Ana içeriğe atla

17. YÜZYIL FELSEFE TARİHİ

Rönesans, ortaçağdan yeniçağa ulaştıran bir geçit idi; 17. yy ise Rönesansın elde ettiği kazanımları derleyip düzenleyen, bunlara dayanarak birliği olan bir dünya görüşüne varmayı deneyen bir yüzyıldır. Rönesansın özelliği ‘yeni’yi araması idi, bu çağın ana eğilimi eskiden kopmak yeniyi bulmaktır. Kendisinden sıyrılmak istenen eski ortaçağ kültürünün oluşturduğu değerler sistemidir Bunun için Rönesans eskiyi ayakta tutan otorite ve geleneğe karşı ayaklanma ile başlamış, kültürün her alanında kendinin olan yeni görüşleri ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak Rönesans düşüncesinin birçok formülleri henüz bulanık ve sallantılıdır; çeşitli yönlerden yeniye ulaşmaya çalışan bu düşüncenin parçalı, dağınık bir görüşü vardır. 17. yy felsefesi ise tersine, formüllerinde tam bir ışığa, tam bir sağlamlığa ulaştığına inanır.

17. yy felsefesi her şeyden önce ve doğallıkla yepyeni bir tarih duygusunun egemen olduğu bir çağın felsefesini ifade eder. O, dünyaya ve insane bu yeni bakışın bir sonucu olarak, insanı eyleminin ve bu arada tarihin öznesi kılan yeni ve seküler bir tarih felsefesi geliştirir. Yaratıcı ve özgür insan, bundan böyle kendi kurduğu ve yapıcısı olduğu için de anlamı kendisine kapalı olmayan bir tarihin öznesidir.

17. yy felsefesini ortaçağdan ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi felsefenin kendisine din yerine matematik fiziği bilgi örneği olarak seçmesi, dolayısıyla rasyonalizmdir. Rasyonalizm, akıl (ratio) adını verdiğimiz, kendisinde tümel olarak geçen kavramlar, bilgiler ve kuralların bulunduğu kabul edilen yetimizi gerçeği bilme ve açıklama organı olarak alan çığırdır.

17. yy felsefesi matematik fiziğin yöntemini kendisine örnek olarak almış, bu yöntemle gerçeğin bütününün sağlam bir tablosunu çizmeye uğraşmıştır. Bu felsefe de tıpkı matematik, fizik gibi, önce yöneldiği gerçeğin son ilkelerini, son kavramlarını aramış, sonra bunlardan gerçeği düşüncede yeniden kurmaya çalışmıştır.

17. yy felsefesinin matematik fiziği kendisine örnek alması yöntem kaygısı yüzündendir. Matematik fiziğin doğru ve güvenilir sonuçlara vardıran sağlam bir yöntemi vardır. Şimdi yapılacak şey; matematik fiziğin yönteminin yapısını kavramak, bu yöntemin sırrını bulmak, sonra da onu o zamana kadar sallantılı ve tartışmalı olan bilgilere uygulamak, böylece matematik fizik gibi güvenilir olan bir felsefe yaratmaktır.

Matematik fiziğin 17. yy felsefesi için önemini filozofların kendisine baktığımızda da kolayca görebiliriz: Descartes analitik geometri ve optiğin yaratıcısıdır; Leibniz diferansiyel ve integral hesabının kurucusudur.

Descartes
Yeniçağ felsefesinin kurucusu ve ‘babası’ Rene Descartes’tır (1596-1650) Denilebilir ki, 17. Yy felsefesi ana çizgileriyle Descartes’ın çizmiş olduğu çerçeve içinde çalışıp gelişmiştir; 17. yy felsefesi bir Descartes’çılıktır.


Descartes felsefesi, yeniçağ kültürünün ilk büyük bağlantısını ortaya koymuş olan bir sistemdir. Bundan sonraki iki yüzyılda felsefe ile öteki bilgi kollarındaki çalışmalar hep bu bağlantıyı çıkış noktası olarak alacaklardır; bunlar, Descartes’ın ortaya koyduğu sorunları ileri götürmeye çalışacaklar, bu sorunları çözmede karşılaşılmış olan güçlükleri yenmeye uğraşacaklardır.

Descartes’ın modern felsefe açısından muazzam bir başarıyı temsil eden bu devrimi, birkaç ana uğrak üzerinden geçerek gerçekleştirdiği söylenebilir. Bunlardan ilki şüphecilik ve matematiğin birleşiminden meydana gelen yeni bir metodoloji anlayışıydı. Descartes, tıpkı matematikteki gibi apaçık bilgilere, felsefe alanında da ulaşmak için kuşkuya başvurur. Şüphecilik ile matematiği felsefede Kartezyen Devrimi üretecek şekilde bir araya getiren Descartes, bilgiyi açık ve anlaşılabilir şekilde idrak olunanın kesin bilgisi olarak tanımlama imkanı buldu.

