya


Dünya eşitsizliğinin nedenlerine ilişkin genel kabul gören kuramlardan biri, zengin ve fakir ülkeler arasındaki büyük ayrımın coğrafi farklılıklar tarafından belirlendiğini ileri süren coğrafya hipotezidir. Ilıman iklim kuşağındaki ülkeler zengin; Afrika, Orta Amerika, Güney Asya gibi tropiklerdekiler fakirdir yönündeki genel kanı, ilk bakışta doğruymuş gibi görünse de özünde yanlıştır. Ekonomist Jeffrey Sachs’ın da savunduğu coğrafya hipotezine modern zamanlarda tropik hastalıkların olumsuz etkileri ve tarıma göreceli elverişsizliğinin eklenmesiyle ılıman iklimlerin diğerlerine göre avantajlı olduğu sonucuna varılmıştır. Oysaki ne iklim ne hastalıklar ne de coğrafi herhangi başka bir özellik dünyadaki eşitsizliği açıklamaya yetmez.

Bu anlamda, aralarında coğrafi, iklim ya da çevresel hastalık açısından hiçbir fark bulunmayan Amerika ve Meksika sınırındaki iki şehri ele alalım: Amerika’da yer alan Nogales Arizona şehrinde kişi başına ortalama yıllık gelir 30 bin dolardır, gençlerin çoğu okula gider ve ortalama yaşam süresi altmış beşin üzerindedir. Sınırın diğer tarafında, Meksika’da yer alan Nogales Sonora şehrinde ise insanların geliri Arizona’dakinin üçte biri kadardır, bebek ölüm oranları yüksektir ve şehir sakinleri sınırın karşısında yaşayan komşuları kadar uzun yaşayamamaktadır. Bir kentin iki yarısı nasıl birbirinden bu kadar farklı olabilir? Coğrafi ya da iklimsel bir farklılık söz konusu değildir. Dünya eşitsizliği iklimle, hastalıklarla ya da coğrafi hipotezin herhangi bir versiyonuyla açıklanamaz.

Coğrafya hipotezinin bir başka etkili versiyonu çevrebilimci ve evrim biyoloğu Jared Diamond tarafından ileri sürülmüştür. Diamond 500 yıl önce modern çağın başlangıcındaki kıtalararası eşitsizliğin kökeninin bitki ve hayvan türleri zenginliğinde görülen ve sonrasında tarımsal verimliliği de etkileyen tarihsel farklılıklara dayandığını savundu. “Bereketli Hilal” gibi bazı bölgelerde, insanların evcilleştirebileceği çok sayıda tür varken, başka yerlerde örneğin Amerika’da yoktu. Evcilleştirilebilir nitelikte çok sayıda türe sahip olmak, toplumlar için avcı toplayıcı yaşam biçiminden tarım toplumuna geçişi çok cazip bir hale getiriyordu. Bereketli Hilal’de Amerika’dan önce gelişti. Nüfus yoğunluğu arttı ve bu da iş bölümüne, ticarete, şehirleşmeye ve siyasal gelişime olanak tanıdı. En önemlisi, tarımın baskın olduğu yerlerde teknolojik yenilikler diğer bölgelere göre daha hızlı gerçekleşti. Dolayısıyla, Diamond’a göre, hayvan ve bitki türlerinin mevcudiyetine ilişkin farklılıklar teknolojik değişim ve farklı refah rotalarına yol açtı. Ancak, Diamond’un tezi günümüzün gelişmiş ekonomileri arasındaki refah farkını açıklayamadığı gibi tarihsel kavşaklara da bir anlam yükleyemez. Örneğin; Sanayi Devrimi neden İngiltere’de oldu da Moldova’da olmadı sorusuna verecek bir cevabı yoktur.

Coğrafya hipotezi tarih boyunca zenginliğin kökenlerini açıklamak için yetersiz kaldığı ve iddiasında da yanlış olmakla birlikte, Japonya ve Çin gibi pek çok ülkenin neden uzun süren durgunluk döneminin ardından hızlı bir büyüme sürecine girdiğini de açıklayamaz.

Kültür

Bir diğer genel kabul görmüş olan, zenginliği kültürle ilişkilendiren kültür hipotezi, Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumuna dönüşmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakının olduğunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanır. İlk sanayileşen ülkelerin İngiltere ve Hollanda olması bu teoriyi desteklese de hemen arkalarından çoğunluğu Katolik olan Fransa’nın kalkınması din ile ekonomik başarının ilişkisinin zayıf olduğunu gösterir. Ayrıca Protestan ahlakının ya da Hristiyanlık dininin son zamanlarda Doğu Asya’nın yakaladığı başarıyla hiç ilgisi yoktur. Başka bir deyişle sınırlar arasındaki kültürel farklar refah farkını yaratan sebep olmaktan öte farklı yönetimlerin, farklı kurumların dolayısıyla farklı teşviklerin sonuçlarıdır.

