Ana içeriğe atla

İLKÇAĞ FELSEFE TARİHİ

FELSEFENİN DOĞUŞU

Felsefe (philosofia), etimolojik kökenine göre “bilgi sevgisi” anlamına gelirse de, felsefeyi tanımlamak zordur çünkü bu kelimenin anlamı yüzyıllar boyunca değişime uğramıştır. Felsefeyle daha ziyade anlaşılan, birtakım problemler üzerine enine boyuna, derinlemesine ve argumentatif düşünmedir. Bu açıdan bakıldığında, felsefe esas itibariyle entellektüel bir tartışmaya veya felsefi bir muhabbete katılan kimseler eliyle hayata geçirilen veya icra edilen bir faaliyet olmak durumundadır.

“Felsefe yapmak” ya da “felsefe” günlük dilimizde  “derin ve anlaşılması güç sözler söylemek” olarak algılanmaktadır. Çoğunlukla, alaycı ve küçük düşürücü bir anlamda kullanılır. Yani boş ve anlaşılmaz şeyler söylemek; “safsata” ya da “mugalata” yapmak anlamına gelir. “Feylesof” sözcüğü ise, “felsefe ile uğraşan kimse”den başka, “dünyayı umursamayan kişi” ve “dinsiz” olarak algılanır. Pozitif anlamda ise filozof, “yaygın düşün ve değerleri eleştiren, kendine uygun bir yaşam biçimi bulmayan çalışan bir insan tipi” olarak tanımlanabilir.

Felsefe rasyonel bir etkinliktir; düşünceleri gerekçelendirmek ve haklılandırmak/tanıtlamak gerekir. Aristoteles’e göre felsefe iki amaca hizmet edecektir; Rasyonel düşünsel faaliyetin alanı olacaktır ve mistik hayatı izaha çalışacaktır. Özellikle orta çağda skolastik felsefe bu amaçla kullanacaktır felsefeyi. Felsefe hakiki hikmet, en yüksek ilim olarak algılanacaktır.

Felsefe MÖ 6. Yüzyılın ilk çeyreğinde, dünyanın Batı diye tabir edilen bölgesinde başlamıştır. Felsefeye ve düşünce tarihine ilişkin bugünkü bilgilerimiz, felsefenin eski Yunanistan’da başlamış olduğunu söylememizi gerektiriyor. Bununla birlikte, başka bilgi biçimlerinin eskiden de şimdi de var olduğunu biliyoruz: Çinlilerin bilgeliği ile Hint düşüncesinin yanı sıra Eski Mısır’da ve Asurlular’la Babilliler arasında bilgi biçimleri vardı. 

Bilim ile olan ilişkisi dikkate alındığında aslında bu türden düşünsel bir etkinliğin Antik Yunan’dan önce Mısır, Hint, Çin gibi Afrika ve Asya uygarlıklarında ortaya çıkması gerekmez miydi? Nitekim matematik, geometri ve astronomi çalışmaları tarihte ilk kez Mısır ve Mezopotamya toplumlarında görülür. Mısırlıların soyut düşünme yeteneklerine rağmen bugün literatürde bir “Mısır Felsefesi” yok.

Ancak Doğu’dakilerin çoğu zaman felsefe addedilmeyip, bir tür ilham ya da mistisizme dayalı hikmet olarak görülmesinin nedeni bellidir. Dine veya mistisizme dayanması, metafizik veya varlığa dair bir düşünümden yoksun kalarak felsefeyi pratik meseleler üzerine bir hikmet olarak algılaması ve dolayısıyla, sözlü bir biçimde ve rasyonel/argumentatif bir yapının dışında bir yol üzerinden ortaya konmasıdır.

Oysa Yunan’da felsefe, dini ya da mitolojik düşünceden kopuşun sonucunda, doğal olayların, doğaüstü değil de doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla, insan aklına dayanan bir faaliyet olarak başlamıştır. Yunan felsefesine damgasını vuran olay mitostan logosa, yani mitlerden mantığa geçiştir. Bu anlamda bir fikir hareketini sadece Yunan’da gördüğümüz için felsefenin başlangıç yerini burası olarak belirlemek zorundayız.

Ayrıca, Doğu uygarlıkları, üç tarafı denizle çevrili Yunanistan’ın çok sesli düşünce ortamı geliştirebilmek için sahip olduğu jeopolitik avantaja sahip değildi. Yunanistan’daki yoğun kolonileşme ve ticaret faaliyetleri doğu - batı sentezi gerçekleştirilmesine ve böylelikle farklı kültürel motifleri barından bir kimliğin inşa edilmesine yol açtı.

Bu noktada, coğrafi farklılıkların yanı sıra toplumlardaki sınıf farklılıklarına da değinmek gerek. Eski Yunan’da doğunun aksine kent devletleri bulunmakta ve ticaretle zenginleşmiş bir aristokrat sınıf bulunmaktaydı. Bu da bizi entelektüel aktivitelerin yapılması için öncelikle fizyolojik ihtiyaçların, güvenlik ve aidiyet ihtiyaçlarının giderilmesi konusuna getiriyor. Özetle, Yunan’da doğunun aksine entellektüel aktiviteyle uğraşabilecek maddi gücü ve boş zamanı olan bir kitle mevcuttu.

Felsefenin Yunan’da başlamasının bir diğer nedeni ise dindir. Antik yunanda bildiğimiz anlamıyla din yoktur. Homeros ve Hesiodos gibi ozanlar mitleri oluştururlar/yazarlar. İlkel toplumlarda sık görülen dini inanç animizmdir. Homeros ile beraber daha gelişmiş olan çok tanrılı, Pagan inanca geçilir. Vahiy, tanrısal buyruk kültürü yoktur, kutsal kitap yoktur. Mitler daha çok gelenek olarak yaşar. Yunan dininin belli dogmaları olan bir teolojiye sahip olmaması ve Yunanistan’da teşkilatlanmış bir rahipler sınıfının olmayışı en önemli etken olarak görülmektedir.

Bu anlamda, felsefenin doğuş yerini eski Yunan olarak belirledikten sonra tarih boyunca yaşamış filozoflar ve düşünce hareketleri kronolojik olarak aşağıda incelenecek ve yorumlanacaktır.

DOĞA FELSEFESİ

Thales
İyonya okulunun kurucusu, düşünce tarihinin ilk filozofu olduğu kabul edilen Thales’in MÖ 6. Yüzyılın ilk yarısında Milet şehrinde yaşadığı bilinmektedir. Batı felsefesi Thales ile başlatılır. Nitekim Aristoteles de Metafizik adlı eserindeki felsefe taslağında ilk filozof olarak Thales’i ele alır.


İyonya bölgesi MÖ 5. Yüzyıl başlangıçlarındaki Pers istilalarına kadar, eski Yunan dünyasının kültürce en verimli parçalarından biri olmuştur. Yunanlıların bir kısmı MÖ 10. ve 9. Yüzyıllar arasında anayurttan dışarıya göçüp, koloniler kurarak küçük Asya’daki Ege kıyılarına yerleşmişlerdir. İşte bu kolonilerden oluşan İyonya şehirleri felsefenin beşiği olmuşlardır.

Thales’in hayatı ve felsefesi üzerine bildiklerimiz hem az hem de pek güvenilir değil. Aşağı yukarı MÖ 600 ile 400 yılları arasında yaşamış olduğu sanılıyor. Mısır’da bulunduğu söyleniyorsa da pek belli değil. Ancak Mısırlıların geometrisinden çok şey bildiği anlaşılıyor.

Thales’te felsefe bakımından esas önem taşıyan husus, onun “Neyin gerçekten var olduğu” sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanır. Bu çerçeve içinde, doğada var olan şeylerin tüketici bir listesini yapmayı amaçlamayıp, kalıcı bir gerçeklik bulmaya çalışan Thales, görünüş-gerçeklik, çokluk-birlik ayrımı yaparak varlığa önce gelip sonra giden, sürekli değişme halinde şeylerin ya da fenomenlerin gerçek olamayacağı sonucuna varmıştı. Bir başka deyişle, neyin gerçek olduğu sorusunu yanıtlamanın yegane yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçti. O, buna göre, gözle görülen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun çokluğun gerisinde anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştı. 

Aristoteles’ten öğreniyoruz ki Thales suyu, sıvı olanı, “arkhe” yani her şeyin başı, kökü, ilkesi sayıyormuş. Arkhe, Antik Yunan felsefesinin en önemli iki kavramından bir tanesi. Arkhe; başlangıç, ilk, temel dayanak ve her şeyin kendisinden çıktığı şey anlamına geliyor. Ona göre her şey sudan türer, yine suya döner. Düz bir tepsi gibi olan yer de su üstünde, sonsuz okeanos’ta (okyanus) yüzer.

Demek ki Thales, evrendeki cisimleri ve olayları önce gözleyip inceliyor, daha sonra akıl ve mantık yoluyla bunları genel bir ilkeye bağlıyor ve bu genel ilkeyle açıklıyordu. Bu çabasından ötürü Thales, filozofların ilki sayıldı ve felsefe tarihinin başlangıcında yer aldı.

Ayrıca onunla ilgili birçok efsane bulunmaktadır. Bunlardan en çok hoşuma gideni ise Aristoteles’in Politics eserinde yer alan öyküdür: “ Thales, felsefenin hiçbir işe yaramadığını gösterdiği varsayılan yoksulluğundan ötürü ayıplanıyordu. Öyküye göre, yıldızlar konusundaki becerisiyle gelecek yıl bol bir zeytin hasatı olacağını daha kışken bildi, bunun üzerine elindeki az miktar parayı Sakız adasında ve Miletos’ta kimse arttırma yapmadığı için düşük bir fiyatla kiraladığı bütün ezim evlerinin kullanım hakkına yatırdı. Hasat zamanı gelince ve aniden çok sayıda ezim evine talep olunca, Thales istediği fiyattan sattı ve epeyce para kazandı. Bu şekilde, filozofların isterlerse kolayca zengin olabildiklerini, ama tutkularının başka türlü olduklarını tüm dünyaya gösterdi.”

Thales’in kendisi sadece arkhe sorunu üzerinde durmuştur. Nitekim, sonraları ileri sürülecek olan “Bu ilk madde (arkhe) nasıl ve niçin bir takım şeyler meydana getiriyor?”, “Ana madde ne oluyor?”, gibi soruları bulamıyoruz.

Anaksimandros
İlk filozoflardan ikincisi, Thales’in öğrencisi ve dostu olan Anaksimondros’un yaşadığı tarihler belli değildir ama MÖ 546’da altmış dört yaşında olduğu söylenmiştir. Güneş saatini bulduğu, ilk haritayı çizdiği söylenir. Onda da felsefe ile bilim iç içe geçmiş durumdadır. 


Anaksimandros da Thales gibi arkhe sorunu üzerine durmuştur. O da varolanların kökenini, ana maddenin ne olduğunu sorguluyor. Anaximandros, tüm evrenin tek bir somut maddeden gelebileceği öğretisine karşı çıkıyor. Ona gore ilk maddenin sonsuz ve tükenmez olması gerekir. Thales de arkeyi su olarak tanımamıştı ama sonsuz kavramını ilk bulan Anaksimandros’tur. Bu sonsuz ilk maddeye o ‘aperion’ yani sınırı olmayan adını vermiştir. Dikkat edilecek olursa Anaksimandros Thales’in yaptığı gibi somut ve sonlu bir maddeyi, yani suyu arkhe olarak kabul etmiyor. Çünkü su, öteki maddelerden türemekte ya da öteki maddelere dönüşmektedir. Oysa ana maddenin sonsuz olması gerekir.

Anaksimandros’a göre evren ebedi bir kaynaktan yani aperion’dan sıcak ve soğuk üreten bir çekirdeğin kopmasıyla oluşmuştur. Ona göre yıldız-ay-güneş çemberlerinin yeryüzünden uzaklığı, sırasıyla yeryüzü çapının 9-18-27 katıdır. Bu kurguda kendini gösteren evrenin simetrisi ve dengesi fikri, yeryüzünün evrenin merkezindeki konumu anlayışına da yansır ve Anaksimandros tarafından Yunan felsefi geleneğinin bugüne ulaşmış en eski metni olan, ünlü 1.fragmanda ifade edilmiştir: ‘Her şey nasıl oluşuyorsa, yok oluşu da olması gerektiği gibi, o şekilde gerçekleşir; her şey zamanın düzeni doğrultusunda haksızlığının cezasını ve kefaretini çeker.

Anaksimandros’u tam bir düşünür yapan da budur; bu yalınlaştırıcı açıklama denemesi, onun gerçekteki çokluğu düşüncede bir birliğe bağlamak istemesidir.

Anaksimenes
Milet Okulu’nun bu ilk doğa felsefesi çığırının üçüncüsü ve sonuncu düşünürü olarak da Anaksimenes gösterilir. Yaşadığı tarihler çok belli değildir ama Anaksimandros’tan sonra yaşadığı kesindir ve MÖ 494’ten önce yaşadığı düşünülmektedir çünkü o yıllarda Persler İyonya ayaklanmasını bastırırken Milios şehrini yıkmışlardır.

Anaksimenes de arkhe sorunu üzerinde durur; o da Anaksimandros gibi ana maddenin, bu varlık temelinin birlikli ve sonsuz olması gerektiğini söyler. Ancak bu sonsuz şeyi, o da Thales gibi belirli bir şeyle bir tutar: Ona gore arkhe ‘hava’dır. Yani temel töz havadır. Ruh havadır, ateş; seyreltilmiş havadır, hava yoğunlaşınca önce su olur, daha yoğunlaşınca toprak ve sonunda taş olur. Anaksimandros’un öğrencisi olduğu halde bu filozof, varolanların temelinde havanın yani sonlu bir varlığın olduğunu söyleyerek, Thales’in ilkel açıklamasına yaklaşıyor. 

Arkhe konusunda bir gerileme olduğunu söylesek de Anaksimenes’in felsefi düşüncenin ilerlemesinde önemli katkıları olmuştur. Bunlardan biri ‘ruh’ kavramını ilk olarak ortaya atmasıdır. O, havayı bir ruh olarak görmüş ve canlı bir şey olduğunu düşünmüştür ve böylece onun bedeni dağılmaktan kurtardığını söylemiştir.

Pythagoras
İlk çağ felsefesinin başlangıçlarında yer alan bir başka Yunan filozofu da, evrenin ve varolanın kaynağının, yani arkhenin ne olduğunu sormuş ve ‘sayılar’ diye cevap vermişti. Bu filozof, Sisam Adası’nda doğan, daha sonra Güney İtalya’ya göç eden ve MÖ 582-550 arasında yaşadığı düşünülen Pythagoras’tı. 