Descartes’a göre matematik bilgilerinin kesinliği bile kuşkulanacak bir şeydir. Öyleyse geriye ne kalmaktadır? Geriye kalan ve artık kendisinden kuşkulanamayacağımız kesin bilgi, bu kuşkuyu duyuşumuzun kendisinden çıkmaktadır. Kuşku duyduğumuz sürece, kendisinden artık kuşkulanamayacağımız şey ‘kuşku duymakta oluşumuz’dur. Ama kuşku duymak düşünmek demektir. Öyleyse düşünmemizden kuşku duyamayız; onun yani düşüncemizin varlığını, bir kesinlik ve açıklık olarak kabul etmemiz gerekir. Düşündüğümüze göre, düşünen bir varlık olarak varolmamız zorunludur. Düşündüğümüz halde varolmamamız olanaksızdır. Bundan ötürü, ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ sonucuna ulaşmış oluyoruz. Bu kesin bilgi, Descartes’ın felsefesinin temelidir.

Descartes, duyulardan ve deneylerden değil, düşünceden, bilinçten işe başlar; doğrulukları akıl ve düşünce yoluyla ortaya koyar. Bundan ötürü, Descartes ampirik değil, akılcı (rasyonalist) bir filozoftur. Ayrıca, insan düşüncesinin sağlam bilgilere; kesin doğruluklara ulaşabileceğine inanır; bundan ötürü de kuşkucu değil, felsefi anlamda ‘dogmatik’ bir filozoftur.

Descartes, bilinç ile dış dünya arasında köprü kurabilmek için Tanrı fikrinden yararlanır. Filozofa göre, insan ruhunda doğuştan bulunan fikirler vardır; Tanrı fikri de, yani ‘sonsuz ve yetkin’ ve ‘en gerçek varlık’ fikri, bize nereden gelmiştir? Bu fikir, duyularımız yoluyla gelmiş olamaz çünkü duyularımızın bize tanıttığı şeyler, yetkin (kusursuz) varlıklar değillerdir. Biz kendimiz de yetkin bir yaratık değiliz; eksik ve sınırlı bir varlığız. Öyleyse, bu fikri bizim ruhumuza koyan, Tanrı’nın kendisidir; demek ki Tanrı vardır.

Descartes’a göre doğada iki temel varlık; iki töz vardır; bunlar, bütün varlıkların ilkesi ve kaynağıdır. İki töz de yaratılmış tözlerdir. Asıl töz ise kendi kendisinin nedeni olan Tanrı’dır. Yaratılmış tözlerden biri düşünce (ruh, bilinç) diğeri ise maddedir (beden). Filozofun düşündüğü evren, ikiye ayrılmış bir evrendir; bundan ötürü felsefesinde bir ‘düalizm’ (ikicilik) vardır. Ancak Descartes, bu iki tözün nasıl olup da etkileşime girdiğini tam olarak açıklamamıştır.

Descartes, doğruluğa ulaşmada, sağlam bilgiler edinmede, düşüncenin ve bilincin taşıdığı önemi ortaya koymuştur. Varlığa ilişkin açıklamalarını, bu düşünceden ve bilinçten, yani ben’den ve özneden kalkarak yapıyordu. Ona göre, bir şeyin varlığı ve doğru olması, bilince dayanarak ortaya konabilirdi. Bilinç ve düşünce, yalnızca duyuların verdikleriyle yetinmek, onların sağladıkları bilgileri yalnızca Kabul etmek durumunda değildi; bu verileri işlemek, biçimlendirmek, bir system haline sokmak zorundaydı. Bilinç ve düşünceye Descartes zamanında verilen bu önem, daha sonraları felsefesel düşüncenin kendi üzerine dönmesi; bilince ve düşünceye dönmesi sonucunu doğurmuştur.

Filozofun, gözlem ve deneye dayanan, elde ettiği bilgileri matematik formüller halinde açıklamaya soyunan bu yaklaşımı doğa bilimleri üzerinde oldukça olumlu bir etki yapmış ve ondan sonra gelen filozofları büyük ölçüde etkilemiştir.

