Ana içeriğe atla

İttihat ve Terakki Cemiyeti

Son dönem Osmanlı Tarihine damgasını vuran ve Cumhuriyetin kurucu kadrolarını oluşturan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ilişkin yaz dönemi boyunca okumuş olduğum kaynakların özeti niteliğinde olan bu yazıda; Cemiyet’in kuruluş tarihi olan 1889 ile İzmir Suikasti Davaları'nın gerçekleştiği 1926 yılına kadar geçen sürede, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kimler tarafından neden ve nasıl kurulduğunu, kadrolarını, amaçlarını, başarılarını ve hatalarını yazmaya çalıştım.

Yazının sonunda konuya ilişkin okumuş olduğum kaynakları ve ilgili dönemde adı geçen kişilerin biyografisi niteliğinde olması için hazırladığım kim kimdir albümünü paylaşıyorum.

JÖN TÜRKLER KİMDİR?

Jön Türkler Osmanlı Devleti içinde 19. yüzyılın ikinci yarısında Meşruti bir temele dayalı bir sistem kurmak, Kanun-i Esasi ilanıyla da serbest seçimlere gitmek ve böylece oluşturulacak meclise, ülke geleceğini teslim etmek gibi fikirlerle yola çıkan, hedef olarak batı örnekliğini seçen Osmanlı aydınlarının ortak adıdır.

Profesör Sina Akşin İttihatçıları şöyle anlatmıştır; “İttihat ve Terakki mekteplilerin siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859'da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez çokça denebilecek sayıda, düzenli olarak yeni adamlar yetişmeye başladı. Yeni adam demek çağcıl (modern) adam demekti. Yani ortaçağcıl olmayan özgür kafalı insanlar. Bu insanlar böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet kendilerini bağrına basmıyordu. Fakat devlet onlara gereksinimi olduğunu bildiği için yine de onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çatışmalarıyla ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet kerhen de olsa onlara tahammül etmek durumundaydı”

Profesör Metin Heper ise Jön Türk hareketi ve İttihat ve Terakki ile başlayan Türk milliyetçiliğini şöyle izah ediyordu; “Osmanlı Padişahlarının önce Osmanlılığa sonra Osmanlı-İslamcılığa sarılarak imparatorluğun bütün unsurlarını hanedanlık şemsiyesi altında tutmak için gösterdikleri büyük çabalara karşın, gayrimüslim unsurlar Osmanlıcılık, Türk olmayan Müslümanlar da Osmanlı-İslamcılık formülünü reddettiler. Bu nedenle ülkeyi dağılmaktan kurtarma sorumluluğu geri kalan Türklerin omuzlarına yüklendi. Bu durum Türkler arasında daha önce bulunmayan bir ulusal bilinç duygusunun geliştirilmesini zorunlu kıldı. Ulusal bilinçten kaynaklanan ulusal birliğin Türkleri bir arada tutabileceği ve böylece imparatorluğun artakalan topraklarını savunabilecekleri düşünüldü.”

Hüseyin Cahit Yalçın, Cemiyet'in genel yapısını şöyle anlatır: "Rütbesiz, nişansız, şan ve şöhretsiz bir gencin Vezaret unvanıyla Sadrazamlığa çıkmasını, bu memleketin havsalası almazdı. Hükümetin başına çıkmayı onların zihinleri almadığı gibi, memleketin de hazmedebilmesi imkansızdı. 1908 Temmuz'unda İttihat ve Terakki Cemiyeti bir posta baş katibi olan Talat Efendi'yi Sadrazam ilan edemezdi; buna şartlar ve haller imkan vermezdi... Eğer böyle bir şey olsaydı, memlekette muhakkak anarşi çıkardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları da bunu fark etmişler ve yüksek makamların geçmeye kalkışmamışlardı .“

Profesör Şerif Mardin’e göre: “Jön Türkler kendi tarihlerinde bir laik- felsefi spekülasyon ortamı bulamadıkları için böyle bir düşüncenin nasıl yürütüleceğini bilmiyorlardı; daha doğrusu bu gibi düşünce türleriyle ilgilenmiyorlardı. Amaçları ve en büyük kaygıları, düşüncelerinin başlangıcı ve sonu, devleti kurtarmaktı. Jön Türklerin hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasi formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koymamıştır.”


Jön Türkler, 19. yüzyıl ıslahat hareketlerinin ve özellikle Genç Osmanlılar'ın çizgisinin bir uzantısıdır. İttihatçılar da Genç Osmanlılar gibi yalnızca İmparatorluğun nasıl kurtarılacağı sorunuyla ilgilenmişlerdir. Temelde, Jön Türkler, 1860-1870 yıllarında Genç Osmanlılar'ın getirdikleri çözüm yolundan başka bir yol bulmuş değillerdi. Genç Osmanlının devlet kurumunun mensupları ve ürünleri olmalarına karşılık, Jön Türkler, yeni kurulan devlet okullarındaki müderrisler, Batı hukuku okumuş avukatlar, gazeteciler, küçük memurlar, bürokratlar ve Batılı anlayışa uygun harp okullarındaki ikinci derecedeki görevliler gibi yeni yeni oluşan meslek gruplarına mensuptular.

Bu sebeple, Jön Türkler’i incelerken öncelikle Genç (Yeni) Osmanlıları tanımak faydalı olacaktır.

Anayasa ilanı ve bir parlamento açılması fikri etrafında toplandığı iddia edilen, genelde yaş itibariyle de genç olan Tanzimat dönemi aydınları, kendilerine atfedilen her türlü eylem ve çağdaş fikir örgüsü içinde tarihte seçkin bir yer işgal ettiklerinde şüphe bulunmamakla beraber bunların Yeni Osmanlılar adıyla anılan bir cemiyet şeklinde ne zaman, nerede ve kimler tarafından kurulduğu, konuyla ilgili yetersiz kaynakların çeşitli ve birbirine ters düşen kayıtlarından ötürü tartışmalıdır ve mensuplarının önde gelenleri dışında diğerlerinin faaliyetleri de yeteri kadar açığa kavuşturulamamıştır.

Tasvir-i Efkar’da yazan Namık Kemal ve Muhbir gazetesinde çıkan yazıları sebebiyle Ali Suavi ile Ziya Bey (Paşa), hükümetin sert önlemlerine hedef teşkil ettiklerinden Mustafa Fazıl Paşa’nın davetini kabul ederek yurt dışına çıkmışlar ve 30 Mayıs 1867’de Paris’e varmışlardır. 31 Ağustos 1867’de Londra’da Mustafa Fazıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suavi tarafından çıkarılan Muhbir gazetesi kendilerine Yeni Osmanlılar tanımlaması yakıştırılan muhaliflerin sesi olmuştur.