Pythagoras tarihteki en ilginç ve kafa karıştırıcı kişilerden biridir. Ana ilkesi ruh göçü olan ve baklagiller yemeyi günah sayan bir din kurdu ve bu dini bir tarikat şeklinde cisimleşti: tarikat bazı yerlerde devletin kontrolünü ele geçirdi ve bir azizler yönetimi kurdu, ama günahkarlar baklagillerin özlemini çekti ve isyan etti.  Onun kurmuş olduğu tarikatın bazı kuralları şöyleydi: Baklagil yememek, yere düşeni kaldırmamak, beyaz horoza dokunmamak, yürek yememek ☺

Pythagoras ve öğrencileri insan ruhuyla ilgili olarak, bir yanı felsefi, diğer yanıyla teolojik iki ayrı görüş gelişmişlerdi. Pythagorasçıların, Platon’u da derinden etkileyen ruh göçü inancı, her şeyden önce düalist bir insan telakkisine dayanır. Buna göre, insan bileşik bir varlık olup biri ruh diğeri beden olmak üzere iki farklı bileşenden meydana gelir. Bunlarda ruh temel, asli veya özsel bileşen olup, insanın gerçek özünü meydana getirir. Bu yüzden bedenin yok olup gittiği yerde, asıl gerçeklik olan ruh göçüp gitmez, o ölümsüz olup bedenden bağımsız bir varlığa sahiptir.

Ruh göçü öğretilerinin esas kaynağı Hindistan olsa da Pythagoras bunu kozmosun kanunluğunu ileri süren yeni Milet öğretisi ile birleştiriyor ve kozmik hareketin öncesiz-sonrasız çemberin şimdi insan ruhunun tunçtan, hiç şaşmayan bir kanuna uyarak çeşitli insan ve hayvan şekillerinden geçerek aynı şekle dönüşünün çemberini karşılık kuruyor. Bu sebeple, ruh göçü öğretisini felsefi düzeye yükselten ilk kişi Pythagoras’tır: Ruh bedenden özü ve maddesi itibariyle farklıdır, insanın mutluluğunun esas olarak, onda, yani ruhta aranması gerektiği fikirlere ilişkin fikirlerin başladığı bir çığır başlayacaktır.

Matematik ile yakından uğraşan Pythagorasçılar, sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri yani arkhe yapmışlardır. Örneğin; belli bir sayı ruhtur, bir başkası adalettir, bir başkası akıldır vs. Böylece her şey için sayılarda bir karşılık bulmuşlardır. Aristoteles’in söylediğine göre bazı Pythagorasçılar sayıların ilkelerinin her şeyin ilkeleri oldukları ve bütün dünyanın sayı ve uyum olduğunu ileri sürmektedir. Sayılar, şeylerin kendisinden çıktıkları ve kendisine döndükleri şey, yani onların içkin nedeni ve tözleridir.

Pythagoras ile başlayan matematik ile teolojinin birleşimi eski Yunan’da, ortaçağda ve Kant’a kadarki modern zamanda din felsefesini karakterize etti. Pythagoras’tan önce Orpheusçuluk, gizemli Asya dinlerine benzerdi. Ama Platon’da, St. Augustinus’ta, Thomas Aquinas’ta, Descarte’ta, Spinoza’da dinin ve akıl yürütmenin, ahlaki arzunun zamansız olana mantıksal olarak hayranlıkla harmanlanması söz konusudur. Bu harmanlanma Pythagoras’tan gelir ve Avrupa’nın akıl süzgecinden geçirilmiş teolojisini Asya’nın daha dolambaçsız mistisizminden ayırt eder.

Herakleitos
Milet’e uzak olmayan bir kentte, Ephesos’ta doğup yetişmiş olan Herakleitos’un MÖ 540-480 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Soylu bir aileden olmasına rağmen makamı reddetmiştir ve demokrasi düşmanıdır. Politik olarak çok karmaşık ve buhranlı zamanlarda yaşamıştır. Efeslilere yönelik başlangıçta demokrasi düşmanı siyasal eğilimleri zamanla insanlara, geniş halk yığınlarına karşı ahlaki bir nefret halini almıştır.


Herakleitos’un da başlıca ilgisi diğer ilk çağ filozofları gibi varlık sorununa yönelmiştir. O da varlığın bütün değişiklikler içinde birliğini yitirmeyen o gerçek varlığın, o ana maddenin (arkhe) ne olduğunu araştırır. Ona göre, evrenin temel maddesi ateştir. Ateş, bütün varolanların ilk temelidir, bütün karşıtların birliğidir, içinde bütün karşıtların eridiği birliktir. 

Anaksimandros’ta varlıklar zıtlar halinde oluyor ve birbirlerini yok ediyorlardı. Yani ona göre çokluk kötülüktü. Herakleitos’ta bunun tam tersini görüyoruz. Ona göre varlık zıtlıkların uyumu, armonisidir.

Onu diğer filozoflardan ayıran şey, evrende temel olan şeyin değişmeyen bir töz değil, değişmenin, akışın ve oluşun kendisi olduğunu ileri sürmesidir.  Sürekli hareket içinde olan ateşten meydana gelen her şey de sürekli hareket, oluş ve değişim içinde olacaktır. Çok bilinen bir fragmanında dediği gibi ‘Aynı nehirde iki defa yıkanamazsın çünkü yeni sular hep üstünüzden akıp gider.

Burada aydınlatılması gereken şey, değişmenin neye göre, yani değişmeyen hangi şeye göre gerçekleştiğidir. Herakleitos bir ölçüden bahseder ve bu ölçüye Logos der. Logos oyun oynayan bir çocuk gibi tamamen amaçsızdır ve keyfi hareket eder. (Nietzsche’nin deniz kıyısında şatolar yapıp yıkan çocuk/tanrı benzetmesinin kaynağı bu sözdür.) Doğanın, evrenin bir yasal birliğidir Logos dediği Herakleitos’un. Varlık bir oluş sürecidir ve bu sürecin ölçüsü Logos’tur. Evrenin bu yasasını, Logos’u bilmek, tanımak aklın ödevidir.

Evrende tanrısal bir aklın (Logos) egemen olduğu öğretisi ile Herakleitos panteizme yaklaşmıştır. Gerçi panteizm, Sokrates’ten önceki bütün doğa filozoflarının az veya çok bir özelliğidir, ancak panteizm Heraklitos’ta daha bilinçli bir şekilde belirtilmektedir. Bu panteist logos öğretisiyle Herakleitos, daha sonraları Stoa felsefesine örnek olacaktır; Stoalılar onu, kendilerinden önceki en büyük filozof olarak tanımlayacaklardır.

Herakleitos’un öğretisinin tam karşıtını Elea adını taşıyan felsefe çığırında bulacağız. Bu çığırın başı olan Parmenides’in düşünceleri açık olarak Herakleitos’unkilerin zıttıdır. Bu iki öğreti arasındaki ayrılık, felsefe tarihinin görüp bildiği ilk gerçek karşıtlıktır; genel olarak da metafiziğin en temelli ayrılıklarından biridir.

Ksenophanes
Elea okulu Herakleitos’un düşüncelerinin tam tersini savundu, bu okulun filozoflarını incelemeden once bunlarla bağlantılı bir filozof olan Ksenophanes’I tanımak faydalı olacaktır. Herakleitos’un çağdaşı olan ve MÖ 570-480 arasında Ephesos yakınlarındaki Kolophon’da yetişen bu düşünür, daha sonra Güney italya’ya yerleşerek Elea okulunun asıl kurucusu olan Parmenides’e öğretmenlik yaptı.


Filozof, önce Yunan dilindeki tanrı kavramını ele aldı ve eleştirdi. Homeros ve Hesiodos gibi Yunan ozanlarının, tanrıları insanoğlu biçiminde tasarlayarak insanlar gibi çeşitli kötülükler yaptıklarını anlatmalarının yanlış ve gülünç olduğunu söyledi. Ona göre tanrı, tepeden tırnağa görüş, duyuş ve anlayıştır; hareket etmez ve bölünmez, her şeyi yalnızca düşüncesiyle yönetir.

Ksenophanes’in bu tanrı tasarımı, tektanrıcılığa (moneteizm) doğru atılmış bir adımdır. Onun açtığı bu yolda, bundan sonra başlıca Yunan fiozofları da yürüyerek, anthropomorph (insanbiçimcilik) tanrı görüşüyle savaşma, Sokrates ve Platon üzerinden geçerek, antik çağın sonuna dek sürecektir.

Aristoteles onu Elea okulunun kurucusu olarak tanıtıp, varlığın bir olduğunu ilk söylenen o olduğunu aktarır. Ksenophanes’in aynı zamanda tanrıyı küre şeklinde bir varlık olduğunu aktarır.

Parmenides
Elea okulunun kurucusu Parmenies MÖ 540-480 tarihleri arasında Güney İtalya’da yaşamıştı. İleri yaşlarınca öğrencisi Zenon ile birlikte Atina’ya gitmiş, o zaman henüz genç olan Sokrates’le tanışmıştı. Platon’a göre Sokrates ondan çok şey öğrenmişti.


Parmenides’in öğretisi Doğa üzerine bir şiirde ortaya kondu. Duyuları aldatıcı saydı ve duyulur şeyler yığınını salt yanılsama olarak mahkum etti. Tek gerçek varlık, sonsuz ve bölünmez olan ‘bir’dir. Bu, Herakleitos’ta olduğu gibi, karşıtların birleşmesi değildir; çünkü karşıtlıklar yoktur. Parmenides ‘bir’I bizim tanrıyı kavradığımız gibi kavramaz; anlaşılan, maddi ve uzanımlıymış gibi düşünür; çünkü ondan bir küre olarak söz eder ama ‘bir’ bölünemez çünkü her yerde tamamı bulunur.

Varlığın sürekli değişimini kabul edersek bir an önce var olan şeyin artık var olmadığını, şimdi ortaya çıkan şeyin de bir an önce var olmadığını söylemiş oluruz. Bu da akılsal olarak imkansızdır. Bir an önce var olduğunu söylediğimiz şey nereye gitmiştir, ve bir an önce var olduğunu söylediğimiz şey nasıl nereden varlığa gelmiştir? İşte bu yüzden bizi yanıltan duyusal-deneysel gözlemi kabul etmeyip, akılsal-mantıksal yöntemi, a priori düşünme, akıl yürütme yöntemini kullanmalıyız. Varlık bir, ezeli-ebedi, bölünemez, değişemez, sürekli olmak zorundadır.

Herakleitos’un varlık yoktur, oluş vardır savının önüne çıkan Parmenides, felsefenin varlık iddiasından vazgeçemeyeceğini ve eğer varlık yoksa düşüncenin ve bilimin konusunun olamayacağını söyleyecektir. Eğer görünen dünyaya yönelen duyularımız bu dünyada varlığı göremiyorsa, onu algılayamıyorsa, varlığın kendisinden değil, duyularımızdan vazgeçmemiz gerekir.

Parmenides’ten sonra gelecek filozoflar da hem varlığı hem de çokluğu kabul edecek ve Parmenides’in totolojilerden ibaret önermesinden çıkış yolu bulacaklardır. Biz onlara geçmeden önce Parmenides’in düşüncelerini olduğu gibi savunan bir filozof olan Elea’lı Zenon’a bakalım.

Elealı Zenon
Felsefe tarihinde iki tane Zenon vardır. Birisi Parmenides’in öğrencisi Elea’lı Zenon, diğeri Stoa okulunun kurucusu Kıbrıslı Zenon. Bizim şimdi inceleyeceğimiz Elea’lı Zenon’dur.


Aristoteles’e göre MÖ 490-430 yılları arasında yaşamış olan Elealı Zenon, düşüncenin düştüğü gelişmeler öğretisi anlamındaki diyalektik’in kurucusudur. Aristoteles’e göre diyalektik: muhtemel veya akla yakın, çoğunluk tarafından kabul edilen öncüllerden hareketle, yine akla yatkın, ikna edici gibi görünen sonuçlara, yani dar anlamda bilimsel olmayan sonuçlara varan bir akıl yürütmedir.

Zenon, Parmenides’in ‘bir olan’ gerçek varlığın öğretisini, çokluğu ve hareketi varsaymanın düşünülemeyeceğini, böyle bir düşüncenin çelişmelere sürükleyeceğini göstermeye çalışmakla desteklemiştir. Onun amacı, değişme, hareket ve çokluğun görüldüğü duyular dünyasına ilişkin düşüncelerimizin ve yargılarımızın, mantık bakımından çözülmez çelişkilerle yüklü olduğunu göstermektir.

Zenon’un uyguladığı yöntem budur. O Parmenides’in görüşlerine karşı çıkanlara, yani hareketi ve çokluğu kabul edenlere, bu kabulün ortaya çıkaracağı saçma sonuçları göstererek mümkün olmadığını kanıtlamaya çalışır. Yani önce hareketin ve çokluğun varlığını teslim eder, sonra bunlarla saçma sonuçlara ulaşır ve dolaylı olarak hareket ve çokluğun olduğu iddiası doğru değilse, tam tersi, yani hareketin ve çokluğun olmadığı ilkesi doğru olacaktır. Zenon’un amacı Parmenides’i olumlamak, onu doğru ve haklı çıkarmaktır.

Hareketin gerçekliğine karşın Zenon’un ileri sürmüş olduğu kanıtları Aristoteles’ten öğreniyoruz. Bunların arasında en çok bilineni, Akhilleus ile kaplumbağa arasındaki yarış kanıtıdır: Yunan dünyasının en hızlı koşucusu Akhilleus’un bir kaplumbağa ile yarışa girdiğini varsayalım. Akhilleus kaplumbağaya belli bir avans vermiş olsun. Bu durumda Akhilleus’un kaplumbağayı yakalaması imkansızdır. Onlar arasındaki mesafe sürekli azalacaktır ama asla kapanmayacaktır. Buna yapılacak itiraz bir mesafenin sonsuza kadar bölünebilmesi ile sonlu bir büyüklük olması arasındaki farkı ortaya koymaktır. Zenon’un yapmak istediği hareketin varlığını kabul edersek, Akhilleus’un kaplumbağayı geçemeyeceğini kabul etmemiz gerekeceğidir. Bu saçmalığın hareketin varlığını kabulden doğduğunu anlayıp bu varsayımı reddetmeliyiz. Zenon’un bu keskin antinomia’ları yalnız şunu göstermek için: Varolanı bir çokluk ve hareket diye düşünürsek çelişmelere düşeriz, öyleyse varolan ancak ‘bir’ ve ‘hareketsiz’ olabilir.