Çok vurgulandığı halde kültürel öğeler yani din, ulusal kimlik, etnik köken ya da ahlaki değerler, gidişatın neden basmakalıp devam ettiğini anlamamızda o kadar önemli değil aslında. Bugün “kültür” Kuzey ve Güney Kore arasında çok fark etse de bu iki ülkenin ekonomik geleceklerinin ayrışmasında hiçbir rol oynamamıştır. Bu iki ülke Kore Savaşı’ndan ve ülkenin 38. Paralel üzerinde ikiye ayrılmasından önce dil, etnik köken ve kültür bakımından benzeri görülmemiş ölçüde homojendi.


Cehalet

Ülkeler arasındaki refah düzeyi farkının nedenine ilişkin son popüler kuram, dünya eşitsizliğinin nedenini insanların ya da yöneticilerin fakir ülkeleri nasıl zengin hale getireceklerini bilmemesine bağlayan cehalet hipotezidir. Cahillik hipotezi, fakir ülkelerin yanlış politikalar ve hatalı ekonomik tavsiyeler nedeniyle piyasadaki yetersizlikleri düzeltemediklerini varsayar. Ancak cahillik mevcut durumu açıklamaya yetmez. Üstelik bu teori ne refahın kökenlerini ne de düzenin işleyişini açıklamaz. Kendilerini yoksulluğa mahkum eden kalıplaşmış kurumlardan kurtulup ekonomik büyüme yoluna girmeyi beceren ülkelerdeki değişim, liderleri bir anda aydınlandığı için ya da artık kendi menfaatlerini daha az düşündükleri için olmaz. Ekonomik gelişmeyi politikalar ve bunların altındaki kurumlar belirler. Fakir ülkeler fakirdir çünkü güç sahipleri yoksulluk yaratan seçimler yapar.


KAPSAYICI VE SÖMÜRÜCÜ KURUMLAR

Acemoğlu ve Robinson, ekonomik kurumları ‘kapsayıcı’ ve ‘sömürücü’ kurumlar olarak ikiye ayırmaktadır. Kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar temel olarak merkezi bir yönetimi, çoğulcu ve hesap verilebilir bir yönetim tarzını, hukukun üstünlüğünü ve mülkiyet haklarının korunmasını gerektirmektedir. Bu türlü bir kurumsal örgütlenme tarzına sahip toplumlar yaratıcı yıkımı; yani, yenilik getiren ve ilerlemenin motoru olan gelişmelerin kapısını aralarken; mülkiyet haklarının garanti altına alınmasıyla bireylerin birikim, yatırım ve yenilik yapma potansiyellerini desteklemekte; ayrıca hukukun üstünlüğü ve çoğulcu bir iktidar anlayışıyla güç paylaşımını motive ederek üretkenliği artırmaktadır. Bunun tersine, sömürücü ekonomik kurumlar ise, kapsayıcı kurumsal yapılanmanın bir ya da birden fazla temel unsurunu desteklemeyerek refahın önünü tıkamaktadır. Bu türlü bir kurumsal yapılanmaya sahip toplumlar genellikle bir elitin iktidarı altında çoğulcu olmayan bir iktidar tarafından yönetilmekte, mülkiyet hakları selektif olarak uygulanmakta ve yaratıcı yıkım teşvik edilmemektedir.

Bu anlamda, kapsayıcı kurumlar neden bazı ekonomilerin diğerlerinin önüne geçtiğinin, sömürücü kurumlar ise diğerlerinin geride kaldığını açıklamaktadır. Örneğin kurumsal yapı, neden Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de gerçekleştiğini açıklayabilirken, neden Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik olarak geri kaldığına cevap verebilmektedir.

Sanayi Devrimi Rusya'da, Avusturya'da, İspanya'da, Çin'de ya da Osmanlı'da değil de bir zamanların ücra bölgesi İngiltere'de başlamıştır. Britanya uzun zamandan beri kralların gücünü sınırlayan ve geniş temsile sahip parlamentolara ve kurumsallaşmış devlet mekanizmalarına sahiptir. 1688 Şanlı Devrim sonrasında, mutlak güçlerin keyfi yönetimleriyle idare edilen ve geniş kitlelerin sömürüsüne dayalı devletlerin hepsi tarih çöplüğünde yerlerini alırken, kapsayıcı sistemlere sahip uluslar çoktan boy farkıyla arayı açmaya başlamışlardır. Devlet yatırım, ticaret ve inovasyona yönelik teşvikler sağlayan kurumları kanunlaştırdı. Keyfi vergiler sona erdi, tekeller neredeyse ortadan kaldırıldı. Milli sanayi geliştirilirken ticari faaliyetler desteklendi. Hem ticari faaliyetin önündeki engeller kaldırıldı hem de İngiliz donanması, ticari çıkarları korumak için görevlendirildi. Mülkiyet hakları güvence altına alındı. Endüstriyel gelişimin vazgeçilmezi olan altyapı çalışmaları başladı. Yollar, kanallar ardından demiryolu döşendi. Bütün bu gelişmeler Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak ortamı yaratmıştır.