Avrupa seyahati esnasında (1867) Sultan Abdülaziz’e yanaşan ve kendini affettirerek geri dönme izni alan Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz’in arkasından İstanbul’a dönmeden önce Baden’de Ziya Bey, Namık Kemal ve Çapanzade Agah Efendi’den başka içlerinde bazı yabancıların da bulunduğu muhaliflerden teşekkül eden küçük bir heyetle 30 Ağustos 1867 tarihinde yaptığı toplantıda on üç maddelik nizamnamesiyle beraber Genç Türkiye (Jeune Turquie) cemiyetini kurmuştur.


Genç Osmanlıların organize hareketi ile 30 Mayıs 1876 da Abdülaziz tahttan zorla indirildi. Yerine V. Murat tahta çıkarıldı. Ancak yeni padişah devamlı bir gözetim altında tutulmuş, sıkıntılarını içkiyle dağıtmaya teşvik edilmiş, hasta birisiydi. Bu padişahın akli rahatsızlığı vardı ve o da 31 Ağustos'ta tahttan indirilip, yerine meşrutiyeti ilan etme konusunda olumlu görüşleri bulunan II. Abdülhamit tahta çıkarıldı. II. Abdülhamit tahta geçtikten sonra bu görüşünü tahakkuk ettirmek için önce ayak sürdüyse de saltanatın geleceğini düşündüğü için, Kanun-i Esasi'nin hazırlanması konusunda 26 Eylül'de bir Meşveret topladı. 8 Ekim tarihinde de kanunu hazırlama işini Mithat Paşa'nın başkanlığında kurulan bir komisyona tevdi etti. 28 kişiden oluşan bu komisyon, yapılan görüşmeler sonunda kabul edilen metin 23 Aralık 1876 tarihinde yapılan bir törenle ilan edildi. Bu tarihten üç gün önce Mithat Paşa, istifa eden M. Rüştü Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirilmişti. İlk Osmanlı parlamentosu 19 Mart 1877 günü açıldı. Meclis-i Umumi'nin ikinci toplantısı 13 Aralık 1877 - 14 Şubat 1878 tarihleri arasında yapıldı.


Sultan, liberal fikirlere düşman olmakla ve bunları kendi otoritesi için doğrudan bir tehdit olarak görmekle birlikte, kurumsal modernleşmenin, kendi durumunu pekiştirmek ve imparatorluğu güçlendirmek açısından gerekli olduğunu anlıyordu. Bu yüzden, Politika dışında, Abdülhamit'in saltanatının ilk 15-20 yılı değişme ve reform bakımından yüzyılın başından bu yana herhangi bir dönemin olduğu kadar aktif bir dönemdi... Bütün bir Tanzimat hareketi -hukuk, idare ve eğitim alanlarında reform hareketi- doruğuna ulaşmıştı.

Sultan II. Abdülhamid, imparatorluğun Rusya ile yapılmakta olan savası bahane göstererek Şubat 1878’de olağanüstü durumu bahane ederek Kanun-i Esasi'nin 7. Maddesine parlamentoyu süresiz tatil ederken, hizaya getirilemeyen muhalifleri de şiddetle bastırma yoluna gitti. Anayasa'nın yapıcıları kısa sürede tasfiye edildiler. Mithat Paşa önce görevinden azledildi. Ardından yargılanarak idama mahkum edildi; cezası müebbet hapse çevrilerek Taif'e sürgüne gönderildi.

Fakat Anayasa askıya alınınca, 20 Mayıs 1878’de Ali Suavi, Filibe’den gelen mültecilerin çoğunluğunu oluşturduğu bir grupla beraber V. Murat’ı yeniden tahta geçirmek için şehzadenin oturduğu Çırağan Sarayına doğru harekete geçti. Ancak, harekete önderlik eden Ali Suavi baskın esnasındaki arbedede öldürüldü. Osmanlı tarihindeki ilk sivil darbe böylece sona erdi. Tarihe ‘Çırağan Olayı’ olarak geçen bu olay, 20 Mayıs’ta acı bir şekilde son buldu.

19 Mayıs 1878 günü Basiret gazetesinde bir mektup yayımlayan Ali Suavi, “Müşkilat-ı hazıra pek büyüktür, lakin çaresi pek kolaydır. Yarınki nüshamızda cümlenin müsaadesiyle bu çareyi kısacık şerh ve beyan edeceğim. Bugün şu mektubum yarınki neşre enzar-ı umumiyyeyi celb içindir efendim” diyerek ihtilal yapacağını adeta ilan etti. Ertesi gün Rumeli muhacirleri sabahın erken saatlerinden itibaren Çırağan civarındaki Mecidiye Camii’nde toplanmaya başladılar. Ali Suavi de Üsküdar’daki evinden Kuzguncuk’a geldi ve orada toplananlarla birlikte mavnalarla Çırağan yakınlarına geçti. Karadan ve denizden sarılan sarayın muhafızları etkisiz hale getirildikten sonra Ali Suavi yanına birkaç kişi alarak ikinci kattaki Sultan Murad’ın dairesine çıktı. Daha önceden haberli olduğu için giyinmiş vaziyette bekleyen V. Murad’ın bir koluna kendisi, diğer koluna da Nişli Salih girerek onu saraydan çıkarmaya çalışırlarken Beşiktaş Karakolu muhafızı Hasan Ağa (Yedisekiz Hasan Paşa) bir grup askerle sarayı kuşattı. Hasan Ağa kapılara nöbetçi diktikten sonra yanında birkaç adamıyla birlikte sarayın üst katına çıktı. Sultan Murad’ın iki kişinin kolunda aşağıya indirildiğini görünce daha önce tanımadığı, fakat elebaşı olduğunu anladığı Ali Suavi’nin başına sopa ile vurarak onu öldürdü. Sultan Murad bu olay karşısında heyecana kapılarak kendisini hazine dairesine attı ve kapıyı da arkasından kilitledi. Çıkan çatışmada Nişli Salih, Arnavut Salih, Hacı Ahmet ve Molla Mustafa gibi elebaşlarıyla birlikte yirmi üç kişi öldü, otuzu yaralı olmak üzere pek çok kişi yakalandı.


Bu durum II. Abdülhamid’i büyük ölçüde etkilemiştir. Nitekim olayın bastırılmasından sonra yakalananları bizzat sorguya çeken padişah ilk tedbir olarak muhacirlerin İstanbul dışına çıkarılmalarını isterken Sultan Murad ve ailesini de Yıldız Sarayı içinde bulunan Malta Köşkü’nde göz hapsine aldırdı.