Empedokles
Yunan düşüncesi, bir yandan Parmenides’in duyular dünyasını hiçe sayan ve soyut nitelik taşıyan ‘bir’ ve ‘değişmez’ varlığını olduğu gibi kabul edemiyor, ama ana madde ya da töz kavramından da vazgeçemiyordu. Öte yandan, doğa olaylarına büyük önem verdiği için, bilimsel açıklamaları bir yana bırakamıyor, ama ‘değişme’ ile ‘oluş’ kavramlarından da yüz çeviremiyordu. İşte böylece, ortaya çıkan ana soruna verilen cevapları pluralist olarak adandırılan filozoflar Empedokles, Demokritos ve Anaksagoras’ın felsefelerinde buluyoruz.


Yunan kültür tarihinin en ilginç karakterlerinden biri olan Empedokles MÖ 490-430 civarında bugün Sicilya olarak bilinen yerde yaşamıştır. Özde asla uyuşmayan, özenle ölçüp biçen akılla hemen hemen hiç uyuşmaz gibi görünen çelişkilere sahip ama yine de bir bütün oluşturan, bir yandan önemli, hatta dahice, öte yandansa bir geçiş dönemi olan çağının özelliklerini taşıyan bir kişilik. Bir yandan modern ölçütlere göre bile doğa bilimci bir diğer yandan da kendini kahin edasıyla sunan bir mistik. Yazmış olduğu iki kitabından “Arınmalar”da kendisini bir tanrı gibi takdim etmektedir. Kendisini bir kahin, peygamber, şifacı gibi de görür. Hastalık ve yaşlılığı ortadan kaldıran iksirleri bildiğini bildirir. Öğrencisi Gorgias onun büyü pratikleriyle de ilgilendiğini bildirir.

Kentin nüfuslu ailelerinden birinin mensubudur ve muteber biridir. Kendisine tiranlık sunulmasına rağmen demokratik tavrından dolayı bunu reddetmiş ve bütün servetini öncülük ettiği parti ve demokrasi yolunda harcayacaktır. Uzun süre politik başarılar göstermiş, huzur ve eşitlik ortamı yarattıysa da hayatının ilerleyen dönemlerinde politik çekişmeler yeniden ortaya çıkmış ve yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmıştır. Nasıl öldüğü de yine bir efsane ile bilinir. Rivayetlerden birine göre Empedokles tanrı olduğunu kanıtlamak için Etna yanardağının kraterlerinden birine atladığı için hayatını kaybetmiştir.

Empedokles, Elea felsefesinin değişmez varlık kavramını göz önünde bulundurarak, değişmeyen dört ana maddenin varola geldiğini söylemiştir: Toprak, hava, su ve ateş. 

Empedokles dört öğenin birbirleriyle birleşme ve ayrılma nedeni olarak sevgi ve nefret gibi iki farklı gücün varlığını öne sürer. Buna göre o, atıl madde ile mekanik güç arasında bir ayrım yapar ve sözgelimi aşkı cisimlerin birbirlerini manyetizma veya yerçekimi etkisine benzer bir etkiyle çekimlemelerini sağlayan gayri kişisel bir fiziki güç olarak tasarımlar.

Monizmi reddetti ve doğanın seyrini, amacın değil daha çok tesadüfün ve zorunluluğun düzenlediği bir seyir olarak gördü. Bu konularda felsefesi Parmenides’in, Platon’un ve Aristoteles’in felsefesinden daha bilimseldi.

Pythagorasçıların etkisi altındadır ve ruh göçüne inanır, hayvan eti yemez ve kendisini insanlar arasında gezen bir tanrıya benzetir. Bu Arınmalar isimli şiirini ile Doğa üstüne adlı şiiri arasındaki farklılık ve uzlaşmaz bir seviyededir. Hangisinin önce yazıldığı ise bilinmemektedir.

Empedokles kendisinden sonra gelen filozoflar Aristoteles, Lucretius, Epikuros ve Nietzsche’yi etkilemiştir.

Anaksagoras
Anaksagoras, Empedokles’ten daha yaşlı ama öğretisini geliştirmesi ve yayması bakımından ondan daha sonradır. İyonya’da şimdiki Urla yakınlarında MÖ 540-430 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. 462 yılında Atina’ya gitmiş, burada 30 yıl yaşamış ve Atina’nın gördüğü en büyük düşünürlerden biri olarak Kabul edilmiştir. Perikles’in yakın dostu olduğundan muhaliflerin tepkisini çekmiş, gök cisimlerini incelediği (Atinalıların söylemiyle “dünyanın üst yanında olup bitenlerle ilgilendiği ve bu konuda bilgiler verdiği”) gerekçesiyle Atina’yı terk edip bugünkü adı Lapseki olan Çanakkale civarına gidecek ve orada hayatının sonuna kadar yaşayacaktır.


Anaksagoras’a göre varolanların temelini oluşturan öğeleri harekete geçiren ve böylece evrende gördüğümüz çokluğu, değişmeyi ve oluşu oluşturan şey, ‘varlığı yoğuran, varlığa biçim kazandıran bir akıl’dı; yani kendi deyişiyle ‘Nous’tu. Evrenin amacını bu nous belirlemişti; onu belli bir ereğe, belli bir düzene gore biçimlendirmiş ve oluşturmuştu.

Anaksagoras’a göre nous, kendiliğinden etkin olan ve hareketinin temelini sağlayan varlıktı. Filozof, nousu tam anlamıyla maddesel olmayan bir güç olarak tasarlıyor gibi görünmektedir. Nous’un harekete geçirdiği ve varolanların ortaya çıkmasını sağlayan ana madde ise sonsuz derecede küçük tohumlar olan ‘spermata’dır. Duyuların bize tanıttığı nesnelerde nitel bakımdan ne kadar çeşitlilik varsa, bu tohumlarda da o kadar çeşitlilik vardır. Başka bir deyişle, temel varlık olan tohumlardaki nitelik farklılığı, tıpkı varolanlardaki gibi sonsuz sayıdadır.

Nous’un iki işlevi vardır. Birisi düşünmek (idrak etmek) diğeri de -şeyleri- hareket ettirmektir. Nous, basit, saf, bilgi ve bilinç sahibi, düzenleyici ve bir erek uğruna faaliyette bulunan bir ilkedir ve tinsel bir şey değildir. Tinsel olmasa da maddeden tamamen ayrılmaktadır. Bu felsefe tarihinde ilk kez akıl ve maddeyi ilkesel olarak ayırmak anlamına gelmektedir. Her şeyin kudretine sahip olan her şeyi bir anafor misali hareket ettirecek ve ilk hareketi verecek ve şeyler oluşmaya başlayacaktır.

Anaksagoras’ın kitabını okuyan Sokrates, Platon ve Aristoteles Nous tanımına önce heyecanla yaklaşmış ama Nous’un sadece başlatıcı olup geri kalan oluşumun kendiliğinden oluşmasını göstermişler ve devam etmesi gereken nedenselliğin yoksunluğunu fark etmişler, Nous’un bir deus ex machina olarak kullanıldığını düşünmüşlerdir.

Demokritos
Antik Yunan felsefesinde birlik ile çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği ve dolayısıyla ‘neyin gerçekten varolduğu’ problem üzerinde yoğunlaşan başka bir düşünür de MÖ 460-370 arasında Urla’da yaşadığı düşünülen Demokritos’tur.


Demokritos da Empedokles ve Anaksagoras gibi felsefesine Elealıların öğretisini çıkış noktası olarak alır. O da diğerleri gibi bu öğretinin kimi yönlerini benimser, kimilerini benimsemez. Varolan ona göre de meydana gelmemiştir, yok olmayacaktır, değişmezdir, hep aynı kalır. Ama varolanın dışında bir de ‘varolmayan’ yani boşluk uzay da vardır. Uzay yönünden varolan, kendileri artık bölünmeyen, görülmeyen kılıklara(ideai) ayrılır. Demokritos bunlara ‘atom’ yani bölünemeyen adını verir.

Atomlar Parmenides’in Varlık’ına benzer özelliktedir: Ezeli ve ebedidir, bölünemez ve parçalanamaz, değişemezler, kendi içlerinde homojendir. Hareket atomun içinde değil kendisindedir. Hiçbir nitelikleri yoktur; onlar birleşince nitelik kazanırlar. Atomlar yuvarlak, düz, küre, küp ve çengelli gibi sonsuz farklı şekildedirler. Varlıkların niteliklerini de atomların nasıl şekilde oldukları belirliyor.

Şu halde Demokritos, değişmez töz veya arkheler olarak atomların varoluşunu öne sürmüş ve duyusal dünyada açıkça gözlemlenebilir olan varlığa geliş ve yok oluşu söz konusu tözlerin, yani atomların bir araya gelişleri ve ayrılışlarıyla açıklamıştır.

Demokritos’a göre, ruh da atomlardan yapılmıştır. Bütün bu açıklamalar Demokritos’un ilk çağda yaşamış en bilinçli ve tutarlı materyalist (maddeci) düşünür olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu tutarlılık, atomların yani maddesel parçacıkların, herhangi bir erek söz konusu olmadan yani tanrı ya da başka bir doğaüstü güç tarafından belirlenmiş bir amaç söz konusu olmaksızın, mekanik bir biçimde bütün varolanları oluşturduğunu ileri sürmesinden gelmektedir.

Atomculuğun babası olan Demokritos ayrıca ahlak felsefesiyle de ilgilenmiştir. Demokritos’un ahlakı akılcı, ölçülü ve dengeci bir ahlak anlayışıdır. Ardılı Epukiros gibi hazcı değildir ve ahlakça güzel olan hazların seçilmesini tavsiye eder ve bu konuda akla büyük görev verir. İnsan için doğru olan onun için en çok yararlı olandır ve en üstün amaç yürek ferahlığı ve ruh huzurunda bulur. En üstün erdem ölçülülüktür. Yürek ferahlığını sağlayabilecek en önemli şeyler hazda ılımlılık ve doğru ölçüler peşinde koşmaktır. Kadere inanmayan, iyi ve kötünün insana yine kendisinden geldiğini düşünen Demokritos mutluluğun kaynağını da dış dünyada değil insanın kendisinde bulabileceğini düşünür.

İNSAN FELSEFESİ

Atomcu felsefenin ardından, yaklaşık MÖ 5. Yüzyılın ortalarında Yunan’da büyük bir felsefi dönüşüm yaşanır. Varlık ya da gerçeklik üzerinde çıkar gütmeyen felsefi spekülasyonun ardından, felsefenin merkezine insan geçirilir; felsefi ilgi, evrenden insane dönerken, kozmoloji ve ontoloji ile ilgili önemli entellektüel sorulardan insan yaşamı ve eylemleriyle ilgili ivedilikle cevaplanması gereken sorulara doğru kayar. Artık filozoflar dikkatlerini daha ziyade etik ve siyaset felsefesine çevirirken, felsefeye tam bir humanism hakim olur.

MÖ 5. Yüzyılın ortalarında görünen bu gelişmenin felsefe dışındaki nedenleri araştırılınca, bunların başında o zamanlar Yunanistan’ın geçirmekte olduğu siyasi-iktisadi kalkınmanın yer aldığı görülür. Perslerle olan savaşlarda üstün bir rol oynayan Atina, bu kalkınmanın ağırlık merkezi olmuştur. Bu yüzden, şimdiye kadar Yunan dünyasının kenarlarında (İyonya, Güney İtalya, Trakya) gelişen felsefenin merkezini artık Atina olacaktır. Yunan düşüncesi en parlak yemişlerini burada verecek, klasik yüksekliğine burada erişecektir.

Atina’nın geçirdiği bu dönüşüm sırasında herkes ‘başarılı yurttaş nasıl yetişir’ sorusunu, bu eğitim sorununu konuşuyordu. İlk dönemler bu gereksinimi Sofistler karşılayacaktı.

Sofistler
Sofist sözcüğü aslında ‘bilen, bilgili kişi’ demektir, sonra siyasette yararlı olmayı öğreten kimse, daha sonraları da söz söyleme sanatı (retorik) anlamını kazanmıştır. Ksenophanes’in ‘her isteyene para karşılığında bilgelik satanlar’ olarak tanımladığı sofistlerin en ünlü ve önemli temsilcileri arasında Protagoras, Gorgias, Prodikos ve diğerleri bulunmaktadır.


Onlar, felsefi bir okul oluşturmaktan ziyade, belli bir mesleğin üyesi olan, toplumsal koşulların değişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan Pratik işlerde yol göstericiliğe duyulan açlıktan, kendileri için bir meslek ve yaşam biçimi üretmiş olup, para karşılığı ders veren gezgin öğretmenlerdir.

Geleneksel Yunan anlayışı gençlerin atlet ve savaşçı olarak yetiştirilmesine değer veriyordu. Oysa Sofistler gençleri kendi geliştirdikleri insan idealine, yurttaş insan olmaya yönlendiriyordu. İÖ 5. yüzyıl Yunan dünyasının altın çağıydı dedik. O çağdaki gimnazyumun yerini artık meclisler, mahkemeler ve pazar yerleri almıştı ve fiziksel yeteneklerin değil zihinsel yeteneklerin gelişimi para etmeye başlamıştı. Onların verdiği eğitimler de bu yeni “er meydanları” için gerekli donanımı kazandırmak üzerineydi.

Sofistler bazı yönleriyle doğa filozoflarından ayrılırlar ve ilkçağda Yunan Aydınlanmasını temsil ederler. Aydınlanmacı tutum da doğal olarak toplumun, siyasetin, dinin, ahlaki değerlerin geleneklere değil, makul ve doğru geleneklere, insan aklı ve tecrübesi ile açıklanması mümkün doğal ihtiyaç ve ilgilere dayandırılmasını isteyen eleştirel bir tutumdur.

Sofistlere gore, herkesin kabul etmesi gereken genel doğrular yoktu; doğruluk dediğimiz şey, tek tek insanlara gore değişen bir şeydi. Benim için doğru bir başkası için yanlış olabilirdi. Sofistlerin en ünlüsü Protagoras doğruluğun göreceli olduğu görüşünü su sözlerle açıklamıştır: ‘İnsan her şeyin ölçüsüdür.

Sofistler, doğruluğun ve bilginin insandan insane değiştiğini söylemekle kalmadılar. Aynı zamanda, iyilik, kötülük, adalet gibi kavramların tek tek insanlara göre olduğunu, yani toplumdan topluma değişeceğini savundular. Böylece hem bilgi, hem de değerler alanında röletivist (görecelilik) ve septik(kuşkuculuk) felsefesi ortaya koydular. 

Sofistlerin, rölativizmleri ile yıkıcı bir rol oynadıkları hep söylenir. Onlar kutsal gelenek döneminin kapanmasıyla ortaya çıkan bir değer anarşisini büsbütün körüklemişlerdir; bir yandan tek kişinin yargılarında bağımsız olmasını şüpheli hale getirmişlerdir, diğer yandan da tümel olarak geçen hiçbir ölçüyü ayakta bırakmamakla, otorite ve geleneği adamakıllı sarsmışlardır.