Peki, neden İngiltere’de gerçekleşen ekonomik değişim Osmanlı’da olmadı? Çünkü Osmanlı’nın saltçı, dışlayıcı politik kurumlarıyla dışlayıcı ekonomik kurumları arasındaki ilişki buna izin vermedi. Her ne kadar kurumları çoğulcu ve kapsayıcı olmasa da Osmanlı, matbaa gibi bir buluşu yasaklayacak kadar merkezileşmiş bir devletti. 1445’te Almanya’da Gutenberg matbaayı icat ettiğinden beri her şey değişmeye başlamıştı ama önce 1485’te Sultan II.Beyazıt tarafından yasaklandı. 1515’te ise bu yasak Yavuz Sultan Selim tarafından pekiştirildi. Matbaa aleyhtarlığı okuryazarlık, eğitim ve ekonomik başarı açısından feci sonuçlara yol açtı. 1800’lerde nüfusun sadece %2-3’ü okuryazardı. İngiltere’de ise erkeklerin %60’ı, kadınlarınsa %40’ı okuma yazma biliyordu. Hollanda ve Almanya’da ise bu oranlar daha fazlaydı. Osmanlı bu dönemde en düşük eğitim seviyesiyle Avrupa’nın çok gerisinde kaldı. Osmanlı’da ilk matbaaya izin verilmesi 1727’yi buldu. III. Ahmet matbaa kurması için İbrahim Müteferrika’ya izin verdi ama basılan her şeyin yayınlanabilmesi için kadılardan oluşan dini bir kurulun onayından geçmesi gerekiyordu. Bu yüzden Müteferrika matbaasını çalıştırdığı 14 yıl boyunca sadece 17 kitap basabildi. Türkiye’nin dışında kalan Osmanlı topraklarında ise matbaacılık daha da geri kaldı. Mesela matbaanın Mısır’a ulaşması Napolyon’un başarısız işgal denemesi sırasında oldu. Osmanlı İmparatorluğu, Batılı rakipleri yüzyıllar süren teknolojik gelişme evresinden geçerken geride kalmış, bunun sonucunda tarım ekonomisinden üretim ekonomisine geçemediği için ekonomik ve siyasi olarak zayıf kalmıştır.


Peki, ülkeler kapsayıcı kurumlara bir tercih sonucunda mı sahip olmuştur, yoksa zamanın şartları onları bu yönde evrilmeye mi itmiştir? Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş yılları bu soruya açık bir cevap niteliğindedir.

Amerika’ya ilk ayak basan kolonilerin ve toprağın sahibi olan İngiliz şirketi Virginia Co. kazanç getirmesi için kurulmuştu ve ilk başta Güneydeki İspanyolların uygulamış olduğu stratejiyi benimsedi, dolayısıyla yerleşimciler zorla çalıştırılmaya başlandı. Kaçanlar ölümle cezalandırılıyordu ama insanlara yakındaki yerlilerle birlikte ya da o uçsuz bucaksız topraklarda başka bir yerde özgürce yaşama fikri giderek daha cazip gelmeye başlamıştı. Bu şartlarda şirketin gücü sınırlıydı. İngiliz yerleşimcileri boğaz tokluğuna ağır iş yapmaya mecbur kalamazdı. Ne yerlileri ne de İngiliz yerleşimcileri baskı altında tutmanın imkansız olduğunu anlayan şirket, ilk sömürgenin 1607’de Virginia’da kurulmasından yaklaşık 10 yıl sonra yepyeni bir strateji benimsedi. Tüm yerleşimcilerin iş kontratları iptal edilip kendilerine ev ve arsa verildi. Yetişkin erkeklere koloniyi düzenleyen kanun ve kurumlarla ilgili söz hakkı tanıyan Kurul 1619’da kuruldu. İşte bu, Amerika’da demokrasinin başlangıç noktasıdır.

Amerikalıların önlerinde seçenek çoktu, gerçekten çok çalışmaları isteniyorsa buna özendirilmeleri gerekiyordu. Bir süre sonra da daha çok ekonomik özgürlük ve daha fazla politik hak talep etmeye başladılar. 1720’lere gelindiğinde, sonradan ABD olacak 13 koloni benzer yapıdaydı. Kadınlar, köleler ve mülksüzler oy kullanamıyordu dolayısıyla demokrasi sayılmazlardı ama politik haklar, o dönemde dünyanın diğer yerlerine göre çok kapsamlıydı. Hepsinin yönetiminde bir vali ve erkek mülk sahiplerinden oluşan bir kurul vardı. 1774’te ABD’nin bağımsızlığına giden yolu açan ilk kongreyi oluşturup İngilizlerin başına bela olacak olanlar da bu kurullardır.