İTTİHAD-I OSMANİ KURULUYOR

Sultan II. Abdülhamit'e muhalefet olarak doğan ilk Jön Türk teşkilatının adı "İttihad-ı Osmani Cemiyeti" olmuştu. Bu girişim, tam bir teşkilat özelliği taşımamasına rağmen, Jön Türklerin teşkilatlanmasına bir başlangıç olarak değerlendirilmiştir. Temmuz 1908 Jön Türk İhtilali'nin tarihini yazan Cevri'ye göre, "Sultan'ın zulmüne karşı hareket ancak Mektepli talebeleri (Üniversite talebeleri) arasından çıkabilirdi. Bu uğurda ilk teşebbüs, Mekteb-i Askeriye'de vücut bulmuştu. Burada tahsil gören beş talebe, 1889 yılından beri hükümetin suistimallerini, halkın istibdat ve mezalim altında inlediğini görmüşler, hissetmişlerdir. Hükümet-i İstibdadiye'yi teşkil eden heyete karşı, Konyalı Hikmet Emin, Diyarbakırlı İshak Sukuti, Ohrili İbrahim Etem (Temo), Arapkirli Abdullah Cevdet, Kafkasyalı Mehmet Reşit ismini taşıyan bu beş arkadaş 1890'da birkaç sene sonra "İttihat ve Terakki" ismini alan "İttihad-ı Osmani Cemiyeti"nin temelini attılar.

İtalyan Karbonari mason teşkilatını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler halinde teşkilatlanmaktaydı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verilmekteydi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrahim Temo idi. İbrahim Temo, İttihad-ı Osmani Cemiyeti'ni kuran beş kişinin lideri durumundaydı. Cemiyetin gizlilik esasları Masonluk'taki gizlilik geleneklerine benziyordu. İbrahim Temo, Brindizi ve Napoli'de bulunmuş, Farmason localarını ziyaret ederek, İtalyan Masonları Teşkilatı tarihi ve bunların örgütlenme biçimleri üzerine geniş bilgi toplamıştır. Temo, tatil aylarında Arnavutluk'a vapurla gidip gelirken birkaç defa İtalya'ya uğramış, Napoli'de bir Karborani Kulübü'nü gezmiş ve Brindizi'deki mason locasına kaydedilmiştir. İbrahim Temo'nun Manastır'da doğmuş olması bir rastlantı olmadığı gibi İttihat ve Terakki esas kurucularının hepsinin taşralı olması da memleketin içine girdiği yeni bir gelişmenin belirtisiydi.

1895 yılına gelindiğinde cemiyet gittikçe genişlemişti ve bu tüzük ihtiyacı yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Üyeler Paris’te bulunan Ahmet Rıza ile temas kurdular ve gelen taleplerin sonunda, bir Nizamname hazırlandı ve nizamnamede, örgütün adı “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” şeklini aldı.

GRUPLAR

1895'ten sonra Jön Türk hareketi içinde bazı gruplar oluştu. Cemiyet üyeleri zaman içinde yurt içi ve yurt dışındaki çeşitli gruplarla hızlı bir şekilde iletişime girdi. Cemiyete sonradan katılmasına rağmen etkinliğini hızla artıran Ahmet Rıza, cemiyet içinde önemli bir figür haline geldi. Cemiyet, merkezi Paris’te kurulan Jön Türklerle irtibatı Galata Fransız Postanesi aracılığıyla kuruyordu. Cemiyetin önemli üyelerinden olan Bursa maarif müdürü Ahmet Rıza Bey, 1889 yılında Fransız İhtilali’nin 100. yıldönümü dolayısıyla Paris’te açılan sergiyi bahane ederek Fransa’ya gitti, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. Avrupa’da İttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin fikirlerini yaymaya koyuldu. Ahmet Rıza çok geçmeden Avrupa’daki grup arasında da hakim bir sima haline gelen Ahmet Rıza Bey, 1895 yılında Londra'da “Meşrevet” gazetesini çıkarmıştır.

Ahmet Rıza’nın güçlü kişiliği muhalefet hareketine yaklaşık yirmi yıl hakim oldu, Avrupa’daki teşkilatın adını, Auguste Comte’nin pozitivist akımının parolası olan Nizam ve Terakki koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip İstanbul’daki İttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin İttihadı’nın da bu cemiyetin isminde yer alması gerektiğinde ısrar ettiler.

Dağınık "Jön Türk" hareketini bir merkezde toplamak ve müşterek bir program çizmek amacıyla 4 Şubat 1902 günü Paris'te bir toplantı yapıldı. Ahmet Rıza Bey'in başında bulunduğu ve aykırı görüşü savunan grup ise cemiyetin adını "Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti" şeklinde değiştirdi. Bundan böyle Jön Türklerin en ileri gelen teşekkülü oldu. Kongreden sonra Ahmet Rıza’nın grubu ile Prens Sabahattin’in grubu arasındaki ayrılık, ondan sonra Türk milliyetçiliğiyle Osmanlı liberalizmi arasındaki ayrılıklardan biri olarak billurlaşmaya başladı.

Ahmet Rıza, pozitivist düşüncelerinden dolayı hala şiddet kullanılmasına karsıydı ve yabancı müdahalesi fikrini kabul etmeyecek kadar milliyetçiydi. Kongreden sonra Prens Sabahattin kendi örgütünü (Tesebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti) kurunca, hareket resmen bölünmüş oldu. Ahmet Rıza ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirip Paris’te Meşveret’i çıkarmaya devam ettiler.

Ahmet Rıza, Sabahattin'in ve İtilafçıların seçkin zümre yanlılıklarını paylaşmakla birlikte, koyu bir milliyetçi olması nedeniyle onlardan ayrı düşüyordu. Yine bu nedenle İttihatçılara daha yakındı. Gene de Ahmet Rıza, 1910'da Merkez Komitesinden çıkarılıyor ve o tarihten sonra önemli bir göreve getirilmiyordu. 1912'den sonra yeniden Ayan Meclisi'ne seçildiğinde ise, İttihatçıların izlediği siyaseti eleştirenlerin başına geçiyordu.

Kesinlikle bildiğimiz bir şey varsa o da Ahmet Rıza Bey'in uzun vadeli, soğukkanlı, kendi çevresi için bazen kritik ve genel olarak laik düşünce tarzının Komite'yle kendi arasında şiddetli bir anlaşmazlık havasına sebebiyet verdiğidir.

Zamanla Ahmet Rıza stratejisini değiştirmiş ve kendini daha kısa vadeli bir propaganda çabasına, Makedonya'daki subayları harekete geçirecek faaliyetlere vermişti. Rıza Bey'in bu tip yeni faaliyetleri arasında örneğin hareketi meydana getirmeye yarayacak para toplama kampanyalarını görebiliriz.