Her şeyi akıl süzgecinden geçirmeye çalışmaları ve kuşkuyu temel olarak almaları, Sofistlerin, on sekizinci yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan Aydınlanma Felsefesinin ilkçağdaki öncüleri olduğunu da gösteriyor.

Sofistler tarafından geliştirilen felsefi eleştiri, Yunan sitesinin o zamana kadar kendine dayanak yaptığı ahlaksallığı, dinselliği ve siyaseti tahrip edecek ama yerine yeni bir şey koymayacaktır. Bu görevi de Sokrates ve Platon üstlenecek ve felsefelerini buna göre geliştirip toplum ve geleneği yeniden kurma ve kurtarma görevini üstlenecektir.

Sokrates
Sokrates, genel olarak Batı felsefesinin, özel olarak da Antik Yunan felsefesinin, hiç kuşku yok ki en kilit ismidir. Nitekim, Batı felsefesinin beşiği kabul edilen Antik Yunan felsefesi bir bütün olarak onun ismiyle adlandırılır: Sokrates öncesi ve sonrası.

Felsefe tarihinin en ünlü düşünürü olduğu ve adı efsanelere karışıp günlük dilde bile yaygınlık kazandığı halde Sokrates, yazılı tek satır bırakmamıştır. Onun görüşlerini öğrencisi Platon ve Ksnephon’un yazılarından öğreniyoruz.


MÖ 470-399 yılları arasında yaşamıştır. Annesi ebe babası da bir taş yontucudur. Annesi nasıl bebekleri doğurtuyorsa kendisi de insanların ruhların bulunan ama bilincinde olmadıkları ahlaki doğruları doğurttuğunu ileri sürecektir.

Peloponnes Savaşı (MÖ 432-422) sırasında çeşitli muharebelere katılmış ve cesaretiyle temayüz etmiş, savaş sonunda kurulan mahkemelerde de yargıçlık ve jüri üyeliğini görevlerini yine cesurca yapmıştır. Aynı cesareti yargılandığı mahkemede kendini savunurken gösterecektir ve yine cesurca ölümü kucaklayacaktır.

Sokrates, kendisinden önceki düşünürlerin tuttuğu yolun tam tersini benimsedi; dış gerçekle ve doğayla değil, insanla ve ahlak sorunlarıyla ilgilendi. Filozofun araştırma ve irdelemeleri, ahlaksal yaşayışa, erdemlere yöneliyor ve felsefe tarihinde ilk olarak ve kesin biçimde insan zihni ve öznesi, kendisine dönerek kendisini inceliyordu.

Sokrates için gerçek değer taşıyan bilgi, insanın kendi öz varlığına ilişkin olan bilgiydi. Bundan ötürü ‘kendini tanı’ sözüne çok önem vermiş ve bu sözü bir ilke olarak benimsemişti. Sokrates, ahlaksal yaşamın ne olduğunu araştırırken hiçbir şey bilmediğini söyleyerek işe başlıyordu. Her şeyden kuşku duyuyor, her şeyi irdeliyor ve eleştiriyordu.

O da Sofistler gibi insan hayatının Pratik sorunlarıyla ilgilenmiştir. Ancak Sofistler faydacıdırlar, Sokrates ise bu soruna gerçek, derin ve ahlaki bir ciddiyetle yaklaşır. O, sofistlerin kişiden kişiye değişen, yüzeysel görgü bilgilerine dayanan keyfi, rastlantısal öznelliğinin yerine; şu ya da bu bireye bağlı olarak değişiklik göstermeyen, salt ve rasyonel bir öznellik koymaya yöneldi.

Sokrates’in her şeyden önce ahlak üzerine durduğunu, bu konuda kesin tanımlara ve bilgilere ulaşmak istediğini biliyoruz. Onun, erdemli olmakla mutlu olmanın aynı şey olduğunu savunması bugün bize garip gelebilir. Ne var ki bu görüş, bütün ilkçağ düşünüşünün kabullenmiş olduğu ‘mutçuluk’ (eudaimonismos) görüşüdür. Hiçbir şey yazmamış olmakla birlikte, Sokrates’In ahlaka ilişkin olarak şu sözleri söylemiş olduğu genelde kabul edilir: ‘Erdem bilgidir’, ‘Kimse bile bile kötülük yapmaz.’

Tümevarımsal akıl yürütmelerin önemini ilk defa kabul eden ve onu özün bilgisine ve tümel tanımlara erişmek için sistemli olarak kullana ilk kişi Sokrates’tir. Sokratesçi düşüncenin ana konusu, yalnızca ahlaki şeyleri konu alan genel tanımlardır ve tümevarımsal konuşmalar bu genel tanımlara ulaşmak için bir araçtır.

Sofistler gibi Sokrates de bir hümanisttir. Onda ahlaki değerlerin kaynağı ve güvencesi Tanrılar değil, insanın insan olmak bakımından yapısı ve özüdür. Ahlaki tümellerin, değerlerin yeri insandır, insan olmak bakımından insandır, insan yapısıdır, insan doğasıdır, özel olarak da ruhsal olarak insan doğasıdır. Yani ahlaki şeyler ruhsal şeylerdir.

Sokrates dindar biriydi ve ayinlere katılıyordu ama geleneksel anlamda bir dindar değildi. O hayatı boyunca kendisini yönlendirdiğini söylediği ve bu duruşmasında da emirlerine uyduğunu açıkça belirttiği Diamon’undan bahseder. Sokrates’te Diamon’un işlevinin dinsel değil, ahlaki olduğu ise hemen hemen kesindir. O Sokrates’e neyi yapması, neyi yapmaması gerektiğini göstermekte, onu doğru davranışa yönlendirmekte, yanlış davranışlarda bulunmaktan engellemektedir.

Onun ahlak felsefesinin kurucusu olduğunu ve entelektüalist ahlak felsefesinin öncüsü olduğunu söylemiştik. Öte yandan Sokrates’in yine ünlü Yunan şairlerinin veya eski bilgelerinin yarattığı geleneksel ahlaka, dinsel kaynaklı, babadan atadan kalma ahlak buyruklarına fazla saygı göstermediğini biliyoruz. “Hiçbir şey bilmediğini” bahseden muhtemelen bu geleneksel Yunan ahlakının aslında herhangi bir bilgi değerine sahip olmayan bir şey olduğunu kastediyordu. 

Sokrates, çağdaşları ve özellikle gençlik üzerinde büyük etki gösterdi. Düşüncelerine uygun olarak tam bir bilge yaşamını sürmesi; ‘doğruluk’u aramaktan başka bir tutkuya kapılmamış olması bunun başlıca nedeniydi. O, içinde yaşadığı toplumun inançlarını, törelerini, önyargılarını derinlemesine irdeleyip eleştirdiği ve akıldan başka bir yol gösterici tanımadığı için, kurulu düzene karşı gelmekle ve o günkü genel ahlakı bozmakla suçlandı ve ölüme mahkum edildi. Hapishaneden kaçmayı kendine yediremeyerek ve aslında kendisini mahkum edenlerin hüküm giyeceğini düşünerek ölümü kabul etti.

Sokratesçi Okullar
Sokrates’in ölümünden sonra, öğrencileri öğretisini sürdürmeye çalışmışlardır. Önceleri Sokrates’in verdiği örneğe uyarak aralarında serbest konuşmalar yaparak çalışmışlar, sonra da yavaş yavaş Sokratesçi Okullar meydana gelmiştir. Bu okullar dört tanedir: Megara Okulu, Elis-Eretria Okulu, Kynikler Okulu ve Kyrene Okulu.

Megara Okulu: Kurucusu Eukleides Megaralı olduğu için bu adı almıştır. Sokrates’in ölümünden sonra, içlerinde Platon da olmak üzere birçok öğrencisi Atina’nın yakınlarındaki Megara’ya gelip burada kalmıştır. Euklides’in öğretisinin temelini Elealılardan aldığı Parmenides’in Varlık’ını Sokrates’ten öğrendiği İyilik’le özdeş kılması oluşturmaktadır. Euklides’in bu görüşünün vardığı sonuç, Parmenides gibi her türlü çokluğun, oluş ve yok oluşun, hareketin gerçekliğinin inkârı olmuştur ve dolayısıyla onun bu özdeşleştirmesi bizde ne bir ahlakın yaratılması ne de kuramsal bilgimizin zenginleştirilmesi konusunda verimli bir hareket noktasına götürebilmiştir.

Elis-Eretria Okulu: Kurucusu, Sokrates’in en sevdiği öğrencilerinden biri olan, Platon’un da bir diyaloğuna adını verdiği Elisli Phaidon’dur. Bu okulun Megara okuluna benzer bir öğretisi bulunmakla beraber pek bir başarısı olduğu veya iz bıraktığı söylenemez. 

Kynikler Okulu: Kurucusu Atinalı Antisthenes’tir. Okulun kurucusu Sokrates’in öğrencisi Antisthenes olacaksa da okula ün kazandıran filozof Sinop’lu Diyojen olacaktır. Okula ismini veren Kinik kelimesi bu okulun mensuplarının seçmiş oldukları hayat tarzından ileri gelmiştir. Özellikle Diogenes tarafından önerilen ve pratiğe geçirilen bu hayat tarzı, uygarlık ve kültüre düşman olan ve adeta hayvanların doğal hayat tarzının taklit edilmesiyle gerçekleştirilmeye çalışılan “köpeksi” bir hayat tarzıdır.

Kynikler için yaşamanın doğru sayılabilecek biricik anlam ve ereği erdemdir (arête). Erdem deyince de onlar, insanın içten tam bir bağımsızlığını, kendini belirlemede mutlak olarak özgür olmasını, kısaca her türlü gereksemeye bağlılıklarını insanın kendini kurtarmasını anlarlar.

Bundan ötürü Kynikler, disiplinli ve sert bir yaşam sürdüler, uygarlığın sağladığı şeylere, toplum değerlerine, zenginliğe, şan ve şerefe önem vermediler; çile çekerek yaşamayı amaç edindiler.

Onlar da insanın amacının mutluluk olduğunu düşünürler ama tam anlamıyla haz düşmanıdırlar. Sokrates insan hayatının uyumuna aykırı düşmediği sürece hazza karşı olmadığını, hazda ölçülülüğü tavsiye ettiğini görmüştük. Kinikler ise hazzı en büyük kötülük olarak görmüşler ve Antisthenes, hazdan delilikten korktuğundan daha fazla korktuğunu bildirmiştir. Çünkü haz insanı köle yapar. Kiniklerin en önem verdikleri şey özgürlüktür; gerek iç arzulardan, gerek dış dünyadan bağımsızlık, kendi kendine yetmedir. Özgür birey kendisi dışında hiçbir şeye önem vermez. Antisthenes bireye güvenlik sağladığı için devlete belirli ölçüde izin veriyorsa da Diyojen devleti bile reddeder.

Bu tutum Kynikleri kültür ve uygarlık düşmanlığına götürmüş özellikle Diogenes uygarlığın bütün kurumları gereksiz ve aptalca şeyler olarak nitelendirmesine paralel olarak insanın insan olarak gerçekleştirdiği bütün kültürel birikimini reddedip, insanlığın ilk haline, doğal diye düşündüğü haline dönüş çağrısında bulunmaktadır. Kybele mabedinin avlusunda bir fıçı içinde yaşadığını, İskender’in Korint’e gelip de kendisiyle karşılaştığında ona kim olduğunu sormuş, o da “Ben, köpek Diyojenim” diye yanıt vermiş. Kendisinden ne dilediğini sorduğunda ise “Gölge etme, başka ihsan istemem” diye yanıtlamıştır. İskender “Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” iltifatına da “Ben de eğer Diyojen olmasaydım, İskender olmak isterdim” yanıtını vermeyecektir.


Kyrene Okulu: Kurucusu Kyreneli Aristippos’tur. Kyniklerin çok sert bir erdem öğretileri olmasına karşın Kyreneliler, onların zahmetli, sıkıntılı yaşama idealleri karşısına rahat ve neşeli bir hayat idealini koyarlar. Onlar, erdemli olmanın ve iyiye ulaşmanın yani mutlu bir biçimde yaşamanın, acıdan kaçınarak elden geldiğince ‘haz’ duymak olduğunu ileri sürdü. İyi hazdır; iyi ile haz aynı şeylerdir. Bu anlayışı ile Aristippos ‘hedonizm’in kurucusu olmuştur. 

Haz en yüksek iyidir, ancak insanların çoğunun yoksulluk, hastalık, hayatın çeşitli meşakkatleri yüzünden ona erişmesi ve mutlu olması imkansızdır. Şimdi eğer haz hayatın gayesi ise ve eğer sözü edilen nedenlerden ötürü ona ulaşmak insanların çoğu için mümkün değilse, onların önünde bulunan tek makul seçenek intihar etmeleri, yani bu acılı hayatı sona erdirmeleridir.

Sokrates’in etkisinde kalan Kynikler ve Kyreneliler aralarındaki karşıtlığa rağmen, kişinin mutluluğunu amaç olarak görmeleri bakımından ortak bir noktada birleşiyorlardı. Ama okullardan biri, bu amaca, hazlara yönelmekte; diğeri hazlardan kaçıp sadece erdemli olmakla ulaşılabileceğini savunuyordu. Bu iki okul ahlak felsefesinin daha sonraki gelişimini etkilemiştir. Nitekim, Kyrene Okulu’nun haz öğretisi Epikurosçulukta; Kyniklerin erdem öğretisi de Stoa felsefesinde gelişmiş olarak daha sonra ortaya çıkacaktır.

Platon
Platon MÖ 428’de Peloponnesos Savaşının ilk yıllarında Atina ya da Aigina’da dünyaya gelmiştir. Hali vakti yerinde bir aristokrat olmakla birlikte Otuzlar Tiranlığı yönetimi ile akrabalık ilişkisi bulunmaktaydı. Atina Sparta’ya yenildiğinde genç bir adamdı ve yenilgiyi, olasılıkla toplumsal konumu ve aile bağları nedeniyle nefret ettiği demokrasiye bağlayabilirdi. Büyük saygı duyduğu Sokrates’in öğrencisiydi ve onu ölüme demokrasi mahkum etmişti. Bu nedenle ideal devletinin bir taslağı için Sparta’ya yönelmesi muhtemeldir.


Platon, felsefe tarihinin en büyük filozoflarındandır. Büyük filozof olmasının anlamı, onun felsefesinin bundan sonraki tarihinde ele alınacak bütün problemleri ele alıp, onlara bir çözüp sunduğu dev bir felsefe sistemini, büyük bir derinlik ve olabilecek en büyük incelikle inşa etmiş olması anlamına gelir.