Bu kurullar sayesinde Amerika, girişimcilerin kişisel çıkarları için uğraştığı, bunları patent haklarıyla sağlama aldığı bir ülke olmuştur. Ayrıca, ABD’de patent alanlar yalnızca zengin ve elit değil toplumun her kesiminden çeşitli insanlardı. 1820 ile 1845 arasında ABD’de patent alanların yalnızca %19’unun ailesi meslek veya toprak sahibiydi. Girişimcilik yeni buluşları destekledi, yeni buluşlar üretimi arttırdı, üretim ise sermaye ihtiyacını doğurdu. 1818’de ABD’de 160 bin dolar sermayeli 338 banka varken, 1914’e gelindiğinde 27.684 bankanın toplam sermayesi 27,3 milyar dolar olmuştu.


Ayrıca, ülkelerin sahip olduğu kurumların niteliğinin yanı sıra Kritik kavşaklar, bir veya birçok toplumda mevcut siyasi ve ekonomik dengeyi bozan büyük olaylar olması bakımından ülkelerin gelişimi açısından oldukça önemlidir. Örneğin; 14. Yüzyılda Avrupa nüfusunun yarısını yok eden Veba Salgını, Batı Avrupalılara muazzam kazanç getiren Atlantik ticaretinin yollarının açılması, dünya çapında ekonomilerin yapısını değiştirme potansiyeli sunan Sanayi Devrimi insanlık için kritik kavşaklardır. Tarihsel dönüm noktası olmasa Batı Avrupa atağa kalkıp dünyayı fethedemezdi. Mesela işgücünün azalmasına sebep olup köylüleri başkaldırmaya iterek federal düzeni temelden sarsan, dolayısıyla kraliyetlerin gücünü zayıflatan Veba Salgını olmasaydı çok başka bir dünyada yaşıyor olurduk.




KİTAP HAKKINDA GÖRÜŞÜM

Kitabı ilk defa 2014 yılında lisans öğrenimimi bitirip iş mülakatlarına hazırlandığım esnada okumuştum. O günlerde Türkiye’deki akademik çevrede oldukça popüler olan kitabın Nobel ödülü alması bekleniyordu. Kitap, ekonomik gelişmişlik ve ülkelerin refahı açısından okuduğum ilk eser olmasına rağmen bu alana ilgimin artmasına ve konuya ilişkin literatürü taramama vesile olduğu için benim açımdan ayrı bir önem taşıyor. İsabetli tespitleri ve çarpıcı örnekleriyle beni çok etkileyen kitap, zamanla konuya ilişkin ilgimin ve bilgimin artmasıyla “aslında o iş o kadar da basit değilmiş” dediğim, ama yine de ülkelerin sahip oldukları kurumların ekonomik gelişmişliğe etkisini en iyi özetleyen kitap olduğu için tavsiye ettiğim bir eser oldu.

İngilizce baskısı 571 sayfadan ve 15 bölümden oluşan kitap, coğrafya, kültür ve cehalet tezlerini eleştirerek başlamasına karşın, bunlara ilişkin eleştirilerini sadece 1 bölüme sığdırmış ve konunun yeterince üzerinde durmamıştır. Geri kalan 14 bölümde savunmuş oldukları kurumların önemi tezi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu anlamda, kitabın eleştirisinin de kitabın kronolojisine uygun olması gerektiğini düşünüyorum.

Kitaba yönelik en büyük eleştirim, yazarların coğrafya tezini oldukça önemsiz ve geçersiz bulmasıdır.