Diğer bir grup, tarihçi Murat Bey ve 1896'da Mısır'da çıkartmaya başladığı "Mizan" gazetesidir. Reformların yapılabilmesi için Avrupa'nın yardımının istenmesini, anayasanın yeniden yürürlüğe girmesinin yeterli çözüm olmayacağını, parlamento kurumuna gerek olmadığını, elit kişilerden ibaret bir meclis, Meşveret'in yararlı olacağını, halkın eğitilinceye kadar yönetime etkin bir şekilde katılamayacağını savunmuşlardır. Mülkiye Mektebi’nin tarih hocası Murat Bey’in mektepteki sert uygulamalar neticesinde Cemiyet saflarına geçerek Avrupa’ya gitmesi Cemiyette heyecan uyandırmıştır (13 Teşrîn-i Sanî 1311/25 Kasım 1895). Murat Bey o sıralarda Paris’te ikamet eden Ahmet Rıza Bey ile görüşmüştür. Ancak Ahmet Rıza’dan beklediği ilgiyi görememiştir. Murat Bey, önce Londra’ya daha sonra da Kahire’ye gitmiştir. Kahire’de Mizan gazetesini çıkartmıştır (Ocak 1896). Tarihe Mizancı Murat adıyla geçecek olan Murat Bey, yayınladığı gazete yoluyla düşüncelerini ortaya koymuştur. Mizan gazetesinin 164. sayısında II. Abdülhamit idaresine dair düşüncelerini belirtmiştir. Ona göre II. Abdülhamit ya meşrutiyeti kabul edecek ya da saltanattan çekilecekti. Murat Bey’in esas maksadı Halifelik çatısı altında, İslam dünyasını birleştiren meşrutî bir idare tesis etmekti. Mizancı Murat’ın bu beklenmedik çıkışı Saray’da bomba etkisi meydana getirmiştir. İngiltere nezdinde harekete geçen II. Abdülhamit, Mizancı Murat’ın Mısır’dan çıkarılmasını sağlamıştır.

Bir diğer Jön Türk grubu Abdullah Cevdet'in liderlik yaptığı gruptur. 1904 yılında Cenevre'de çıkardığı "İçtihat" isimli dergi ki cumhuriyet döneminde bile yayınlanmaya devam etmiştir. Bu dergi batı kültürü ve laik toplum lehine, anti-monarşist ve radikal bir çerçevede yayın yapmıştı. Batı’ya hayran köktenci Garpçılar: Bunların en ünlüsü, İttihad-ı Osmani adıyla İttihat ve Terakki’yi kurmuş beş Tıbbıye öğrencisinden, İçtihat dergisi sahibi Abdullah Cevdet’tir. Cevdet, Latin harflerini savundu, Sirkeci’de şapka giydi, Gustave Le Bon’un sistemine olan inancı dolayısıyla, gerilik çemberini bir an önce kırmak için Avrupalılarla melezleşmeye gidilmesini salık verdi.

Başka bir grup  Osmanlı Gazetesi'ni çıkaran muhaliflerdir. Gazetelerinde ihtilal, batı emperyalizmi, laiklik, padişaha sert eleştiriler gibi konulan işlemişlerdir. Osmanlı'nın seslendiği "halk" daha çok Rumeli'de oluşmuş bulunan, az çok okumuş ve hayat düzeyi az çok yüksek olan bir tür Osmanlı "orta tabaka"sıydı. Özellikle Bulgaristan'ın ve Makedonya'nın o zamanki iktisadi durumunu açıklayan kaynaklar İmparatorluğun diğer kısımlarının aksine burada hem kültürü Türk olan ve hem de bir tür iktisadi gelişme sonucunda belini doğrultabilmiş bir orta sınıfın oluştuğundan söz ediyor. Bu durum gerçekten öyleydiyse ve Bulgaristan Türk ahalisinin iktisaden gelişmesi İmparatorluğun diğer kısımlarına oranla milliyet duygusunun bunlar arasında daha erken oluşmasına neden olmuştuysa o zaman, bu gelişme, son zamanlarda milliyetçilik üzerinde yapılan bazı teorik araştırmaların doğruluğunu göstermektedir.


Cemiyet’in ülke dışındaki mensuplarının arası yeterince iyi değildi. Zaten Osmanlı aydınlarının tam anlamıyla genel bir fikri sistemleri yoktu, bir birlik halinde değillerdi. Üyeler arasındaki ideolojik farklılıklar keskin bir şekilde ortaya çıkmaya yüz tutuyordu. Sultan II. Abdülhamid, yurt dışındaki muhalifleri ikna veya pasifize etmek için gerekli önlemleri almak için uğraşıyordu. Fikri ve siyasi sebeplerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihatçıların bu durumundan faydalanmak isteyen sultan, Cenevre grubunun lideri Mizancı Murat Bey’le anlaşması için Ahmet Celalettin Paşa’yı vazifelendirerek Avrupa’ya gönderdi.

Cemiyet üyelerini ikna etmek üzere 10 Temmuz 1897’de Paris’e gönderilen Ahmet Celalettin Paşa ve Necib Melha burada 13 gün kaldılar. Paşa, Cemiyetin önde gelen iki ismi Dr. Nazım ve Ahmet Rıza ile görüştü ve onları ikna etmeye çalıştı ama olumlu bir cevap alamadı.

Serhafiye Ahmet Celalettin Paşanın Paris Büyükelçisi Münir Bey ile Cemiyet üyelerini ikna etme girişimleri netice vermiş ve Cenevre, Paris, Brüksel ve Kahire de bulunan Cemiyet üyelerinden bir kısmı hükûmetin genelgesi ile ikna olmuşlardır.

Ahmet Celalettin Paşa’nın teklifine olumlu cevap verenlerden biri Murat Bey’dir. Psikolojik bakımdan yıpranmış ve aile ocağına hasret kalmış olan Murat Bey, Ahmet Celalettin Paşa’nın teklifleri karşısında fazla direnç gösteremeyerek 30 Temmuz 1897’de İstanbul’a dönmüştür. Bir iddiaya göre Murat, Abdülhamit’e mektup yazıp, meşrutiyeti yıkacak sayıda taraftar toplamak için kendisinden işaret beklediğini bildirmiş. Abdülhamit buna ret cevabı verip, Murat’ın saraya girmesini yasaklamış. Murat’ın davranışlarının nedeni şu olabilir: Hürriyetin ilanından sonra Murat kolları sıvayarak “Mizan”ı çıkarmaya başlamıştı. İlk sayısında büyük bir pişkinlikle İttihat ve Terakki’ye hitaben açık bir mektup yayımlayıp, 2 Ocak 1897’de verdiği istifayı hükümsüz saymış, üstelik Şube Reisi sıfatıyla çalışmalarına devam edeceğini bildirmişti. Murat Bey İstanbul'a döndükten sonra Çürüksulu Ahmet Bey Cenevre grubunun başında kalmıştı. O zamanlar Cenevre'de bulunan bir Jön Türkün anlattığına göre Çürüksulu Ahmet Bey Ali Kemal'in katılmasıyla yeni bir gazete çıkartmak istiyordu. Fakat gayretleri Ali Kemal'in Celalettin Paşa'yla vardığı anlaşma dolayısıyla bir süre ertelenmişti. Daha sonra, Ali Kemal'den, çıkarılması tasarlanan gazeteyi çıkarmak ve sonra da karşılığında bir miktar para kabul etmek şeklinde öneriler gelince Cenevre Jön Türkleri Ali Kemal'i Cemiyetten kovdular. Ali Kemal'i bundan sonra Brüksel'de Osmanlı sefaretinde ikinci katip olarak görüyoruz.