Pascal
Descartes felsefesi, Cizvitlerin karşıtı olan Jansenistler’ce benimsenmiş ve bunların çalışmalarına kaynak olmuştur. Bu tarikat Descartes’ın çağdaşlarından olan Cornelius Jansenius adlı bir piskopos tarafından kurulmuş; Augustinus’un inayet (gratia) öğretisini kendisine temel alan bir tarikattır. Bu tarikat çevresinden yetişmiş olan en büyük, en ünlü düşünür Blaise Pascal (1623-1662) olmuştur.


Descartes gibi, Pascal için de matematik bilgi en kesin olan bilgimizdir; ona göre de matematiğin gelişmesi, insan bilgisinin büyük adımlarla ilerlemesini sağlamaktadır; kullanabileceğimiz yöntemler arasında en kesin, en güven güvenilir olan matematiğinkidir. Ancak, matematik, bütün bilgilerimizin dönüp dolaşıp kendisine yöneldiği ‘sonsuz varlığı’ kavrayamaz. Dini, ahlaki hayatımızın ortaya koyduğu sorunları çözemez; üzüntülerimize care olamaz, kısaca insan bilmecesini aydınlatamaz.

Akıl, doğayı bir yere kadar bilse bile, yine de şüphe ile kesin arasında bocalar durur. Nitekim, insanoğlunun bilebileceği her şeyi görüp kavramış olan büyük kişiler, sonunda bir şey bilmediklerini anlayarak başladıkları noktaya dönmüşlerdir. Demek ki, akıl yalnız kendi araçlarıyla tam doğruya varamaz, çünkü doğruluk, yalnız gerçekte doğrudan doğruya bulduğumuz şeyler ile matematiğin tanıtlamış olduğundan ibaret değildir.

Pascal’a göre, insanın bilebileceği en iyi şey; Tanrı ile insanı kurtaracak olan tanrısal inayettir. Bunların ikisi de akıl ile değil, temiz ve alçak gönülü olan bir yürek ile elde edilir. Gördüğümüz gibi, Pascal, Descartes felsefesinin dışına çıkmış, o felsefenin rasyonalist çizgisine değil, mistisizmine ulaşmıştır.

Descartes için akıl, bütün konularda bizi açık ve seçik olan, dolayısıyla doğru bilgilere ulaştırabilen biricik yetimizdir. Pascal ise akla bir sınır çizmektedir: insanı gerçek doğruya ulaştıracak yegane şey akıl değil, gönlümüzün doğrudan doğruya ışığı olan sezgidir.

Bayle
Pascal gibi aklın sonsuz gücünden şüphe eden, üstelik bu şüphesini sistematik bir septisizme vardıran, bu dönemin bir başka düşünürü Pierre Bayle’dir (1647-1706). Baylei bilgiyi yaymak isteyen, bilgiyi geniş çevrelere mal etmeyi başlıca bir amaç bilen ‘aydınlanma’nın yol açıcılarındandır. Bayle’in hazırlamış olduğu sözlük kısa zamanda yalnız Fransa’ya değil, bütün Avrupa’ya yayılıp aydınlanmanın başlamasında büyük rolü olmuştur.


Bayle, daha erkenden, dinin dogmaları ile aklın birleşemeyeceğini görüp anlamıştı. Sonraları bu anlaşmazlığı çok sert bir biçimde dile getirmiş, din ile bilim arasındaki çelişmelerin ortadan kaldırılamayacağını eşine az rastlanır bir çaba ile tanıtlamaya çalışmıştır. Ona göre, dinin dogmaları doğal aklın ilkelerine aykırıdır; bundan dolayı deistlerin düşündükleri gibi, akla dayanan ya da akılla aydınlanan bir din olamaz.

Bayle’in kendisi dinsiz değil, dine inanır ancak tıpkı Pascal gibi her şeyin akılla aydınlatılabileceğine inanmaz. Bayle için çifte doğru var: Bir yanda aklın doğrusu, diğer yanda da inanın doğrusu vardır: Bunlar birbiriyle uzlaşamazlar.

Bayle, insan bilgisinin hiçbir yerinde şüphe kaldırmayan bir kesinliğin olamayacağını göstermeye çalışır. Onun ün salmış sözü: ‘İnsan aklı ancak yanılmaları bulmada becerikli ama bir başkasının yardımı olmadan kendi kendine doğruyu bulmada çok güçsüz.’

Hobbes
Descartes’tan sonra zamanının en büyük filozoflarından biri de Thomas Hobbes’tur (1588-1679). 17. Yüzyılın matematik fiziği ile Descartes felsefesinin çok önemli kavram ve yöntemini benimseyen Hobbes’un felsefe sistemi, yeniçağ ampirizminin ilk kapalı sistemidir. Bu sistem, Avrupa rasyonalizminin matematik fizik yöntemini benimser ama her türlü idealist yorumu reddeden, dini, aşkın (transcendent) değerlere hiçbir şekilde başvurmayan deneyci bir görüş olarak gelişir.