Acemoğlu ve Robinson (AR), ülkelerin coğrafi özelliklerinin ekonomik refahı açıklamaya yetmeyeceğini Amerika ve Meksika sınırında yer alan Nogales Arizona ve Nogales Sonora şehirlerini ele alarak başlıyor. Yazarlar, örneğin çarpıcı olması adına sınır şehirleri/ülkeleri örnek vererek (Kuzey-Güney Kore, Doğu/Batı Almanya) ülkelerin gelişmişliğini etkileyen temel unsurun coğrafya değil, sahip oldukları ekonomik ve siyasal kurumlar olduğunu öne sürmektedir. Bu anlamda, AR iki şehir arasındaki farkın, temeli yüzyıllar öncesi sömürge zamanına dayanan kurumlara bağlamaktadır. Ancak, neden iki ülkenin bu kadar farklı kurumlara sahip olduğunun cevabını coğrafi özelliklere yer vermeden açıklamaları açısından bir sıkıntı vardır. Kuzey ve Güney Amerika’nın sömürgeleştirilme tarzının farklı olmasının ana ve tek sebebi sahip olduğu coğrafi özelliklerdir. Güney Amerika’da nüfus kuzeyin 500 katı kadar olmakla birlikte, Güneydeki yerliler Avrupalı sömürgecilerin rahatça zapt edebileceği sahil kıyılarında yaşamakta ve nüfus yoğun olan şehirlerde ikame ettikleri için asayişi sağlamak açısından kolaylık yaratmaktadır. Kuzeyde ise nüfus yoğunluğu çok seyrek olmakla birlikte, yerliler iç kesimlerdeki ormanlık arazide yaşamakta ve geç orta çağ dönemde olmalarına rağmen halen avcı toplayıcı olarak geçimini sağlamaktaydı. Kuzeye gelen İngiliz sömürgeler, yerlilerin düzensiz ataklarına karşı savunmasız durumdaydı. Ayrıca, kuzeyde güneyde olan altın gümüş gibi doğal zenginliklerin hiçbiri yoktu ve İngiliz sömürgesi iş gücünün yoğun olduğu tarıma bel bağlamak durumundaydı. Sonuç olarak, Güneyi işgal eden İspanyollar kolayca yerli halkı etkisiz hale getirip, değerli madenlerini Avrupa’ya taşırken, kuzeyde İngilizler bambaşka bir strateji izlemek zorunda kalmıştır. Bu anlamda, iki kıtanın farklı ekonomik ve siyasi kurumlara sahip olmasının ana sebebi coğrafyadır.

AR, coğrafya tezini eleştirirken ilk olarak Jeffrey Sachs’ın da savunduğu tropik hastalıkların ve iklimin ekonomik kalkınma ile bağlantısını Nogales şehir örnekleri üzerinden basite indirgenmiş bir şekilde çürütmeye çalışmıştır. Ayrıca, yazarlar Sachs’ın Afrika üzerindeki çalışmalarını eleştirerek, Afrika kıtasının günümüzdeki fakirliğinin sebebini iklimle veya tropik hastalıklarla ilgisi olmadığını, sorunun temelinin halk sağlığını düşünmeyen ve hastalıklara karşı önlem almayan baskıcı yönetimler olduğunu belirtmektedir. Şüphesiz ki Afrika’daki devletlerin birçoğu sosyal devlet olmaktan oldukça uzaktır. Ama bu Afrika’nın geri kalmışlığını açıklamaya yeter mi? Bu anlamda Jeffrey Sachs’ın Yoksulluğun Sonu (End of Poverty) ve Sürdürülebilir Gelişim Çağı (The Age of Sustainable Development) kitapları coğrafyanın bir noktaya kadar “kader” olduğunu anlamada oldukça önemli eserlerdir. Bununla birlikte; Sachs’ın 1999 yılında John Luke Gallup ve Andrew Mellinger ile birlikte yayınlamış olduğu “Coğrafya ve Ekonomik Gelişme” (Geography and Economic Development) isimli çalışma notu; AR’un tezinin aksine coğrafyanın neden bu kadar önemli olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Buradan yola çıkarak coğrafyanın ekonomik gelişime etkisini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.

            - Tropik bölgeler ekonomik olarak geri kalmaya mahkumdur çünkü bulaşıcı hastalık riski oldukça yüksektir ve tarımsal verimlilik kalitesi düşüktür,

            - Kıyı bölgeleri veya okyanusa açılabilen suyolları bulunan ülkeler ticaret yapabilme kapasitesi açısından oldukça avantajlıdır,

             - Kara ile kuşatılmış ülkeler 3 sebepten ötürü dezavantajlıdır: ilk olarak denize açılan su yollarının olmaması sebebiyle karayolları üzerinden ulaşımı gerçekleştirmek zorundalardır ve bu deniz yolları taşımacılığına kıyasla oldukça maliyetlidir, ikinci olarak herhangi bir iş gücü ihtiyacı bulunması durumunda dışardan işçi göçü almaları daha zordur, son olarak kara ile kuşatılmış ülkeler askeri olarak devamlı tehdit altındadır ve bunun için bir bütçe ayırmak zorundadır.

            - Nüfus yoğunluğu üretimin verimliliği ve ticaretin hacmi açısından ekonomik gelişimle doğrudan ilgilidir.

Özet olarak, coğrafya taşıma maliyetleri, tarımsal verimlilik, doğal kaynak zenginliği ve insan sağlığı ile doğrudan bağlantılıdır ve bu faktörler ekonomik gelişmenin baş aktörleridir.

Bu anlamda, Sachs’ın belirli bölgeler için çıkarmış olduğu coğrafi özellikler karşılaştırması resmi daha da netleştirmektedir.