Paşa’nın çalışmaları neticesinde Cemiyetin Cenevre Merkez komitesi dağıldı ve 60 kadar üye yurda dönmeyi kabul etti, muhaliflerin büyük bir kısmı Mizancı Murat Bey ile beraber İstanbul’a döndüler ve padişahın hizmetine girdiler. Diğer üyelerden; Abdullah Cevdet Viyana, Tunalı Hilmi de Madrid elçilik tabipliğine, İshak Sukuti Roma sefareti, Çürüksulu Binbaşı Ahmet Bey Belgrad Sefareti ve Kaymakam Şefik Bey de Viyana Sefareti ateşemiliterliğine tayin olundular.

Bu ayrılma Genç Türkler’e yıkıcı bir darbe oldu. Ancak, Ahmet Rıza’nın çevresinde kalan bir grup, Avrupa’da kalarak Osmanlı devletine karsı muhalefete ve basın yoluyla propagandaya devam etti. Daha önce de belirtildiği üzere 1897 ateşkesinin temel sonucu; İmparatorluk içerisinde kök salmış olan İttihat ve Terakki komitesinin organizmasının bütünüyle tahrip edilmesi ve Jön Türk davasının bir süreliğine de olsa ilerlemesinin engellenmesi olmuştur. Komitenin yeniden yapılanması, başka bir deyişle İmparatorluk içinde yeni bir hareketin oluşması 1906 yılı ve sonrasında gerçekleşmiştir.

Cemiyet bir taraftan ideolojik olarak çatlaklar yasarken bir taraftan da bu ayrılıkları nispeten dengeleyecek bir gelişme yaşanıyordu. 19. yüzyılın son yılında başka bir dikkate değer olay oldu: Sultan'ın ailesinden üç kişi, sürgündeki Meşrutiyetçilerin saflarına katıldı. Sultan'ın kayınbiraderi Damat Mahmut Celalettin Paşa, Bağdat Demiryolu yapımı imtiyazının İngiltere yerine Almanya’ya verilmesi gerekçesiyle iki oğlunu, Sabahattin ve Lütfullah'ı yanına alarak Paris'e kaçtı. Paşa’nın, Bağdat demiryolları imtiyazının bir İngiliz firmasına verilmesine ilişkin isteğinin yerine getirilmeyişi ve Adlîye Nazırlığı yaptığı sıralarda hem kendi, hem de Seniha Sultan’ın adının “Skaliyeri Aziz Bey Komitesi” hadisesine karışması nedeniyle Nazırlıktan azledilmesi bunda etkili olmuştur.

Jön Türkler arasında “harekat-ı necibane” olarak isimlendirilen Damat Mahmut Paşa’nın yurt dışına kaçışı Abdülhamit’i çok telaşlandırmıştır. Hanedana mensup yüksek mevkili bir kişi olan Mahmut Paşa, Avrupa’da birdenbire Jön Türk hareketiyle yakından ilgilenmeye başlamıştır. Mahmut Paşa burada meşrutiyet taraftarlarının safına katılmıştır. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak bununla beraber anlaşmazlık ve şahsi rekabetler de gittikçe artıyordu.

İttihat ve Terakki’de Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin’in başlarını çektiği gruplar iyice belirginleşmeye başlamıştı. Bu iki grup arasındaki farklılıklar Prens Sabahattin’in çağrısı üzerine yapılan 1902’deki Birinci Jön Türk Kongresi’nde iyice ortaya çıktı. Kongrede ortaya çıkan ana bölünme, kongrenin amaçlarını II. Abdülhamid’in devrilmesi ve meşrutiyetin ilanıyla sınırlamak isteyen Ahmet Rıza’nın grubuyla, Ermenilerle birlikte reformları gerçekleştirmek için yabancı müdahalesinden ve Sultan Abdülhamid’in idaresine karsı şiddet kullanılmasından yana olan Sabahattin’in grubu arasındaydı.

Kongrede fikir ayrılığının baş göstermesine neden olan görüş, Prens Sebahattin’in çoğunluğunu anasırın temsilcilerinden oluşan grupla yabancı güçlerin müdahale fikrini savunmasıdır. Ahmet Rıza ise Prensin bu görüşüne Osmanlı hükümranlık haklarının ihlali manasına geleceğinden karşı çıkmıştır. Prens bütün faaliyetlerde anasır ile Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudilerle işbirliğine gitme kararı almıştır. Prensin bu düşüncesi anasır arasında destek görmüş ve onların topyekün desteğini kazanmıştır.

Prens Sabahattin, 1906’da Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurmuş, Terakki adlı gazete çıkarmaya başlamıştır. Terakki ve İttihat Cemiyeti ise Paris’te Meşveret ve Şûra-yı Ümmet ile Cenevre’de de Osmanlı gazetelerini yayımlamıştır.

OSMANLI HÜRRİYET CEMİYETİ

Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti, Damat Mahmut Paşa ve İsmail Kemal gibi İngiliz taraftarı eski devlet adamlarının kullandıkları bir araç haline geldi ve örgütsel faaliyet yok denecek seviyeye indi. Ahmet Rıza ve Dr. Nazım liderliğindeki Paris teşkilatı bağımsız hareket etmeye başladı.

Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti (1906-1907). 1905 yazında Yusuf İzzeddin’in Ahmet Rıza ile icraatçılar ittifakına nakdî yardım yapmasına aracı olan Bahaeddin Şakir’in önce tutuklanarak Erzincan’a sürülmesi, ardından Avrupa’ya firarı, Jön Türk hareketi ve söz konusu ittifakın tarihinde yeni bir dönem başlattı. Yusuf İzzeddin ve eski serhafiye, yeni Jön Türk, Ahmet Celalettin Paşa’nın da desteklerini alan Bahaeddin Şakir, bütün Jön Türkler’i yeniden bir örgüt çatısı altında birleştirmek amacıyla çeşitli girişimler başlattıysa da Prens Sabahaddin ile olan müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması ve Ahmed Celalettin Paşa’ya duyulan kırgınlık sebebiyle faaliyetini Ahmet Rıza ile icraatçılar arasındaki ittifakı yeniden örgütleme üzerine teksif etmek zorunda kaldı. Bahaeddin Şakir 1906 yılı başında ittifak Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adıyla yeniden örgütledi ve faaliyetlerini yürütmek üzere idarî şubeler kurdu. Cemiyetin ilk merkez heyeti Mehmet Ali Halim Paşa ile Ahmet Rıza, Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım, Samipaşazade Sezai beylerden teşekkül ederken Seyyid Kenan Bey de katip sıfatıyla görevi gereği üye olarak bu heyetin toplantılarına katıldı.