Sokrates’in öldürülmesinden sonra önce Megara’ya Eukdiles’in yanına gidecek, oradan Kirene’ye ve Mısır’a gidecektir. Mısır’da matematik öğrendiği rivayet edilmektedir. Sonra da Sicilya’ya bir yolculuk yapmıştır ve sonrasında Dionysios’un davetiyle italya’ya gider. Aklındaki ideal devleti gerçekleştirmek için bu daveti kabul eden Platon umduğunu bulamayacaktır. Bir süre sonra Atina’ya geri dönüşteki bir gemi seyahati sırasında yaşadığı talihsizliklerden sonra köle olarak satılır. Şansına onu tanıyan birisi tarafından fidyesi ödenerek özgürlüğüne kavuşturulur ve Atina’ya döner.

Platon, temel bakımından Sokrates’in etkisinde olduğu halde, Yunan bilim ve felsefesinin tümünü öğrenmekten de geri kalmadı. Herakleitos, Pythagoras ve Parmenides gibi filozofların görüşlerine ilgi duydu. Çağının bütün bilgilerini bir system içinde kaynaştıran Platon’un felsefesinin temel ilkesi ve belkemiği ‘idealar’ kuramıdır.

Platon, idealar kuramını, bilgilerimize bir temel sağlamak amacıyla ortaya koyar. Aynı zamanda, duyularımızın bize tanıttığı görünüş ve bu görünüşün ardındaki gerçeklik (varlık) arasındaki ilişkiyi de açıklamak amacını güder. Platon, Herakleitos’un düşüncelerini incelerken, onun bütün varolanların değiştiğini, sürekli bir akış içinde bulunduğunu ileri süren ana görüşü üzerinde durmuş ve her an, kendisinden başka bir şey haline gelen, yani durmadan değişime uğrayan varolanlar konusunda kesin bir bilgi edinilemeyeceği sonucuna varmıştı. Çünkü sağlam bir bilgi, ancak değişmeden kalan ve sürekli duran varolanlara ilişkin bir bilgi olabilirdi. Öte yandan, bu değişip duran varolanlar yakından ve derinlemesine incelendiği zaman, aynı tür içinde yer alan varolanların, bütün değişmelere rağmen olduğu gibi kalan belli bir takım özellikler gösterdiklerini de fark etmişti. Başka bir deyişle, değişikliğe uğrayıp duran, sürekli olarak oluşan varolanların ardında, değişmeyen birer örnek ya da öz bulunduğu sonucuna varan Platon, bu örneklere ‘idea’ adını verdi.

İdea Yunanca Eidos kelimesinden türetilmiştir. Sözlüğe baktığımızda bunu görüntü, görünüş, şekil, form, biçim, biçimlendirici doğa, tip, tür, idea (fikir, düşünce, tasavvur) ve İdea anlamına geldiğini görüyoruz.

İdealar, başlangıçsız olarak varolagelen, değişmeyen, bölünmeyen, başka bir şeye dayanmadan kendi başlarına varolan gerçeklerdi. Bunlar, evrendeki bütün varolanların ilk örnekleriydi. Duyular dünyasının var olanlarına karşı, ideaların ayrı bir dünyası vardı. İdealar, duyularla kavranamazdı, onları ancak akıl yoluyla, akıl gözüyle görüp bilgi edinebilirdik.

İdeaların özelliklerinden biri de cisimsel ve maddesel olmayışları, zaman ve uzayla ilintilerinin bulunmamasıydı. Başka bir deyişle, Platon’un ideaları bugün, fikir veya kavram dediğimiz şeylerdir. Bir kere idealar, her şeyden önce filozofun, bu ister iyilik, ister güzellik ya da adalet olsun, önemli bir şeyi anlamaya, bir şeyin iyi veya güzel ya da adil olmasının ne anlama geldiği üzerinde düşünmeye başladığı zaman, kavramaya veya idrak etmeye çalıştığı özlere veya tümellere karşılık gelir.

Bizler idealara ve idealara dünyasına erişemeyiz. İdealar dünyası hakkında bilgi ve anlayışla bu dünyayı, yani duyusal dünyayı anlaşılır kılarız. İdealar, idealler, standartlardır ve duyusal şeyler onlara benzemeye, onları taklit etmeye çalışırlar ancak hiçbir zaman tam olarak bunu başaramazlar. İdealar mükemmel şeylerken duyusal şeyler onların kusurlu kopyalarıdır. İdealar ve duyusal şeyler arasındaki ilişki pay almadır. Duyusal şeyler idealarına ne kadar pay alırsa o kadar var olur ve varlık, birlik ve devamlılık kazanır.

Platon, idealar kuramını iyice açıklayabilmek için ünlü ‘mağara’ alegorisinden (benzetme) yararlanır. Şimdi bu benzetmeyi açıklayalım: Filozofumuza göre insanlar bir mağarada bulunan ve arkalarına bakamayacak biçimde zincire vurulmuş olan tutsaklara benzerler. Bu tutsaklar, yüzlerinin dönük olduğu mağaranın dibinde, bir takım gölgelere görmektedirler yalnızca. Bu gölgeler, tutsakların arkasından geçen ve uzakta bulunan bir ışıkla aydınlatılan gerçek nesnelerin gölgeleridir. Gölgeleri, duyularımızla görüp algıladığımız halde onların kaynakları olan nesneleri ancak düşüncemizle yani aklımızla kavrayabiliriz. Burada, nesneleri aydınlatan ışık, tüm bilginlerin ve varolanların kaynağı olan ‘iyi ideası’dır. Platon’a göre, iyi ideası sayısız öteki idealar üzerinde yer alır. İdealar, belli bir kademeleşmeye göre düzenlenmiştir. Doğadaki bütün varolanlar ve hatta insan elinden çıkan bir eşya bile, varlıklarını bir ideadan alır. İdeaların sonsuz sayıda olmasının nedeni budur.


İdealar arasında da bir derece farkından bahsediyor Platon. Buna en yüksek cinsler diyecek ve en tepeye Varlık ideasını yerleştirecektir. Bu ideaya sonra sükunet ve hareket ideaları eşlik edecektir ama bu ikisi esas itibariyle varlık ideasından pay alacaklardır. Bunların yanına da aynılık ve başkalık ideaları eklenecektir. Böylece idealar öğretisi en yukarıda arlık ideası, en aşağıda alt türlerin idealarının bulunduğu ve aşağıda olan ideaların yukarıdakilerden pay aldıkları ve her bir ideanın diğerleri ile belli bir ilişki içinde bulunduğu şeylerden meydana gelen hiyerarşik bir sistem oluşturacaktır.

Platon hiç şüphesiz idealar dünyası ile duyusal dünya arasında ayrım yaptığı gibi idealar dünyasını ele alan bilgi tarzı veya bilimle, hakikatle, duyusallar dünyasını ele alan kanı veya doğru kanı arasında bir ayrım yapmaktadır. Bu, Platon’un gözünde doğa biliminin hiçbir zaman ahlak veya matematik, diyalektik gibi gerçek anlamda bir bilim olamayacağı anlamına gelmektedir. Öte yandan duyusal dünya hiçbir gerçekliğe sahip olmayan bir şey de değildir. Eksik olarak da olsa vardır. Onu konu alacak bilim de gerçek bilim değil, akla yakın, muhtemel, doğru kanılara dayanan bir bilgi olabilir. Platon gerçek bir doğa biliminin imkansızlığını, insanın bu konudaki yetersizliğinden çok doğal dünyanın yapısı gereği kesin bir bilimin konusu olamayacağı olgusu ille açıklamak eğilimindedir. Onun evren anlayışında üç türlü varlık vardır: İdealar, Var olan şeyler- insan yapımı şeyler, Demiorgos.

Platon’un metafiziğine geçecek olursak; Platon ruhu, doğası ve özü bakımından bir hareket ilkesi olarak almaktadır. Çeşitli diyaloglarında ruh için verdiği tanım, onun kendiliğinden hareketin ilkesi olmasıdır. Platon evrendeki varlıkları canlı ve cansız olarak ikiye ayırır. Cansız varlıklar kendiliğinden hareket edemezken, canlı varlıklar hareket eden varlıklardır. Bu ayrımı mümkün kılan şey ise ruhtur. Platon hareketle her türlü değişmeyi kastetmektedir. Örneğin arzu etmek, öfkelenmek, üzülmek de birer harekettir. Bugün bizim cansız dediğimiz varlıkların çoğu Platon için canlıdır. Hatta bazıları daha yüksek bir hayat, hareket ve ruha sahiptir. Mesela gök cisimleri bunlardan bazılarıdır. Onlar da hareket ediyor, demek ki onların da ruhu var.

Platon, kendisinden önce gelen doğa filozoflarından kararlı bir şekilde ayrılarak ruhun maddi, fiziksel, duyusal bir şey olmadığını, onun tinsel bir töz olduğunu ileri sürer. Ruh ne Anaksimenes’in dediği gibi bir hava yığını, ne Heraklietos’un dediği gibi saf bir ateş, ne Demokritos’un dediği gibi ince atomlardan meydana gelmiş bir bileşimdir. O madde-dışı, cisimsiz, tinsel ve tanrısal bir tözdür.

Beden ruh için bir zindandır Platon için. O, kabuğuna yapışmış bir istiridye gibi ruhun içinde hapsolduğu gibi hapishanedir. Beden ruhu sürekli olarak aldatır ve alçaltır. Bedene ait duyumlar, duygulanımlar, tutkular, hazlar bizi mutlu olmaktan uzaklaştırdığı gibi duyu organlarının kullanılması da bizi gerçek bilgiden uzaklaştırır.

Platon’un varlık felsefesine (ontoloji) geçecek olursak; o, bilgilerin insan ruhunda gizli ve örtük bir durumda bulunduğunu ve bunların açığa çıkarılması gerektiğini düşünüyor. Gizli bilgiyi açık duruma getirmek için Platon’un kullandığı yöntem konuşmaya (diyalog) dayanan ‘diyalektik’tir.

Platon, diyalektiği üç anlamda kullanır: Birincisi, genel olarak kabul edilegeldiği gibi, ‘soru ve cevaplarla bilgiyi geliştirme ve ortaya koyma yöntemi’, ikincisi, konuşmayı doğru bir sonuca ulaştıran, incelenen nesnelerin kavramını doğru olarak belirleyen bir bilim olarak diyalektik, üçüncüsü, idealar biricik ve asli varlık olduğuna göre, varlığın yani değişmeyenin ve doğru olanın bilimi olarak diyalektik. Bu sonuncu anlamda diyalektik, Platon’un gözünde felsefe ile eşittir. Yani bu anlamda diyalektik, varolanların hiçbir koşula bağlı olmayan mutlak varlığının; ideaların bilimidir.

Platon’un ahlak felsefesine (etik) geçecek olursak; bu felsefenin çok önemli bir yanı üzerinde durmamız gerekecek. Platon, daha önceki düşünürler gibi, tek insanın, yani bireyin doğru ve mutlu yaşamasını göz önünde tutmaz yalnızca; insan türünün ahlaklı ve mutlu bir yaşam sürmesinin koşullarının neler olduğunu da araştırır. Demek ki, Platon’un ahlakında toplumsal bir yan vardır; ahlak ve mutluluk, sadece bireyin sorunu olarak değil, ondan çok daha fazla, toplumun sorunu; bir toplumsal mesele olarak ele alınmıştır. Bundan ötürü, Kyrene ve Kyniklerin bireysel ahlakına karşıt olarak Platon’un, toplumsal bir ahlak ileri sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu düşünceler Platon’u, toplumun ahlaklılığını ve mutluluğunu sağlayacak bir araç olarak gördüğü devlet üzerine düşünmeye, bir ideal devlet tasarımı ortaya koymaya yönlendirmiştir. 

Platon, bireyin bireysel kaderi ile toplumun, sitemin kaderi arasında sıkı bir bağ kurar. Buna göre bireyin bireysel kurtuluş ve mutluluğu sitenin toplumsal kaderi ve mutluluğuna ne kadar bağlıysa bireyin bozukluğu da aynı ölçüde sitenin bozukluğunun kaynağını teşkil eder. Bu yüzden onların politik ve etik öğretileri birbirinden kesin bir şekilde ayrılmazlar.

Platon, ideal bir toplumun ve yönetimin nasıl olması gerektiğini ‘Devlet’ adlı eserinde açıklar. Düşünce tarihinde, bu konuyu daha önce işlemiş bir yapıt yoktur. Bundan ötürü, Devlet’in ilk ütopya olduğunu söyleyebiliriz. Onun Devlet’te söylemek istediği, doğrunun veya adaletin yasalarının bireyler için neyse sınıflar veya siteler için de o olduğu, o olması gerektiğidir ve ona göre bu yasalar temelde bireysel ahlak yasalarıdır.

Büyük İskender’in ölümünden sonra da varlığını devam ettiren büyük Helenistik merkezi devletler, sitenin bireyin mutluluk ve kurtuluşu için zorunlu politik-ahlaki çerçeve olma imkan ve işlevini ortadan kaldırmış. Bu ise deyim yerindeyse tek başına kalan bireyin kendi üzerine dönmesine ve kurtuluşunu devletle veya devletin içinde değil, devletin dışında ve hatta devlete rağmen gerçekleştirmek yönünde bazı arayış çabalarına yöneltmiştir. Bu süreci en iyi gösteren şey Helenistik dönemde ortaya çıkan Epikurosçuluğun siyasete, devlete karşı geliştirdiği olumsuz tutum ve kişilerin bireysel kurtuluş ve mutluluğu ön plana alan, bireyci ahlak kuramıdır.

Platon, Yunanistan’ın büyük kent devlet yani site uygarlığının yıkılmasına şahit oldu. İçinde yaşadığı çağ, köklü değişmelerin, değer kargaşasının ve tartışmaların çağıydı. Platon, insanların üzerinde uzlaşabileceği akla uygun bir yönetim bulunabileceğine inanıyordu. Bu felsefesel inancın yanı sıra, Atina demokrasisinin yozlaşması ve Sokrates’in bu yönetim tarafından ölüme mahkum edilmesi de Platon üzerinde büyük etki yapmıştı. Devlet adlı eserinde, aristokratik ve totaliter bir yönetimin en adaletli ve kusursuz yönetim olarak ileri sürülmesinin nedenlerinden birini bu son olaylarda aramak gerekir. Soylu bir aileden gelmesi de filozofun devlet felsefesi üzerinde etki yapmış olabilir.