Tablodan da görülebileceği üzere; Avrupa kıtası diğer ülkelere kıyasla oldukça avantajlı bir durumdadır. Kıyıya olan yakınlığı, nüfus yoğunluğu ve tropik kuşakta yer almaması hususlarında Avrupa benzersiz bir konumdadır.

AR, coğrafya tezi eleştirisine bir diğer tanınmış araştırmacı olan çevrebilimci biyolog Jared Diamond’un 1998 yılında Pulitzer ödülü alan Tüfek, Mikrop ve Çelik (Guns, Steel and Germs) kitabında ortaya koyduğu “Bereketli Hilal Teorisi” üzerinden devam etmiştir. Yazarlar, Diamond’un tezinin her ne kadar ilk, orta çağ için geçerli olsa da günümüzde ülkeler arasındaki eşitsizliği anlamada yetersiz olduğunu savunmaktadır.

Öncelikle Diamond’un teorisi üzerinden başlayalım. Diamond’un Bereketli Hilal (Mezopotamya, günümüz Suriye, Lübnan, İsrail, İran ve Irak topraklarını içine alan bölge) teorisine göre; dünyadaki en iyi ekinlere sahip olan bölge aynı zamanda en iyi hayvanların da anavatanıydı. Bereketli Hilal'in insanları, antik dünyadaki en iyi ekinlere ve hayvanlara ulaşımları oldukları için coğrafi olarak kutsanmıştı. Bu onlara önden başlamaları için, büyük bir fırsat vermişti. Buğday yetiştirmek ve keçi gütmekle başlayan şey, ilk insan uygarlığına doğru ilerliyordu. Buğday ve arpa, koyunlar ve keçiler, inekler ve domuzlar Bereketli Hilal'den, doğuya doğru Hindistan'a, batıya doğu Kuzey Afrika'ya ve Avrupa'ya yayıldı. Gittikleri her yerde insan toplumlarını değiştirdiler. Bereketli Hilal'in ekinleri ve hayvanları Mısır'a ulaştığında burada bir medeniyet patlamasına sebep oldu. Birdenbire, firavunları ve komutanları, mühendisleri, kâtipleri ve piramitleri inşa etmek için gerekli insan ordusunu beslemeye yetecek kadar, yiyecek ortaya çıkmıştı. Aynısı Avrupa medeniyeti için de geçerliydi. Antik zamanlardan Rönesans'a kadar, Avrupa'nın sanatçıları, mucitleri ve askerleri Bereketli Hilal'in ekinleri ve hayvanları ile beslendi. Bu anlamda, Diamond’un insanlık tarihini inceleyen teorisini, sadece dünyanın son 100 yılını baz alarak eleştirmeyi pek mantıklı bulmuyorum. Şüphesiz ki medeniyet dediğimiz olgu tam anlamıyla tarım devrimiyle başladı ve gelişti, tarımsal verimliliğe sahip olan ülkeler diğerlerine göre oldukça ileri düzeydeydi. Bu noktada, Diamond’un Bereketli Hilal Teorisi oldukça anlamdı ve değerlidir.

Ancak, AR’un da belirttiği gibi, dünya üzerinde ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizlik son 100 yılda daha da açılmıştır. AR, modern dünyadaki eşitsizliğin temelinin teknolojinin dağılımında ve hayata geçirilişindeki dengesizlikte olduğunu savunmaktadır. Bu noktada AR oldukça haklıdır. Dünyanın ekonomik tarihi geçmişine baktığımızda ülkeler arası fark 18. Yüzyıla kadar oldukça azdı. Kırılma 1800’lerin ortasında gerçekleşti. Jeffrey Sachs’ın The Age of Sustainable Development kitabında görülebileceği üzere dünya ekonomisi yüzyıllarca süren stabil durumdan sonra 1800’lerin ortasında atağa kalkmıştır.




İngiliz ekonomist John Maynard Keynes’in belirttiği gibi Sanayi Devrimi’ne kadar dünyada ekonomik anlamda bir refah ve büyüme söz konusu değildi. Keynes bunun sebebinin teknik gelişmenin olmamasına ve sermayenin birikmemesine bağlamaktadır.

            “From the earliest times of which we have the record, back say to 2000 years before Christ, down to the beginning of the 18th century there was no very great change in the standard of life of the average man living in the civilized centers of the earth… This slow rate of progress, or lack of progress, was due to two reasons – to the remarkable absence of important technical improvements and to the failure of capital to accumulate. The absence of important technical inventions between the prehistoric age and the comparatively modern times is truly remarkable.”

Ülkelerin 2.000 dolar gelir barajını aşma yıllarını karşılaştırdığımızda ülkeler arası farkın ne zaman ve nerede açıldığı daha net ortaya çıkmaktadır.