Diğer taraftan; Selanik’te 1905 yılından itibaren muhalifler faaliyetlerine hız verdiler ve Bursalı Mehmet Tahir, Mustafa Rahmi (Arslan), Mithat Şükrü (Bleda), Edip Servet (Tör), Talat Bey (Paşa), Kazım Nami (Duru), Hakkı Baha (Pars), Ömer Naci, Naki (Yücekök) ve İsmail Canbolat liderliğinde Hilal Cemiyeti adını verdikleri bir örgütlenmenin temelini 7 Eylül 1906 tarihinde attılar. Cemiyetin adı 18 Eylül 1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne çevrildi ve Talat Bey, İsmail Canbolat ve Mustafa Rahmi’den teşekkül eden bir “heyet-i aliye” örgütün idaresini ele aldı. İlk nizamname taslağı Mustafa Rahmi tarafından yapıldı, ancak daha sonra bu belge üzerinde ciddi değişikliklere gidildi. 


İbrahim Temo’nun teşvik ve gayretiyle Cemiyete giren İpekli Hafız, posta memuru Talat Bey’in Cemiyete girmesini sağlamıştır. Talat Bey, güvendiği bazı arkadaşlarıyla birlikte Edirne’de gizli bir dernek kurmuş, ancak bir süre sonra yakalanarak işinden kovulmuştur. 1898’de Selanik’te tekrar Posta memurluğuna atanan Talat Bey faaliyetlerini sürdürmüş, Sarayın sıkı denetiminden kurtulmak ve daha serbest çalışabilmek için, Mason Locasına girmiştir. Talat, Rahmi ve arkadaşları Emanuel Karasu sayesinde mason localarına girip faaliyetlerini yürütebiliyor. Artık locada bu hürriyet cemiyeti nüvesinin bütün evrakını Karasu muhafaza ediyor. 29 Ağustos 1906’da mason locasına hürriyet aşkıyla giren Türklerin sayısı 70’i bulmuştu.

Talat Bey şu teklifte bulunuyor: Artık loca haricinde toplanalım ve bir cemiyet kuralım. Bu teklifi arkadaşları kabul ediyor fakat 70 kişiden sadece 10 kişi toplantıya geliyor. İşte bu 10 kişi Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurucusu oluyor: Tahir Bey, Naki Bey, Talat Bey, Mithat Şükrü, Rahmi Bey, Kazım Namı Bey, Ömer Naci Bey, Hakkı Baha, İsmail Canbolat, Edip Servet. Hücre biçiminde örgütlenen Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Merkez-i Umumi üyeleri Talat, İsmail Canbolat ve Rahmi Beylerdi. Gizli olarak örgütlenen Cemiyet üyelerinden sadece yemin merasimine getirilenler birbirlerini tanırdı. Cemiyet, üye kaydedilmesinde Mason teşkilatına has bir usul tatbik etmiştir. 1/14 Eylül 1906’da Rahmi Bey’in önerdiği Hilal adı ve hazırladığı tüzük kabul edilmiştir.

Jön Türklerin Terakki ve İttihat Cemiyeti üyesi olan Dr. Nazım, Balkanlardaki gelişmeleri yakından takip etmekteydi. O, Balkanlardan başlayacak bir mücadelenin daha çabuk bir netice vereceği düşüncesindeydi. Zira Balkanlarda kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin üyelerinin büyük çoğunluğu genç subaylardan oluşmaktaydı. Dr. Nazım bu durumu fark ettiğinden olsa gerek Paris’te kalmanın İttihatçı düşünce için bir fayda vermeyeceği inancındaydı. Ayrıca Cemiyete yeni kazandırılan genç üyelerle yeni şubeler açma yoluna gitmeyi de uygun görmüştür. Dr. Nazım, Selanik’e gelmeden önce böyle bir niyete sahip olduğundan Mithat Şükrü ile muhaberatında Selanik’te hamiyetli gayretli bir gence ihtiyacı olduğundan bahsetmiş, Bleda da posta baş katibi Talat Bey’i önermiş ve Nazım ile Talat’ın tanışıklığı bu şekilde başlamıştır. Böylece iki örgütün birleşmesi başlar. Buna göre yeni örgüt Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ismini taşıyacak, merkezi Paris’te olan cemiyet bu yeni örgütün haricî merkez-i umumîsi, merkezinin bulunduğu yer açıklanmayacak olan eski Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ise dahili merkez-i umumisi haline gelecek ve otonom olmakla birlikte faaliyetlerini ortaklaşa sürdüreceklerdi. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Terakki ve İttihat Cemiyetini birleştirmek için Dr. Nazım Bey’in teklif ettiği (Ahmet Rıza’nın isteği üzerine) Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ismi çoğunluğun oyuyla kabul edildi. Nihayet 27 Eylül 1907 yılında iki Cemiyet, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştirilmiştir.

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, despotik rejim ve yabancı devletlerin müdahalesiyle savaşı kendine amaç edinmişti. Örgütün arkasındaki itici güç Mehmet Talat’tı. Onun örgütlenme becerisi sayesinde Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Makedonya’da hızla yayılmıştı. Üçüncü Ordu (Makedonya) ve İkinci Ordu (Edirne) subaylarının cemiyete katılmaları önemli bir gelişmeydi. Bu katılımda Üçüncü Ordu kurmay subaylarından Binbaşı Enver başroldeydi. Selanik’teki grup Avrupa’daki gruplarla ilişkiye girmiş, düşünce bakımından Ahmet Rıza’nın grubunu kendilerine daha yakın bulmuş ve onlara katılmıştı.

Ekim 1906’da Erkan-ı Harp Binbaşı Enver Bey Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne girer. Enver Bey’in numarası 152’dir. 30 Kasım 1906’da da Kazım Karabekir Cemiyete girer. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Manastır merkezi gayrinizami olarak kurulur. Merkezde Enver, Kazım ve Hüseyin Bey vardır. Enver ve Kazım Beylerin Cemiyete girmeleriyle birlikte Manastır’da Cemiyetin örgüt faaliyeti giderek hızlanır.

Enver Bey Cemiyet’e girişini şöyle anlatmaktadır: “Nihayet 1322 Eylül’ünde Selanik’e gelmiştim. Orada amcam mümtaz yüzbaşısı –şimdi Kolağası- Halil ile konuşuyorduk. Evvelce onunla Anadolu’da Bulgar çetelerine müşabih çeteler teşkiliyle halkı uyandırmayı, hiç olmazsa böylece Anadolu’yu Rumeli’nin uğraması muhtemel olduğu inkısamdan kurtarmayı düşünmüştük. Bana eski fikrimde sabit olup olmadığımı sordu ve nihayet Selanik’te bütün memleket için düşündüğümüz gibi çalışmak üzere bir cemiyet mevcut olduğunu söyledi ve kendisinin de dahil olduğunu, alelusul kimseye söylemeyeceğime yemin ettirdikten sonra söyledi.”