Tanrı ve ruh gibi metafizik konulardan çok, doğa olaylarını ele alan Hobbes’a göre; insan için en önemli olan şey, doğa olaylarının önceden bilinmesi, tahmin edilmesidir. Bunun için gözlem ve deney yapmalı, doğa olayları, matematiğin yardımıyla açıklanmalıdır.

Felsefe, doğrudan doğruya ve sadece ‘cisimler’le uğraşmalıdır; cisimlerin hareketini incelemelidir. Filozof, varolan her şeyin bir cisim olduğunu, cisimlerin de doğal ve yapay olmak üzere ikiye ayrıldığını söyler. Yapay cisimlerin en önemlilerinden biri de devlettir.

Hobbes’ta bütün nedenlerin doğal olduğu düşüncesine, bu nedenlerin cisimsel, maddi nitelikte olduğu düşüncesine bağlıdır. Dolayısıyla, ondan ruhi olan da doğaldır, yani maddidir. Bununla da Hobbes’un felsefesi tam, tutarlı bir materyalizmdir.

Hobbes’un toplum ve devlet kuramı büyük bir etki yapmıştır. Bir doğa yaratığı olan insanın, her şeyden önce kendisini düşündüğünü, kendi varlığını korumaya çalıştığını ünlü sözü ‘İnsan, insanın kurdudur’ sözüyle dile getiren filozof, insanlar arasında sürekli ve karşılıklı bir savaş halinin olduğunu ve başlangıçta varolan bu ilkel ve doğal durumun, daha sonra yine insanlar arasında bir sözleşmeye, yani devletin yaratılmasına yol açtığını belirtmiştir.

Hobbes’a göre insanlar, kendi tek tek iradelerinin yerine, hep birlikte baş eğecekleri bir istenci, yani devleti koyarlar. Filozof bu düşüncelerle hareket ederek yazdığı Leviathan adlı eserinde en iyi yönetim şeklinin mutlakıyetçi yönetim olan monarşi olduğunu belirtmiştir. Bu düşüncesinde o zamanlar İngiltere’nin yaşamış olduğu iç karışıklıkların etkisinin büyük olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.

Spinoza
Baruch Spinoza (1632-1677) Amsterdam’da ticaretle uğraşan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi Portekiz’den engizisyonun baskısından kaçarak, o sıralarda Avrupa’nın en özgür ülkesi olan Hollanda’ya yerleşmiştir. Spinoza’nın bütün yaşam ve düşüncesini yöneten temel güdü Tanrı sevgisidir, bu mistik düşüncedir. Spinoza’nın sistemi tam bir panteizmdir; onun öğretisi her şeyde Tanrı’yı bulur, evren Tanrı ile doludur; evren Tanrı’nın kendisidir.


Spinoza, Descartes’ın ileri sürdüğü töz kavramından yola çıkar. Tözün, varolmak için kendisinden başkasına gereksinimi olmayan şey olduğunu söyler. Ama bu tanım gereğince, bir tek töz Kabul etmemiz gerekir. Çünkü, yalnızca kendisi dolayısıyla varolan şey, zorunlu olarak sonsuzdur; çünkü herhangi bir şey tarafından belirlenmemiştir ve sınırlanmamıştır. Bu töz Tanrı’nın kendisidir. 

Spinoza Tanrı’yı biricik töz ve bütün fenomenlerin içinde bulunan neden yapmakla Tanrı ile evren arasındaki başkalığı kaldırmış oluyordu: Tanrı ile evren aynı şeylerdir; Tanrı kendi yapıtı olan evrenin içindedir, onun kendisidir; evren, tanrısal özün kendisini geliştirmesidir. Spinoza, bu sonsuz ve mutlak söz yani Tanrı ile, Descartes’ın düalizmini aşmaya çalışmıştır.

Spinoza’ya göre bütün varlıklar belli bir düzen ve koşullanma içinde ortaya çıkmışlardır ve bu çıkış zorunludur, başka türlü olamaz. Spinoza’nın insan istenci ve özgürlüğü konusunda şu açıklamaları yapmasına yol açmıştır: Evrensel töz, çeşitli tek tek varlıklar haline girmiştir, insan da bunlardan biridir. Ve bundan ötürü, belirli nedenler tarafından oluşturulmuştur. Öyleyse insanda, özgür bir istenç olduğundan söz edilemez. İnsanların kendilerini özgür sanmaları, yaptıkları işlerin farkında olmalarından, ama bu işleri belirleyen nedenleri bilmemelerindendir. Bundan ötürü, gerçek özgürlük, kendi doğamızın zorunluluğunu bilmek, buna ayak uydurmaktır. Yani, özgür olma ‘zorunluluklarını bilmektir’.