Platon’un ideal devleti, besleyenlerden (halk), koruyanlardan (savaşçılar) ve öğretenlerden (yöneticiler) oluşur. Devleti yöneten ve yasa koyanların filozof olmaları gerekir. Yöneticilerin ve savaşçıların aileleri ve özel mülkleri yoktur; kadın, çocuk ve malda ortaktırlar; eğitimleri ve gereksinimleri Devlet tarafından sağlanır. Burada Platon’un ütopik bir komünizm fikri olduğunu söyleyebiliriz. Ancak filozof, son yapıtı olan Yasalar’da bu fikrini değiştirmiş ve özel mülk ile evlenmeyi kabul etmiştir. Özet olarak, Platon’un ideal devletinin yasası tam bir aristokrasidir; en iyilerin yani filozofların başta bulunmasını isteyen bir devlet biçimidir.

Platon’un adaletli ve doğru devletinin, eşitlik ve özgürlük kavramına yer vermeyen totaliter bir devlet olduğunu görüyoruz. Ona göre adalet ve doğruluk, herkesin kendi yerinde bulunması, kendi sınırlarını aşmaması, kendi görevini yerine getirmesidir. Platon’un Devlet’te yarattığı toplum bir sınıf toplumudur. Bu kast sisteminde sınıflar arası geçişler ya yoktur ya da çok zordur. İnsanların doğuştan gelen özellikleri göz önüne alınarak belirli bir sınıfa dahil edilir insanlar.

Böylece, Platon’un çeşitli alanlara ilişkin görüşlerini özetlemeye çalıştık. Bilgi sorununu çözmek ve çokluk gösteren varolanlar ile bunların altında bulunan gerçek varlığın ilişkilerini açıklamak için idealar kuramını ele attığını; ahlak, devlet, ruh, evren ve tanrı sorunlarını bu kuramsal temele dayandırarak açıklamaya yöneldiğini söyledik. Platon, Sokrates’in herkes için geçerli tanımlar ve buna dayanan sağlam bilgi; Herakleitos’un evrensel değişme ve Parmenides’in her zaman olduğu gibi kalan tek varlık kavramları üzerinde duruyor ve bunları yeni bir senteze ulaşma çabası içinde işleyerek idealar kuramına varıyordu. 

Gerçekten de Platon’un önemi, aslında doğruluğun araştırılmasında benimsediği yol ve yöntemdedir. Biricik kılavuz olarak aklın kabul edilmesi, gerçeğin akıl üzerinde temellendirilmek ve akla uygun olarak biçimlendirilmek istenmesi yani rasyonalite, Platon’un düşüncesindeki en önemli ve ileri yandır. Bütün akılcı felsefenin temeli de buradadır. 

Platon, kurmuş olduğu Akademia’sında 40 yıl geçirecek, bu zaman içinden Akademia’dan birçok değerli filozof yetişecektir. Bunlar, Platon’un idealist dünya görüşünü Yunan kültür hayatının ilgileri ve ampirik bilimlerde uzlaştırmaya çalışmışlar ama anmaya değer bir başarı elde edememişlerdir. Bunlardan birini ayırmak gerek: Aristoteles. Platon öldükten sonra kendi okulunu kuran Aristoteles, kendisine kadarki Yunan felsefesini büyük bir system içinde toplayarak bu gelişmeyi en son olgunluğuna ulaştıracak, Yunan felsefesi onda doruğuna erişecektir.

Aristoteles
MÖ 384-322 yılları arasında yaşadığı bilinen Aristoteles sadece Antik felsefenin değil tüm zamanların en büyük filozoflarından biridir. Selanik yakınlarında Stageiros kentinde doğan Aristoteles, eski bir hekim ailesinden. Babası Nikhomakhos, Makedonya kralı Amyntas’ın özel hekimi ve yakın dostuymuş. Aristoteles daha 19 yaşında iken Atina’ya gelip Platon’un Akademisine katılmış ve Platon ölene kadar burada kalmıştır. Platon’un ölümünden sonra Aristoteles, dostu Atraneus kralı Hermeias’ın yanına, Troas bölgesine Assos’a gitti. MÖ 343 yılında Makedonya kralı Phillip tarafından oğlu İskender’I yetiştirmek üzere çağırıldı. İlerleyen yıllarda İskender’in Asya seferine çıkması üzerine Atina’ya gidip burada kendi okulunu Lykeion’u kurdu.  İskender’in ölümünden sonra Atina’da Makedonya’ya karşı ayaklanmalar başlayınca, Makedonya sarayı ile olan yakın ilişkileri nedeniyle zor durumda kaldı. Nitekim hemen dinsizlikle suçlanmış, Sokrates’in başına gelenleri yaşamamak için Atina’dan kaçıp Khalkis’e gitmiş ve 62 yaşında ölene kadar burada yaşamıştır.


Platon’la ilişkisi epey spekülasyon konusu olmakla birlikte felsefesi tümüyle Platon’dan etkilenmiştir ve Platoncuları eleştirdiği eserlerinde bile kimi zaman “biz Platoncular” diyerek kendisine işaret etmiştir. Özellikle ilk eserleri Platon’un kullandığı diyalog formunu korur, isim ve konuları bile benzerlik gösterir.

Felsefe tarihinde ‘madde ve form’ kuramı diye ün kazanan görüşü ileri sürdü. Aristoteles, yalnızca akla dayanan, mantıklı ve bilimsel bir sistem kurmak istedi; yaşadığı çağda edinilmiş bilgilerin tümünü bir bütün içinde toplayarak evrene ilişkin genel bir açıklama çerçevesi ortaya koymaya çalıştı. Aristoteles, yine aynı amaca yönelmiş olan Platon’a oranla, maddesel olmayan varlıktan çok, duyularımızla tanıdığımız somut dünyaya önem verdi; bu dünyayı açıklamaya yöneldi. Platon’un idealarının, maddesel dünyadan apayrı ve uzak gerçekler olduğunu, somut maddesel dünyayı, tek tek varlıkları, gerektiği gibi açıklayamadıklarını ileri sürdü. Platon’un somut duyular dünyasını soyutlayarak gereksiz bir ikinci idealar dünyası yaratmış olduğunu, yapay bir soyutlamanın sonucu olan bu idealar dünyasının, bilgi edinmeyi güçleştiren bir yük ve engelden başka bir şey olmadığını söyledi.

Aristoteles’ten önceki felsefede ilk önce doğa, sonra insanla ilgili Pratik sorunlar araştırılmış, Platon, bunlara bir de diyalektik katmıştı. Böylece beliren üç ana sorun alanının başına, Aristoteles şimdi yeni bir bilimi koyar: Mantık. Bundan dolayı ona mantığın kurucusu denir.

Aristoteles, klasik mantığın kurucusu olarak kabul edilir ve kurduğu mantık 18. yüzyıla kadar önemli bir değişikliğe uğramaz. Yalnız Aristoteles icat ettiği bu şeye mantık değil, analitik der. Bunun nedeni, onun bu disiplinle düşüncenin biçimleri üzerinde durması, onları analiz etme amacında olmasıdır.

Aristoteles mantıkla ilgili kitaplarına “organon” (alet, araç) adını vermiştir. Ona göre mantık özel bir konusu olan, varlığın özel bir alanını ele alan ve bu alanla ilgili problemleri inceleyen bir bilim veya felsefe dalı değildir. O herkesin herhangi bir özel bilimle uğraşmaya başlamadan önce alması gereken genel kültürün bir parçasıdır. Herhangi bir şey üzerinde özel olarak düşünmeye, akıl yürütmeye başlamadan önce, akıl yürütmenin kendisini konu alacak bir ön hazırlığa ihtiyacımız vardır ve bunun adı mantıktır.

Aristoteles mantığının kökleri Platon’un idea öğretisindedir. Platon gibi Aristoteles için de gerçek varlık tümeldir ve tümelin bilgisi de kavramdır. Ona göre Platon, idealarla fenomenler, tümel ile tekil arasında inandırıcı bir bağlantı kuramamıştır. Platon’da iki ayrı dünya vardı: İdealar ve Duyu dünyası. Aristoteles için ise idealar dünyası duyu dünyasının içindedir.

Gerçekten de yirmi yıl süreyle öğrencilik ettiği Platon gibi, şeylerin özü veya nedeni olarak tümele ulaşmayı amaçlayan Aristoteles, hocasının tikel şeylerden ayırdığı tümelin bireysel varlıklarda bulunduğunu ileri sürmüştü. Bu yüzden yöntemin esas itibarıyla idealardan veya tümellerin bilgisinden aşağıya doğru dedüktif bir hareketi ifade ettiği Platon’un tersine, Aristoteles’te yöntem tikel fenomenlere ilişkin gözlem ve araştırmalardan tümellerin bilgisine doğru bir yükselişe karşılık gelir. Buna göre yöntem onda hem tümevarımsal hem de tümdengelimsel olmak durumundadır.

Tümel’in anlamını Aristoteles’te, bir başka bakımdan daha görebiliriz: Bir sistemci olan Aristoteles ‘yargılar’ında bu sistematiğini geliştirmiştir. Yargı çeşitlerinin ayrılmasında da yine yargının varlığı yansıttığı düşüncesi esastır. Aristoteles’e göre, her obje için, onun genel özünü gösteren bir öz kavramı vardır. Bilimsel bilgi de bir objenin niteliklerini ve durumunu, onun öz kavramından çıkarmaya çalışır. Bu öz kavramı, aynı zamanda varolan eylemini, değişmesini, niteliklerinin oluşma ve gelişmesini belirleyen nedendir de. Gerçek bilimsel bilgi de bir şeyi yalnız gösteren değil, bunun nedenini, niçinini de bildiren, yani bilineceği ‘neden’i de bilen bilgidir. 

Buna göre, bilimin başlıca ödevi, özel görünüşlerin genel nedenlerden nasıl mantıki bir zorunlulukla çıktığını göstermektir. Böylece de mantığın araştıracağı en önemli konu, ‘tümden çıkarım’ın ne olduğudur. Bilim yapmamız için ihtiyacımız olan tek şey, yalnızca duyumun konusu olan şeyle bilimin konusu olan şeyi yapısal bakımdan birbirinden ayırmamız ve ikincisinin birinciden varlık bakımından tümüyle ayrı bir dünyada değil, sadece bilgi bakımından farklı bir düzene ait olduğunu kabul etmemizdir. Ona göre akılsal şeyler (tümeller) tikellerin özlerini, doğalarını oluştururlar. Aristoteles’e göre duyum bilgidir, onlar bireysel gerçeklikler hakkında doğru bilgi verirler ama onlardan gelen bilgiler bireysel (tikel) gerçekliklerin bilgileridir. Oysa bilim için ihtiyaç duyduğumuz şey tümelin bilgisidir.

Aristoteles’in mantığı kendi içinde kapalı bir sistemdir. Bu bakımdan, kendisinden önceki Yunan felsefesi ölçüsünde yepyeni bir şeydir. Burada, soyut düşüncenin çok yüksek bir aşamasıyla karşı karşıyayız. Bu soyut kavramlar kurma yeteneğini Aristoteles, bilginin her alanında göstermiştir. Kurduğu kavramların sağlam, açık ve tutarlı olmaları yüzünden iki bin yıl boyunca felsefenin büyük ustası sayılmıştır. Kendisi aynı zamanda bilim dilinin de yaratıcısıdır; bugünkü bilimsel kavramlarımızın, terimlerimizin birçoğu onun formüllerinden çıkmıştır.

Mantık, düşünmeyi incelerken, bu arada varolanı da incelemiş olur, çünkü düşünme varlığı da yansıtır. Ama varlığın asıl yapısını ve iç bağlantısını ancak varolanların özüne ve nedenlerine yönelmiş olan metafizikte kavrarız.

Aristoteles’in doğa felsefesi de madde ve form kuramına dayanır. Doğadaki formlar tanrıya yaklaştıkları ölçüde gerçeklik kazanırlar. Doğadaki fenomenlerin yukarıya yani tanrıya doğru yükselişleri iki türlüdür. Bu iki yön, yeryüzündeki düzensiz olaylardan gökyüzündeki düzenli hareketlere yükseliş ve yalnızca mekanik olan yer değiştirme hareketlerinden başlayarak, ruhun akıl bilgisi edinmesine varan yükseliş olarak kendini gösterir. Demek ki Aristoteles’e göre, doğadaki varlıklar belli yerlerde ve kademelerde bulunurlar. Yeryüzündeki en aşağı formlar, toprak, su, hava ve ateştir. Her öğenin kendisinde, bir doğal hareket yönelimi vardır; her öğenin kendine özgü bir yeri vardır ve bu öğe oraya yönelir. 

Bu açıklama, Aristoteles’in fiziğinde bir varlığın niceliğinden çok niteliğinin önemli olduğunu gösteriyor. Bir varlığın niteliğini sağlayan, yani o varlığı ötekilerden farklı kılan şey ise varlığın özünün ve formunun doğurduğu özeliktir. Başka bir deyişle, herhangi bir varlığın fizik bakımından incelemek istersek, onu matematik açısından değil, niteliği açısından değerlendirmemiz gerekir. Varlıkları, matematik aracılığıyla inceleyip belirlemeye çalışan modern fizik bilimi ile Aristoteles’in bu görüşü arasında bir çelişki vardır. Ne var ki, Aristoteles’in fizik alemine ilişkin bu görüşü, insan düşüncesini yüzyıllar boyunca Rönesans’a kadar egemenliği altında tutmuştur.

Aristoteles, tanrı hakkındaki öğretisini herhangi özel bir eserden ortaya koymamıştır. Tanrı, fizik kitaplarında fiziksel olarak ilk hareket ettirici olarak kanıtlanmaya çalışılırken, metafizik kitaplarında onun özünün ne olduğu konusuna eğilmiştir. Fizik kitabında evrende hareketler olduğu, bu hareketlerin birer hareket ettirici gerektirdiği ve özet olarak bu hareket ettiricinin ezeli-ebedi, uzamsız, madde-dışı, hareketsiz bir ilk hareket ettirici gerektirdiğini ifade eder. Bu kanıtlama sırasında sık sık madde, zaman, süreklilik, yer, sonsuzluk gibi fiziğin temel kavramlarını kullanır. Buna göre hareketin ezeli olduğu, ezeli hareketin ezeli bir madde gerektirdiği ve dolayısıyla evrenin ezeli olduğu sonucuna ulaşılır.

Aristoteles, Tanrının doğasının evrende varlığını gördüğümüz bütün faaliyetler içinde onların en yükseği olan düşünme, akıl faaliyeti olduğunu söyler. Fakat bu onun bilgi felsefesinde gördüğümüz dedüktif bir akıl yürütme değil, nesnesini zaman dışı bir biçimde, doğrudan ve bütünüyle kavrayan sezgisel bir akıl, sezgisel düşüncedir (noesis) bu. Duyular ve hayal gücünden mutlak anlamda bağımsız, salt fiildir bu düşünce ve hiçbir biçimde madde veya kuvve içermez. En yüksek düşüncenin konusu elbette en yüksek varlık olan tanrıdır.