3. Ordu Subaylarının oluşturduğu Cemiyet’in bir diğer önemli üyesi ise Mustafa Kemal Atatürk’tür. Kazım Karabekir, Atatürk’ün Cemiyet ile olan ilişkisini şöyle anlatmaktadır: “Ben Manastır’a geldikten bir müddet sonra, Edirne Harbiye Mektebi ders nazırı muavinliğine giden Fethi Bey (Okyar) tekrar Manastır’a gelmişti. Kendisini Enver Bey cemiyete alacağını fakat şimdilik Kesriye mıntıka kumandanlığında bulunması muvafık olduğunu söylemişti. Ben İstanbul’da iken İsmail Hakkı Bey teftiş esnasında kendisine açmış. Fethi Bey, Enver’e ve bana karşı bu hususta kırgınlık göstermiş ve nasıl olup da hiçbir tarafından haber alamadığına hayret ederek “Demek ben uyuyormuşum” demişti. Birkaç gün sonra Manastır’a gittiği zaman Enver Bey’in rehberliğinde tahlif olunmuştur. Az sonra Selanik’e nakledilmiştir. Selanik merkez heyeti de bu sırada teşkil olunduğundan Fethi Bey de merkeze alınmıştır. Bu suretle Mithat Şükrü, İsmail Canbolat, Topçu Rasim, Hamdi ve Fethi beyler merkez-i umumiden ayrı olarak Selanik merkezini teşkil etmiştir. Bu aralık Mustafa Kemal Bey (Atatürk) de Selanik’e ordu erkan-ı harbiyesine, Fethi Bey’in yanına nakledilmiş olduğundan Fethi Bey’in rehberliğiyle o da cemiyete alınmıştır. Girdiği tarih 1906 Mart, numarası da 322’dir, merkezde bulunmamıştır.”


Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin istibdat ortamı içinde çalışmalarını hayli kolaylaştırdığı anlaşılan bir örgüt de Mason locaları olmuştur. Cemiyetin birçok üyesi Mason olduğu gibi, localar yeni üye kazanmak için elverişli bir ortam sağlıyordu. Zira, Masonluğun dinler arası hoşgörüyü dahi içeren liberal ideolojisi, zaten özgürlükçülük için elverişli bir başlangıç oluyor. Masonluğa kabul konusunda ince elenip sık dokunması ise Masonlara güvenmeyi kolaylaştırıyordu.

Örgüte tahlif işlemleri ise son derece gizlilik içeriyordu. Ortada bulunan şahıs, cemiyet efradı arasında tanışmak icab ederse sağ elinin baş ve şehadet parmağıyla bir hilal işareti yaparak, evvela bu işaretin etrafındakiler anlamayacaklar surette söyleyecek olan tarafından verilmesini, sonra da “muin” parolasının evvela işareti alan tarafından ilk “mim” harfinin, sonra da “ayn” harfinin işareti veren tarafından söylenmesi ve böylece münavebe ile kelimenin ikmalini ve kelime bitince bu iki şahsın cemiyete intisabından şüpheleri olmamasını söyledi.

İstibdat ortamı içerisinde faaliyetlerini sürdüren Cemiyet sıra dışı gizlilik önlemleri de alıyordu: Rahmi Bey, faaliyetlerinin anlaşılıp yakalanması halinde Abdülhamid’in hafiyelerinin evini basarak ailesine baskı yapmaları ve bir şeyler öğrenerek teşkilata zarar vermeleri ihtimalini ortadan kaldırmak maksadıyla sabahları evden çıkarken hanımına küçük bir tabanca uzatıp “Akşam dokuza kadar gelmezsem kendini vur” demekte, kadıncağız hava kararırken elinde silah, cumbada kocasının yolunu gözlemekteydi.

Yeni teşkilat, Paris ve Cenevre’de Ahmet Rıza ve Mizancı Murat arasındaki rekabet sonucu vuku bulmuş olan ihtilaf ve münakaşaları da göz önünde bulundurarak komitenin başına sabit bir lider belirlemenin gerekli olmadığı kanısına varmıştı. Teşkilat üyeleri, böyle bir uygulamaya gitmek yerine her toplantı için farklı bir başkan seçmeyi tercih etmişlerdi.

II. MEŞRUTİYET

Üye sayısının yalnız Makedonya’da 2000’i geçmesi üzerine Terakki ve İttihat Cemiyeti eylem planları yapmaya başladı; 13 Mayıs 1908 tarihinde padişaha, biri dışında vekiller heyeti üyelerine ve Harbiye Nazırı Mehmed Rıza Paşa’ya ayrı ayrı ihtarnameler göndererek Makedonya’da yeni reformlar yapılmasını amaçlayan İngiliz-Rus tasarılarına karşı konulmaması halinde ihtilali başlatacağı tehdidinde bulundu. 25 Mayıs 1908 tarihini taşıyan ve Makedonya’daki konsoloslara hitaben yazılan bir “layiha” ise 31 Mayıs günü bazı konsoloshanelere bırakılarak Makedonya’ya yönelik Rus-İngiliz girişimleri kınandı.

Cemiyet fedaileri 11 Haziran 1908’de Selanik merkez kumandanı Ömer Nazım’ın yaralanmasıyla başlayan bir dizi suikast girişimini icra ederken propaganda görevlileri çok sayıda beyannameyi dağıttılar. Harici merkez-i umumi ise cemiyetin eylemleri konusunda Avrupa kamuoyunu kazanma faaliyetleri gerçekleştirdi.

Bardağı taşıran son damla Reval Buluşması'dır. 9 Haziran 1908'de Finlandiya Körfezi'ndeki Reval Limanı'nda İngiltere Kralı ile Rus çarı bir araya geldiler. Yaptıkları görüşmeden sızan sonuçlara göre, Osmanlı toprakları yeniden paylaşılacak, Rumeli parçalanacak, padişah ise ordularını göndermeyerek bu duruma boyun eğecekti. İttihat ve Terakki açısından bu, asla kabul edilemez bir durumdu.

26 Haziran günü cemiyet dahili merkez-i umumisi, İstanbul’a davet edilen Enver Bey’e Tikveş’e giderek çeteye çıkmasını emretti; Kolağası Niyazi Bey’in kurduğu Resne Milli Taburu’nun 3 Temmuz günü dağa çıkmasıyla isyan artık dönülmez bir noktaya geldi. İhtilalin yayıldığı ve mahallî görevlilerin gelişmelere karşı aciz kalmaya başladığı sırada saray bir yandan Anadolu’dan bölgeye redif taburları gönderme kararı alırken diğer yandan daha evvel çeşitli Arnavut isyanlarının bastırılmasında önemli yararlılıkları görülen Şemsi Paşa’ya asilere karşı harekete geçmesi emrini verdi.

Bu bulanık hava içinde 3 Temmuz 1908 günü Kolağası (yüzbaşı) Niyazi Bey, askerleri ve sivil fedailerden oluşan 400 kişilik grubuyla Resne'de dağa çıktı. Aynı gün binbaşı Enver Bey, Niyazi Bey'e katıldı.