Spinoza’nın etiği, bir özgürlük ve kendini gerçekleştirme etiğidir. Zira o, insanların tutkular tarafından yönetilmek yerine, nedenlerin bilgisiyle belirlenen özgürlüğe ne ölçüde ulaşabileceklerini göstermeye çalışmıştır. Bu yüzdendir ki, onda geleneksel etik anlayışının yerini bir tür terapi düşüncesi alır. Spinoza’nın etiğinde, yine erdem düşüncesi korunmakla birlikte, büyük ölçüde anlam değişikliğine uğrar; nitekim erdem, onda insanın kendi varlığını koruma ve geliştirme istek ve gücü olarak anlaşılan komutus öğretisine paralel biçimde, güç anlamına gelir.

Spinoza, insanın en yüksek ahlaki amacı olarak özgürlüğe, kemale ermeye ve kendini gerçekleştirmeye ancak sağlam bir sosyal düzende erişebileceğini söylediği için onun ahlak felsefesi ile siyaset felsefesi arasında doğrusal bir ilişki vardır. Spinoza da sözleşmeci devlet geleneği içinde yer alır. Ona göre demokrasi ifade özgürlüğünün bulunduğu bir rejim konumundadır.

Leibniz
17. yüzyılın bir başka büyük düşünürü olan Leibniz’in (1646-1716) en belirmiş özelliği, çok yanlı oluşudur. O sadece bir filozof değil, diferansiyel hesabın mucidi olacak kadar büyük bir matematikçi, mekaniğe kinetik enerji kavramını hediye edecek kadar büyük bir fizikçiydi. Dolayısıyla, Leibniz’in felsefesi, her şeyden önce, mantık ve matematik ile içten bir bağlantı halindedir.

Leibniz, Alman felsefesinin babası Kabul edilir; ondan sonraki Alman felsefesi, çeşitli çizgileriyle dönüp dolaşıp ona bağlanır. Alman düşüncesinin tek yanlı olarak dine yönelişine, ortaçağ anlayışı içinde kapanıp kalmasına son veren, bu düşünceyi donmuşluğundan, darlığından kurtarıp onu yeniçağın büyük başarılarına ayak uydurtan, ona yeniçağ kültürünü yaratıcı olarak benimseten Leibniz olmuştur.


Leibniz’in felsefesinde temel kavram tözdür. Ama Leibniz, Spinoza’nın tek ve sonsuz töz kavramına karşı çıktı; tözü, bir etkinlik, enerji ve etki gösteren bir güç olarak gördü. Descartes üç tane, Spinoza da bir tane töz olduğunu söylemişti; Leibniz’in bu sonsuz sayıdaki tözlerinin her biri, bölünmez bir varlıktır; bir monad’dır; yani bir birliktir, bir olandır.

Leibniz, monadları atomlara benzeyen temel varlıklar olarak düşünür. Ama monad ile atom arasında da fark vardır; atomlar birbirine benzer ama monadlar birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Bundan ötürü Leibniz, evrende birbirine benzeyen iki şeyin bile bulunmadığını düşünür. Ayrıca atomlar bölünebilmektedir ama monadlar bölünemez.

Evren, bu monadların topluluğudur. Monadlar, dünyayı tasarımlamaları, yani algılarının karanlık ya da açık oluşu bakımından kategorilendirilirler. Buna göre en altta madde, en üstte de Tanrı bulunur. Monadların evrende uyum içinde bulunmalarını Tanrı önceden belirlemiş ve kurmuştur. Felsefe tarihinde bu görüş, Leibniz’in ‘önceden kurulmuş uyum’ kuramı diye ün kazanmıştır. Böylece filozof, evrenin hem kesin bir mekanik zorunluluğa bağlı olduğu, hem de bir amaca yönelmiş bulunduğu konusunda ileri sürülen düşünceleri uzlaştırmaya çalışmıştır.

KAYNAKÇA
Ahmet Cevizci, Felsefenin Kısa Tarihi, 2012
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 3. Cilt, 2012
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 1961
Randal Collins, Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu, 2021
Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, 2009
Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, 2012
Umberto Eco, Felsefe Tarihi 4, 2020
Umberto Eco, 16. Yüzyıl, 2020

Yorumlar