Aristoteles’e göre tanrı Hıristiyan ve İslam’ın tanrısı gibi evrenin veya insanın yaratıcısı değildir. Maddenin ve formun ezeli olduğunu görmüştük zaten. Tanrı en dış küreye, evren küresine ilk hareketi veren bir ilk hareket ettirici olarak kabul edilmektedir. Bu ilk hareketin zamanda ortaya çıktığı, dolayısıyla evrenin zamanda varlık gelmiş olduğu sonucunu çıkarmamamız gerekiyor bu durumda. Aristoteles’te tanrının evrene önceliği zamansal bir öncelik değil mantıksal veya mevki bakımından bir önceliktir. Tanrı, ezeli ebedi evrenin, ezeli ebedi hareketinin, ezeli ebedi kaynağı olan varlıktır ve bu anlamda evrenden önce gelir. Yoksa evrenin temel unsurları olan madde, form ve hareketin her üçü de tanrı kadar ezeli ebedidir. O halde tanrının evreni yaratmasının söz konusu olmaması ona herhangi bir anlamda varlık veren bir ilke olmaması anlamına gelir. Aristoteles’te tanrı ne deist anlamda evrenin yaratıcısıdır ne de panteist anlamda evrenin varlığının kaynağıdır.

Aristoteles, ahlak (etik) problemini akıl öğretisi bakımından ele alır. Akıl, insan ruhuna özgü olan bir formdu, onun karakteristik ayrımı idi. Şimdi, bütün Yunan ahlakçıları gibi, Aristoteles için de bütün çabalarımızın en yüksek ereği mutluluktur(eudaimonia). Burada, ahlakın asıl konusu, insanın kendi içinde bulunan olgudur, yani insanın kendi etkinliği ile elde ettiği mutluluktur, kendisinin ‘iyi’yi gerçekleştirmesidir. İnsanın özü akıl olduğuna göre insan ancak aklı ile, aklını kullanması ile mutlu olabilir. Onun için mutluluğa eriştiren erdem, insanın aklının çalışmasını gerçekleştirebilecek bir durumda, böyle bir nitelikte olmasıdır. Erdem, insanın doğal özünün yapısından gelişir ve hazza vardırır.

Aristoteles’in ahlak felsefesine başlamadan önce ahlak felsefesi (etik) hakkında kısa bir girizgah yapalım. Etik, felsefenin ahlaki değerlerle ilgili olan alt dalına karşılık gelir. Antik Yunanca “ethos” (karakter, adet olan hayat tarzı) sözcüğünden türemiştir. Ahlak, bir topluluk içinde yaşayan insanların davranışlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemek amacıyla oluşturulmuş eylem kuralları, normalar silsilesi ve değer sistemidir. Ahlak bize belirli bir toplulukta neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyler; toplumlar arasında benzer ahlaki kurallar olabileceği gibi farklılıklar da söz konusudur. Etik düşünürü, neyin iyi ya da kötü olduğunu söyler, kural koyar, yaşama biçimi geliştirir; kısaca rehberlik eder. Kural koyucu yaklaşım benimseyen ahlak filozofu, insanlar yapmaları ya da neden kaçınmaları gerektiğini söylerken, kendilerine yükümlülüklerini ve sorumluluklarını anımsatan nesnel ahlaki hakikatler bulunduğunu söyler.

Aristoteles’e göre aklın iki ayrı boyutu vardır. Bunlardan birincisi bilmek için bilme tutumuyla karakterize olan ve dolayısıyla tefekkürle veya nedenlerin bilgisiyle ilgili olan teorik akıldır. Oysa diğeri, bilmek yerine doğru eylemde bulunmak üzerinde yoğunlaşan ve dolayısıyla istek ve arzuların denetlenmesiyle meşgul olan Pratik akıldır. Onda rasyonel parçanın iki ayrı boyutu olduğundan, insan doğasını tamamlayan, insanın kendi gerçek fonksiyonunu en iyi bir biçimde gerçekleştirmesini mümkün kılan iki tür eylemden söz edilebilir. Teorik, fikri ya da dianoetik erdemler ve ahlaki ya da eudaimonik erdemler.

Aristoteles nihai amaç olan iyinin mutluluk olduğunu söyleyecektir. Yani mutluluk bir insanın eylemlerinin amacı olarak kendisinden öte bir soru sorulmasını veya araştırma yapılmasını gereksiz kılan nihai bir erektir. “Niçin mutlu olmak istiyorsun?” sorusuna verilecek cevap “çünkü mutlu olmak istiyorum” olabilir ancak. Aristoteles araçsal eylemlere herhangi bir ahlaki değer biçmese de bu ayrımı yapmasının asıl nedeni nihai amacı, mutluğu ortaya koymaktır. Bunun yanında o hiçbir yerde ahlak dışı araçlarla ahlaki amaçlara erişilmesinin mümkün veya doğru olduğuna ilişkin herhangi bir şey söylememektedir.

Aristoteles’in etiğiyle siyaset felsefesi arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü o, iyi hayata ancak iyi düzenlenmiş bir toplum düzeninde erişilebileceğini, insanın kapasiteleriyle amaçlarının ancak üyelerinin birbirlerine bir dayanışma ruhuyla bağlanmış olduğu bir cemaat içinde gerçekleşebileceğini öne sürer. Başka bir deyişle, sosyal ve politik bir hayvan olarak insanın, başkalarının iyiliğine dönük bir ilgiden yoksun olması durumunda doğasını gerçekleştirebilmesinden söz edilmez.

İnsanda erdem için doğal bir yatkınlık var, erdem bu doğal yatkınlıktan gelişecektir. Bir devletteki koşullar da bu yüksek ereği gerçekleştirecek gibi işlenmeli, düzenlenmelidir. Hükümet şekillerinin doğru ya da yanlış olduklarını gösterecek ölçü de ancak bu olabilir: Hükümet, topluluğun ahlakça düzelmesini, iyiliğini başlıca amaç olarak göz önünde bulunduruyorsa, bu hükümet şekli doğrudur; bunu yapmayan her yönetim şekli de yanlıştır.

Buna göre, devletin iyi olup olmaması, dış formuna, baştakilerin sayısına bağlı değildir. Devletin başında bir kişi, birkaç kişi ya da herkes bulunabilir, devlet de buna göre şekil alır. Ama, bir kişinin egemen olduğu şekillerde, krallık doğrudur, tiranlık yanlıştır; birkaç kişinin egemen olduğu şekillerde, yasal bir düzen olan politeia doğru, yığının bir anarşisi olan demokrasi yanlıştır.

Aristoteles’in uygun yönetim biçimi olarak gördüğü anayasal yönetim, oligarşi ile demokrasi karışımı olarak nitelenebilecek bir sistemdir ve demokrasiden daha çok öğe alır. Buna göre: Yönetenler çoğunluk (halk) olacaktır ancak belirli bir geliri olan orta sınıf halk.

Gözlemlere dayanarak düşüncelerini geliştiren realist Aristoteles’in, Platon gibi bir ideal devlet tablosu çizmeye kalkışmayacağı bellidir. Aristoteles, sadece çeşitli hükümet şekillerini, devletteki en yüksek ödev, insanın ahlakça olgunlaşmasını sağlamak ödevi bakımından gözden geçirip eleştirme ile yetiniyor.

Aristoteles’in birlik eleştirisi özel olarak Platon’un devletindeki mülkiyet, kadın ve çocukların ortaklığına yöneliktir. Herkesin malı kimsenin malı değildir diyebileceğimiz anlayışla kurulacak bu birliktelik anlayışı ortak şeylere gösterilen ilgiyi azaltacaktır. Aynı zamanda bu ortaklık, insanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasını engelleyecek ve suç oranlarını artıracaktır. Aristoteles mülkiyetin belli bir noktaya kadar ortak olması ama kural olarak özel olması gerektiğini düşünür. Mülkiyet özel kişilerde kalmalıyken kullanımı ortak olmalıdır. Kabaca ortak mülkiyet sisteminde çalışanların adil olarak ücret almadıkları yönündeki şikayetler, insanın doğal olarak bir şeye sahip olmaktan haz duyması ve insanların dostlarına, misafirlerine ikramda bulunmak için belirli ölçüde malı ve serveti bulunmalıdır. Aristoteles özel mülkiyete ekonomik açıdan değil de ahlaki açıdan bakmıştır. Yoksa özel mülkiyet günümüz liberalleri tarafından çok daha farklı şekilde savunulur.

HELEN - ROMA FELSEFESİ
Helenistik felsefe, tarihsel olarak kent devletlerinin sona erdiği MÖ 322 yılıyla Makedonya İmparatorluğu’nun Roma’nın bir parçası haline geldiği MÖ 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine karşılık gelir. Roma felsefesi ise MÖ 30 yılından başlayıp MS 4. Yüzyıla kadar devam eden ve Roma’nın egemenliği altında geçen dönemin felsefesidir.

Helenistik-Roma felsefesinde baskın olan felsefe elbette Yunan felsefesidir. Helenistik çağda Yunan kültürü kendi içinde kapalı olmaktan çıkmış, Akdeniz çevresinde yer alan ulusları birleştiren büyük bir kültür akımının içinde yer almış ve bu sürecin temeli olmuştur. Bu süreç, İskender’in ölümünden (MÖ 323) sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan Helenistik devletlerde Yunan ve Doğu düşüncelerinin karşılaşıp birbiriyle kaynaşmasıyla, Helenleşmesiyle (Yunanlaşma) başlamıştır. İki düşüncenin bu kaynaşması Roma İmparatorluğu’nda da sürecek, nihayet Hıristiyanlıkta son formuna ulaşacaktır. İlkçağ kültürünün Aristoteles’ten sonraki başlıca evreleri Helenizm, Roma ve Hıristiyanlıktır.

Doğu ve batının birleşmesiyle beraber ticari ilişkilere engel olan sınırlar ortadan kalkmış, bölge tek bir ekonomik havza halini almıştır. Ele geçirilen yerlerde kurulan şehirler (örneğin İskenderiye) önemli bilim ve kültür merkezleri haline gelmiştir. Ele geçirilen ve yeni kurulan bu şehirlerde kültürel faaliyetlerden genelde bölgenin yönetici ve aydın kesimi etkilenmiş, geniş halk tabakları ise alışılageldik hayat tarzlarına devam etmiştir. Doğunun gelenekleri, dinleri ve monarşik yönetim tarzı ilk örneğini bizzat İskender’in kendisinde gördüğümüz üzere Yunanlıları etkilemiş, yöneticiler tıpkı doğulu yöneticiler gibi kendilerini doğu tarzında tanrılar olarak görmeye başlamış, kralların tanrısal ayrıcalıkları modern Avrupa felsefesine kadar gelen dönem boyunca damgasını vurmuştur. Doğu dinlerinden Hıristiyanlık bu kültürel etkilenmenin en iyi örneklerinden birini oluşturmaktadır. Batının doğudan etkilenmesi yanında batı da doğudan etkilenmiştir elbette. Doğunun devlet, kültür ve medeniyet dili yunanca olmuş, İslam sonrası Arap akınlarında ele geçirilen yerlerde bile uzun bir süre resmi kayıtlar Yunanca tutulmaya devam etmiştir. Atina’daki felsefe okulları varlıklarını sürdürse de Helenistik dönemde doğuda kurulan okullarda Yunan felsefesi icra edilmeye devam etmiş, Helenistik dönemin önemli felsefe karakterleri doğu kökenli olmuştur. (Örneğin Stoacı okulun kurucusu Zenon, Kıbrıslıdır (Kıbrıslı Zenon) ve Septik okulun önemli temsilcisi Karneades Mısırlıdır)

Siyasal iktidar Makedonyalıların eline geçince, Yunan filozoflar doğal olarak siyasetten uzaklaşıp kendilerini daha çok bireysel erdem ya da kurtuluş sorununa adadılar. Artık şu soruyu sormadılar: İnsanlar iyi bir devleti nasıl yaratabilir? Onun yerine şunu sordular: Kötü bir dünyada nasıl erdemli olunur ya da bir ıstırap dünyasında nasıl mutlu olunur?

Helenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin ahlak felsefesi (etik) olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletlerinin yıkılması, onların yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya, topluma ve kendilerine yabancılaşmalarıdır.

Bu dönemde dört önemli yeni felsefe okulu ortaya çıkmıştır: Epikuros tarafından kurulan Epikurosçu okul, Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan Stoacı okul, Pyrron tarafından kurulan Septik / Şüpheci okul ve Yeni Platonculuk.

Septikler
Septikliğin (şüphecilik) ortaya çıkması bilgi sorunu ile ilgilidir. ‘İnsan bilgisinin olanakları ve sınırı nedir?’ sorusu yeni değil, bunu daha önce Sofistler ortaya atmışlardı; dolayısıyla ilk şüpheciler Sofistler’di diyebiliriz. Ancak bilgi sorununu sistematik olarak ilk inceleyen Elisli Pyrrhon’dur.


Pyrrhron, Epikuros ve Kıbrıslı Zenon’un çağdaşı olup İÖ 360-270 yılları arasında yaşamıştır. Eski bir ressam olduğu aktarılır. Ailesi ve hocaları hakkında ayrıntılı ve kesin bilgimiz olmasa da Diogenes Laertius aktarımlarına göre Pyyrhron, Stilpon isimli Kinik felsefeyi benimsemiş bir filozofun ahlak öğretilerinden ve Demokritos’un hemşerisi ve atomcu felsefe eleştirmeni olan Anaksarkhos’un teorik felsefesinden etkilenmiştir. Pyrrhron ayrıca Anaksarkhos ile birlikte İskender’in doğu seferlerine katılmış ve Hintli çileci rahipler ile tanışmıştır. Pyrrhon’un bu rahip ve filozoflardan etkilenip etkilenmediği de tartışmalıdır. Her iki ihtimal de savunulmaktadır.

Septisizmi yaratan en büyük neden, büyük bir çalkantının yaşandığı Helenistik dönemde septiklerin zihinsel barış ya da dinginliğe erişme umudu olmuştur. İnsanların şeylerdeki çelişkiler tarafından şaşırtıldıklarını, hangi alternatife bağlanacakları konusunda tereddüte düştüklerini düşünen kuşkucular, doğruyla yanlışın, iyiyle kötünün birbirine karıştığı bu çağda, bir ruh sükunetine erişme çabası verip bunun yolunu başkalarına da göstermeye çalışmışlardı.