Bu noktada; 2.000 dolar barajını aşan ilk ülkelerin başta İngiltere ve İngiliz kolonileri olmakla birlikte Batı Avrupa’da yoğunlaştığı görülmektedir. Bunun sebebi, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de gerçekleşmiş olması ve çevre ülkelere yayılmasıdır. Peki, James Watt’ın Buharlı Motoru icat ettiği 1776 yılıyla başlayan Sanayi Devrimi neden İngiltere’de olmuştur da İspanya’da olmamıştır? AR, bunun sebebinin İngiltere’nin ekonomik ve siyasi kurumlarında saklı olduğunu, bunun da 1688 Görkemli Devrim’e kadar dayandığını kitabında ayrıntılı olarak açıklamıştır. Peki, İngiltere’nin bu üstünlüğünde coğrafi özelliklerinin hiç payı yok mudur, İngiltere’nin salt avantajı kurumları mıdır?

İngiltere’nin zengin kömür ve demir yatakları olmasa, buradan çıkarılan madenler nehirler aracılığıyla düşük maliyette taşınmasa, Watt’ın buharlı motoru icat edecek motivasyonu olur muydu? İngiltere’nin sahip olduğu coğrafi özelliklerin başında yer alan suyolları taşımacılığına imkân veren düşük debiye sahip nehir yatakları hakkında en isabetli yorumlardan birisi Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği (The Wealth of Nations) kitabında yer almaktadır:

             “Since such therefore are the advantages of water carriage [water-based transport], it is natural that the first improvements of art and industry should be made where this conveniency opens the whole world for a market to the produce of every sort of labor and that they should always be much later in extending themselves into the inland parts of the country.”

İngiltere, coğrafi konumu sayesinde ülkenin iç kısımlarında üretilen ürünleri kolayca ve düşük maliyetle kıyı bölgesine taşımış, buradan da okyanus ötesi transatlantik ticari yapabilmiştir.

İngiltere’nin bir diğer coğrafi özelliği ada olması ve kara savaşlarından ve onun doğurduğu yıkımlardan uzak kalmasıdır. Paul Kennedy’nin Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü (The Rise and Fall of Great Powers) kitabında da belirttiği üzere; Avrupa’nın iç kısımlarında ülkeler büyük savaşlar için ordularına yüksek oranda bütçe ayırmak zorunda kalırken İngiltere bu parayı ticaret için kullanabilmiştir.

Sonuç olarak, Sanayi Devrimi’nin neden İngiltere’de olduğu konusunda AR’un belirttiği gibi: sermayenin burjuva sınıfında birikmesi, kapsayıcı kurumların mevcut olması ve bunun sonucunda mülkiyet ve patent haklarının gelişmiş olması, hukuk sisteminin yüksek hacimli ticaret anlaşmaları yapmaya elverişli olması gibi unsurlar şüphesiz İngiltere’yi Avrupa’nın kalanından ayıran benzersiz özelliklerdir. Benim burada kitaba eleştirim; İngiltere’yi benzersiz kılan bu özelliklerin temelinde coğrafya faktörünün olması ve yazarların bunu göz ardı etmesidir. İngiltere’nin dağılmış-tabana yayılmış güç yapısının temelinde ülkenin coğrafi özellikleri yatmaktadır. Her ne kadar ülkelerin sahip olduğu kurumlar ülkelerin ekonomik ve siyasi gelişmeleri açısından hayati önem taşısa da bunların gelişim ve varoluş sürecinin ülkenin coğrafi özellikleri ile alakalı olduğu gerçeği yadsınamaz.

AR’un bir diğer hipotezi kültür tezinin geçersiz olmasıdır. Zenginliği kültürle ilişkilendiren hipotez, Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumuna dönüşmesinin özünde Reform ve Protestan ahlakının olduğunu ileri süren Alman sosyolog Max Weber’in teorisine dayanır. AR, kültür tezinin evrensel bir geçerliliği olmamasını haklı bir şekilde eleştiriyor olsa da din faktörü Avrupa’da kurumların gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Francis Fukuyama’nın Siyasi Düzenin Kökenleri (The Origins of Political Order) kitabında genişçe yer verdiği dinin Avrupa’nın siyasi tarihinde oynadığı önemli rolün ve kurumlara etkisinin kültür tezi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, Max Weber’in “Protestan Ahlakı” olarak ele aldığı olgunun ekonomik gelişmişle doğrudan bir bağlantısı olmasa da Protestanlığın okuma yazmayı teşvik etmesi açısında Kuzey Avrupa ülkelerinde bırakmış olduğu etkinin de dikkate alınması kanaatindeyim.