Kuşkuculara göre, septik felsefe insanı mutluluğa götürebilir ve ancak bu felsefe götürebilir; çünkü şüphecilik, insana gerçek varlığın bilgisinin olamayacağını göstermekle, bu çeşit bilgiyi anlamsız bir şey haline getirir; bununla da insanı, bir yandan boş kuruntulardan ve buna bağlı olan ölüm ve ölümden sonraki hayat ile ilgili temelsiz tedirginliklerden kurtarır, öbür yandan da önyargılarından kurtardığı için her görünüşlere yönelmeyi öğretir. 

Bilgi mümkün olmadığı için insan bilgilenmek amacıyla araştırma yapmaz ve kendisini zahmete sokmaz. İnsan için her bakımdan rahatlatıcı ve huzur verici olan bu duruma Pyrrhon, ruhsal huzur ve sükunet anlamına gelen ‘ataraxia’ adını vermiştir. Özetle septiklerin ana düşüncesi için  ‘Ignorence is bless’ diyebiliriz ☺

Epikürosçular
Epiküros’un hayatı hakkında ana bilgi kaynağımız Diogenes Leartius’un “Ünlü Filozofların Hayatları ve Öğretileri” kitabıdır. Epikuros öğretisinde bilgece yaşamanın kadrosunu öylesine eksiksiz çizmiştir ki öğrencileri sonra buna yeni bir şey katamamışlardır. Bundan dolayı bu öğretiden öne çıkan yeni bir filozof yetişmemiş ve Epikuros ve Epikürosçular hep beraber anılmıştır. Epiküros aslen Atinalı bir ailenin çocuğudur ve Sisam (Samos) adasında MÖ 342 yılında doğmuş, çocukluğunun ve gençliğinin büyük kısmını bu adada geçirmiştir. MÖ 310’da, otuz yaşında, önce Midilli sonra da Lapseki’de felsefe okulları kurduktan beş yıl sonra daha önce de gelmiş olduğu Atina’ya dönerek burada bir felsefe okulu kurar.


Demokritos’un atomculuğunu felsefesine temel olarak alan Epikuros, erdemli ve mutlu bir hayatı, dünyadan el etek çekerek, boş inançlardan kurtularak ve yaşamın tadını çıkararak yaşamakta buluyordu. Bu filozofa göre, kişinin gerektiği gibi yaşayarak özgür ve mutlu olması, özellikle törelerden ve dinlerden kaynaklanan boş inançlardan kurtulmasına bağlıdır.

Epüküros’a göre felsefe, bireyin mutluluğunu sağlayacak olanakların, araçların araştırılmasından başka bir şey değildir; felsefenin yapacağı, göreceği iş yalnız budur.

Hazcılığı daha önce Küçük Sokratesçi Okullar bölümünde Kirene okulunda görmüştük. Epikuros’un hazcılığı bu tür hazcılıktan farklı ve daha inceliklidir. Epikuros hazcılığı Kirenelilerden iki noktada farklılık gösterir. Epikuros’un Kirenelilerden ilk farkı onlar statik hazzı hazdan saymazken, Epikuros Aristoteles gibi bunu haz olarak değerlendirir. Epikuros’a göre haz bir acının ortadan kaldırılması sırasında alınmaya başlanır. (Açken yemek yemeğe başlanması böyle bir hazdır ve bu hareketli hazdır) Asıl haz ise acı tamamen ortadan kaldırıldığında, hiçbir şeye ihtiyaç duyulmadığında (tamamen doyulduğunda) alınan hazdır ki hem tamdır hem de daha uzun sürelidir. İkinci olarak Kireneliler bedensel acıların ruhsal acılardan daha kötü olduğunu ileri sürmelerine karşılık Epiküros, ruhsal veya zihinsel acıların bedensel acılardan daha kötü olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağlamda ruhsal acıların en büyüğü ölüm korkusu olacaktır. Epikuros’a göre ölüm korkusu hayatımızı zehirlemektedir.

Öğretisinin önermelerini Epüküros mutlak nitelikte kesin dogmalar olarak dile getirmiştir. Bu kaskatı dogmatizmi, Epikürosçuluğun öteki antik çığırlar arasında başlıca bir özelliğidir. Bu dogmatizmde o kadar ileri gidilmiştir ki, biraz aykırı düşünenler hemen Epikürosçu topluluktan uzaklaştırılmışlardır. Ama bu tutum da Epikurosçuluğun antik felsefenin bundan sonraki gelişmelerinde pek bir rol oynamamasına yol açmıştır.

Stoa
Helenistik çağın en önemli felsefe öğretisi olan Stoa’nın kurucusu Kıbrıslı Zenon’dur. MÖ 336-264 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Zenon, 314 yılı sıralarında Atina’ya yerleşmiş ve Stoa Poikile’de (resimlerle süslü direkli bir galeride) okulunu açmıştır. Okul, adını buradan alır: Stor, direkli galeri demektir.


Stoa, Helenizmin tipik felsefesi sayılır; çünkü Attika’da Doğu’dan gelmiş kimseler tarafından Attika felsefesinin ana düşünceleriyle işlenmiştir. Başka bir özelliği de Roma İmparatorluğu’nda en yaygın bir felsefe oluşudur. Stoa öğretisinin kökenleri kinik felsefesidir ve insanın bağımsızlığı ana düşüncedir. Zenon, insanın doğru, erdemli ve mutlu yaşamasının temelini, dünyaya bağlı olmamakla buluyordu. Bu filozofa göre insan, ne devlete ne de tanrılara bağlanarak yaşamalıydı. İnsan yalnızca kendisine dayanarak ve güvenerek yaşamak, kendi kendisine yetmesini bilmek zorundadır. Böyle yaşamasını sağlayacak bir güce de sahiptir. Bu güç, akıl gücüdür: Akılla düşünebilmesidir.

Stoa felsefesine göre tutkuların ve duyguların tümü insane zararlı olan şeylerdir. Çünkü tutkular ve duygular, insanoğlunun aklını karartır, iyice işlemesini engeller. Oysa kişinin tam anlamıyla özgürlüğüne ulaşması için aklını kullanması gereklidir. Gerçek mutluluk, dıştaki varlıklara gereksinim duymak; onlara önem vermek, onlara bağlanmak değil, kendi kendine yetebilmektir. Böylece insan, dünyanın geçici ve değersiz yanlarından kurtularak kendine döner ve gerçek varlığına ulaşır.

Stoacılar, Aristoteles gibi varlık felsefesi veya metafizikle doğa felsefesi veya fizik arasında bir ayrım yapmazlar. Onlar için doğa içinde maddi olanla olmayan arasında kategorik bir ayrım yoktur ve doğa her şeyi içine alır. Stoacılar için asıl var olan şey dış dünyadaki maddi nesnelerdir. Bu yüzden onlar tanrı, ruh ve ruhta var olan erdemlerin maddi olarak var olan şeyler olduklarını öne sürerler. Onlar maddidir çünkü onlar evrenin tözü olan ateşin ya da evrensel aklın (logos) kendileridir. Onlar her şeyi maddi cisimlere ve onların durumlarına indirgemekte, söz gelimi at-insan gibi hayali şeylerin de zihinde var olduğunu söylerler.

Stoacılar mutlu olmamız için dünyanın her şeyi bilen, her şeyi planlayan bilge ve akıllı bir varlığın elinden çıktığını bilecek bu yüzden gerek bütününde gerekse de parçalarında uyumlu ve mükemmel, hatta mümkün olan en mükemmel dünyada yaşadığımız düşüncesinde olmalıyız. Yani her şeyin ölçüsünün tanrı olduğu ama tanrı ve doğanın birbirinden ayrılmadığı, yani tanrının doğada olduğu ve deyim yerindeyse teolojinin doğa felsefesine indirgendiği bir anlayışla bu doğada mutluluğun bulunabileceğini söylerler.

Stoa’cıların bu ahlak öğretisi MS 5.yüzyıla kadar etkili oldu ve özellikle Roma’da yaygınlık kazandı. Çok uzun bir tarih süresini kapsayan, hem bir felsefe, hem de düşünceye dayanan bir din niteliği taşıyan ve dünya yurttaşlığı düşüncesini savunan bu akım, genellikle yukarıda sözünü ettiğim Zenon ve çağını belirtmek için Eski Stoa, daha sonraki gelişimlerini ayırt etmek için de Orta Stoa ve Roma Stoa’sı diye adlandırılır.

Roma Felsefesi
Roma İmparatorluğu  kültür tarihini, farklı ve az çok ayrı biçimlerde etkiledi. Birincisi: Roma’nın Helenistik düşünce üzerinde doğrudan etkisi vardır. Bu çok önemli ya da köklü değildir. İkincisi: Yunanistan’ın ve Doğunun imparatorluğun batı yarısı üzerindeki etkisi. Bu, Hıristiyan dinini de kapsadığı için köklü ve kalıcıydı. Üçüncüsü: Kültürün yayılmasında ve insanların tek yönetimle bağlantılı tek uygarlık düşüncesine alıştırılmasında Roma Barışı’nın önemi. Dördüncüsü: Helenistik uygarlığın Müslümanlara ve daha sonra Batı Avrupa’ya aktarılması.

Ancak, felsefenin gelişmesine ve derinleşmesine, Roma çağında özgün ve bağımsız bir katkı yapıldığı söylenemez. Genel olarak Roma felsefesi, eski Yunan düşüncesinin etkisi altında kalmış ve onu aşamamıştır. Yunanistan, Roma’nın bir eyaleti durumuna girince, iki ülke arasındaki kültür alışverişi, Yunan felsefesinin ortaya koyduğu çeşitli felsefe görüşlerinin, Roma’da yaygınlaşmasına ve etkili duruma gelmesine yol açtı. Özellikle Epikürosçuluk ve Stoacılık diğer düşünce çığırlarına oranla ağır bastı.

Roma felsefesince Cicero, büyük bir hatip olduğu kadar, Latince’nin bir felsefe dili durumuna gelmesini sağlamış seçkin bir yazar ve şairdi. Cicero’da bilgi anlamında kuşkuculuk, ahlak felsefesinde ise Stoacılık ağır basar. Roma Stoası çığırının en ünlü temsilcileri Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius’tur. Bu düşünürlerin üçü de doğaya ve akla uygun yaşamın erdemliliğini ve mutluluğunu sağlayacağını, zorunlulukları ve felaketleri bilgece ve soğukkanlılıkla karşılamak gerektiğini ileri sürerler.


Bertrand Russell’a göre Roma, Yunanistan üzerinde kültürel bir asalak odu. Romalılar hiçbir sanat formu icat etmedi, özgün bir felsefe sistemi inşa etmedi, hiçbir bilimsel buluş yapmadı. İyi yollar, sistematik yasalar yaptılar, etkili ordular oluşturdular; bunlar dışında her şey için Yunanistan’a baktılar.

Yeni Platonculuk
Antikçağ sonlarında felsefeye dayanarak dini bir dünya görüşü geliştirme denemelerinden ilki oan Yeni Platonculuğun, kendisinden sonraki gelişme üzerinde büyük etkisi olacaktır. Çünkü bu çığır; Batı ve Doğu mistisizmlerinin başlıca kaynaklarından biridir ve Rönesans ötelerine kadar Platon felsefesi, daha çok Yeni Platonculuk kılığında ele alınacaktır.

Bu çığırın kurucusu Plotinostur. MS 203-270 yılları arasında yaşamış olan Plotinos, felsefesini Platon’a dayanarak açıklamaya büyük değer verir; kendi düşüncelerini hep Platon’un yapıtlarındaki bir yere dayatarak yorumlamayı dener, bu sebeple başlattığı çığır da Yeni Platonculuk adını almıştır.


Plotinos’un öğretisinin temel özelliği, her türlü materyalizme tam bir kesinlik ve tutarlılıkla karşı çıkmasıdır. Bu felsefeye göre asıl gerçek, nesnelerin kendisi, şu varlıkta etkileyen her şey cisimsel değildir, salt tinsel niteliktedir. Cisimler dünyası, o görünmeyen tinsel dünyadan üzerine bir parıltı vurursa ancak değer kazanır, güzel olur. Bu felsefenin ana düşüncesi budur.

Plotinos’a göre gerçek varlık ‘bir’dir. Bir öncesiz ve sonrasızdır, yani zaman içinde belli bir ada ortaya çıkmamış, her zaman varolagelmiştir. ‘bir’den nous (akıl) çıkar; akıldan da ‘evren ruhu’ türer. Madde ise bu evren ruhundan çıkmıştır ve duyularımızla tanıdığımız gerçekliği meydana getirir. Baştaki ilk üç varlık ise akılla kavranabilen tinsel (manevi) dünyayı oluşturur. Onun felsefesi, yukardan aşağıya doğru bir türeme, bir ‘türüm’ felsefesidir. 

Plotinos’un ‘bir’i Tanrıdan başka bir şey değildir. ‘Bir’in alçalarak maddesel varlıkları ortaya çıkarmasına karşıt olan bir başka hareket daha vardır. Bu hareket, duyular dünyasından, bire yani Tanrıya yükselen insan ruhunun yukarıya doğru hareketidir. İnsan ruhunu bire yükselterek tanrıyla kaynaşmasını sağlayan şey, varlıkların gönül gözüyle görülüp tanınması, her şeyin, aslında ‘bir’ ve tek olduğunun ve bütün varlıkların Tanrının yansımalarından başka bir şey olmadığının ‘vecd’, yani kendinden geçme hali içinde yaşaması ve kavranmasıdır. 

Platon’u belli bir biçimde yorumlayarak kendi felsefesini yani Yeni Platonculuğu ortaya koyan Plotinos’un, daha sonra Batıda ve İslam dünyasında ortaya çıkan panteist ve mistik görüşler ile ahlak felsefesini etkilediği ilerleyen dönemlerde göreceğiz.

Plotinos hem bir son hem de bir başlangıçtır; Yunanlarla ilgili olarak bir son, Hıristiyanlıkla ilgili olarak bir başlangıç. Onun felsefesini aktarma işini, Roma’nın son çağının Hıristiyan filozofları yerine getirecekti.

KAYNAKÇA
Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, 2020
Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, 2010
Ahmet Cevizci, Felsefenin Kısa Tarihi, 2012
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 1. Cilt, 2012
Luc Ferry, Gençler İçin Batı Felsefe Tarihi, 2021
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 1961
Macit Gökberk, Felsefenin Evrimi, 1985
Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, 2020
Nigel Warburton, Klasiklerle Felsefe, 2021
Niyazi Berkes, Felsefe ve Toplum Bilim Yazıları, 1985
Randal Collins, Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu, 2021
Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, 2009
Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, 2012
Umberto Eco, Felsefe Tarihi 1, 2020
Umberto Eco, Antik Yunan, 2020
Podcast: Filozofun Yolu

Yorumlar