İlk olarak, Katolik Kilisesinin Avrupa sosyal yaşamında bıraktığı etkiyi ele alalım. Kilise dört uygulamaya şiddetle karşı çıkıyordu: yakın akrabalar arasında evlilik, ölen akrabaların dul eşleriyle evlilik, evlat edinme ve boşanma. Kilisenin bu yaklaşımı benimsemesinin nedeni teolojiden ziyade siyasidir. Yakın akrabalar arası evlilik, dul eşle evlilik ve boşanma hep miras stratejisidir ve bu sayede akraba grupları mal varlığını bir nesinden diğerine geçirebilmektedir. Yani kilise mülk varlığının geçişine imkan verebilecek her uygulamaya karşı çıkıyordu çünkü bu sayede dul kalan eşlerin yaşlı dönemlerinde mal varlığını kiliseye bağışlaması ihtimali doğuyordu. Bu sayede, yedinci yüzyılın sonunda Fransa’daki verimli toprakların üçte biri kilisenin eline geçmişti, sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllar arasında Kuzey Fransa, Alman toprakları ve İtalya’da kilisenin sahip olduğu topraklar iki katına çıkmıştı. Bu anlamda, Katolik ülkelerde gücün büyük bir bölümünün kilise gibi otoriter ve merkezi bir güçte toplanması protestan ülkelerle olan sosyal ve siyasi bağların arasındaki farkı açmıştır. 16.yy da İtalya, İngiltere ve Hollanda’da palazlanan kapitalizm, sahip oldukları büyük servetleri korumak isteyen aile gruplarının düzeniyle baş etmek zorunda kalmadı.

İkinci olarak, Protestan mezhebinin kiliseyle olan mücadelesinin Avrupa sosyal yaşamı üzerine olan etkisidir. Bilinenin aksine, Martin Luther bir liberal değildi. Tersine, Vatikan’ı dine yaklaşımının son derece esnek olmasından dolayı suçluyordu. Birçok bakımdan İncil’in daha metne bağlı bir biçimde yorumlanmasını talep eden Luther, bugünkü köktencileri çağrıştırmaktaydı. Luther’in papalığa karşı eleştirileri, bugünkü doğru yoldan çıkmış, müsrif ve yozlaşmış Orta Doğu rejimlerine karşı İslamcı köktencilerin eleştirilerine benziyordu. Protestanlık daha saf, “hurafelerden arınmış” bir Hıristiyanlık adına köktendinci bir hareketti. Luther, “Akıl şeytanın orospusudur” diyecek kadar katı bir adamdı. Ancak, Protestanlık bir noktada kritik bir rol oynadı. Luther, İncil’in tüm dillere çevrilmesini talep ediyordu. Böylece insanlar anlamadıkları Latince yerine kutsal kitabı kendi dillerinde okuyup anlayacak, kilisenin manipülasyonlarına ve hurafelerine kanmayacaktı. Bunun sonucunda, Protestanlığın yoğun olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinde okuma yazma oranında çok yüksek bir artış görüldü. Kuzeyde yaşayanlar, hem güneydeki komşularına oranla daha fazla okuma yazma oranına hem de dinin bile eleştirilebildiği özgür düşünce ortamına sahipti. Bu koşullar şüphesiz ki ülkelerin teknolojik ve ekonomik gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

Bu iki sebepten ötürü, Max Weber’in toplumları dinine ve sahip olduğu kültüre göre gelişmişliklerini kıyaslamasını savunmasam da din faktörünün Avrupa örneğine farklı olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak, AR’un kitabı kurumların ekonomik ve siyasi gelişmişlikleri üzerine olan etkisinin incelenmesi açısından bir başyapıt sayılabilecek niteliktedir. Yazarların, İngiltere’nin benzersiz kurumlarının tarihsel bağlamda irdelemesi, Veba gibi tarihsel kavşakların ekonomik ve sosyal yaşamın gelişimine etkisini ele alması ve bu ele alışta savunduğu düşünceyi güçlü örneklerle temellendirmesi bakımından kesinlikle okunması gereken bir kitaptır. Ancak, yazarların birçok örneği verirken anektodal vakaları ele alması, “deterministik” etiketiyle damgalanarak gözden düşürülen coğrafya hipotezinin ele alınış biçimi açısından da eleştiriyi hak etmektedir.

Kitaba ve konuya ilişkin nihai kanaatim; ülkelerin mevcut durumları, geçmişteki dayanakları ve gelecek inşası gibi hayati konuların tek bir nedensellik ilkesi yerine, birçok olguyu ve şartı yerine getiren kurallar bütünü olarak ele alınmasıdır.


KAYNAKÇA

Kitabının İngilizce Pdf Versiyonu

Economic Origins of Dictatorships and Democracy Kitabının İngilizce Pdf Versiyonu

Jeffey Sachs’ın Kitap Eleştirisi

Jeffrey Sachs’ın Coğrafya ve Ekonomik Gelişmişlik Üzerine 1999 Tarihli Çalışma Notu

Jeffrey Sachs’ın The Age of Sustainable Development Kitabı

Yorumlar