7 Temmuz günü Manastır’a gelen Şemsi Paşa cemiyetin fedailerinden Atıf (Kamçıl) Bey tarafından öldürüldü. Bu olayın ardından, daha önce harici merkez-i umumi ile muhabere ederek gereğinde yalnızca hükümet binalarına karşı ateşlenmek şartıyla top kullanma izni almış olan Manastır şubesi ihtilalci eylemlerin denetimini ele alıp askerî isyan girişimlerini tırmandırma kararı aldı. 7 Temmuz akşamı Manastır şubesinin emriyle kurulan 120 kişilik Manastır çetesi, Kaymakam Selahaddin ve Binbaşı Hasan Tosun beyler kumandasında Pirlepe’ye gitmek üzere yola çıkarıldı.

Nihayet 23 Temmuz 1908 günü, Manastır'da Binbaşı Vehip Bey, İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyet'i ilan ettiğini bildirdi. Bu gelişmeler karşısında çaresiz kalan Abdülhamit 24 Temmuz 1908 günü Kanun-i Esasi'yi (Anayasa'yı) tekrar yürürlüğe koyarak- bu anlama gelen Meclis- i Vükela mazbatasını onaylayarak- Meşrutiyet'i resmen ilan etti. Böylece Abdülhamit'in 30 yıl süren istibdat rejimi sona ermiş oluyordu.

Bernard Lewis, II. Meşrutiyet’i değerlendirirken II. Abdülhamid dönemini zorbalığın hüküm sürdüğü bir zaman dilimi olarak tanımlamakta ve şunları söylemektedir: "Abdülhamid istibdadının uzun gecesi bitmiş, hürriyet şafağı sökmüştü. Meşrutiyet tekrar ilan edilmiş, seçimlerin yapılması emredilmişti. Türkler ve Ermeniler sokaklarda kucaklaşıyordu; hürriyet ve kardeşlik çağı gelmişti. O zaman yazıları, şüpheci Avrupa basınında bile yankısını bulan adeta çılgın bir sevinci yansıtıyordu.”

İlber Ortaylı ise II. Meşrutiyeti Türkiye tarihi için altın sayfalardan biri olarak görmek gerektiğini belirtikten sonra şunları eklemektedir: “1908 devrimi anayasal sistemde önemli yeni kurumlar yaratmıştır. Bunların basında toplumsal hayatımızda siyasal partilerin vazgeçilmez öğeler olarak doğusu, derneklerin faaliyeti, toplantı, gösteri ve grev hakları, basın özgürlüğü yer alır. 1908’den sonra İstanbul’da ve diğer vilayetlerde yapılan iki dereceli seçimlerle Meclis-i Mebusan yeniden toplanmıştı. II. Meşrutiyet döneminin ilk yılları siyasal hürriyetlerin kullanılışı, çeşitli düşünce akımlarının ortaya çıkıp örgütlenmesi yönünden Türkiye tarihinin altın sayfalarından biri sayılmalıdır. II. Meşrutiyet’te toplum ve devlet hayatımızda laik bir sisteme geçiş de başlamıştır. Gene eğitim kurumlarının da ilköğretim düzeyinden ele alınıp laik bir yaklaşımla yeniden düzenlenmesine girişildiği görülmekteydi. Darülfünun’un, yani üniversitemizin özerkliği de bu dönemde gündeme gelen ve kısmen gerçekleştirilebilen, Türk eğitim tarihinin onurlu bir olayıdır."

31 MART VAKASI

Yönetici sınıftan gelen Genç Osmanlılar, devleti yönetme hakkını elde edebilseler, imparatorluğu düzlüğe çıkarabileceklerine inanıyorlardı. Onlardan sonraki kuşak olan İttihatçılar ise, kendilerini devleti yönetecek kadar yetenekli görmüyorlardı. Bundan dolayı, yüksek idari makamları ele geçirmeyi ilk zamanlarda düşünmediler. Geleneksel bir toplum olan Osmanlıda gençlerin basa geçmesi de ayrıca yadırganıyordu. Bu yüzden İttihat ve Terakki Cemiyeti, meşrutiyetin ilanından sonra hükümeti kurmadı. Talat Bey ve Cavit Bey gibi birkaç kişi nazır olabildilerse de 1913’e kadar sadrazamlardan hiçbiri cemiyetin üyelerinden seçilmedi.

Cemiyet, iktidarı görünüşte Sait Pasa Hükümeti’ne bırakmış gözüküyordu. Bu arada gerekli gördüğü zamanlarda siyaset islerine müdahale ederek, yeni elde edilen meşruti özgürlüğü korumanın bekçiliğini de üstlenmişti. Gelen şiddetli muhalefete direnmek istemeyen Sait Pasa kendisinin istifa etmesi gerektiğine karar verdi. Pasa, 5 Ağustos’ta istifasını verdi ve 6 Ağustos’ta sadrazam olarak atanan Kamil Paşa’ya kabineyi kurma görevini devretti. Cemiyet ve Babıali’nin bu işbirliğiyle sarayın dizginleri eline alması engelleniyordu. Cemiyet, iktidarı Babıali’ye bırakıp imparatorluğun yönetiminde görev almadan meşrutiyetin bekçisi rolünü oynamayı sürdürüyordu. Ama İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarda değil de denilemezdi; çünkü hükümete “şunu yapma bunu yap” türünden emir ve talimat verebiliyordu.

Ayaklanmayı başlatan olay, 6 Nisan günü muhalif gazeteci Hasan Fehmi'nin öldürülmesidir. Olaydan İttihat ve Terakki sorumlu tutuldu. 13 Nisan 1909 günü (31 Mart 1325) İstanbul'daki Avcı taburlarının askerleri "şeriat isteriz" sloganıyla ayaklandılar; aralarında bakan, mebus ve subayların bulunduğu birçok kişiyi öldürdüler. Askerlerin istekleri doğrultusunda Padişah, Hüseyin Hilmi Paşa'yı sadrazamlıktan alıp yerine Tevfik Paşa'yı getirdi; Harbiye nazırı ile 1. Ordu Kumandanı da değiştirildi.

Olayın başrolünde Derviş Vahdeti yer alıyordu. Sonraki on bir gün içinde isyancılar başkenti denetim altına almaya başladılar. Gazete büroları ve karargahlar yağmalanırken, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri kaçmak zorunda kaldı. Sokaklarda mektepli subaylara saldırıldı ve birkaçı öldürüldü.


Teorik olarak İttihad-ı Muhammedi'nin, hem İttihatçıların, hem de İttihatçılara göre daha fazla "sosyal ilerlemeci" olan Liberallerin Batıcı reformculuğuna karşı olması gerekirdi. Ama olayların da sonradan ortaya koyacağı gibi İttihad-ı Muhammedi, dini, yalnızca Cemiyete karşı bir siyasal araç olarak kullanmaktaydı. Tutucu ve dinci unsurlara seslenmekte ve gazetesi Volkan aracılığıyla geleneğe bağlı mebuslar ile ordudaki sıradan askerler üzerinde önemli bir etkide bulunmaktaydı.

13 Nisan’ı izleyen olaylar, hareketin, siyasal ve İttihatçı düşmanı niteliğini daha iyi ortaya koymaktadır. Eğer bu hareket, dinci ve gerici bir nitelikte, eski yeniçeri isyanlarında olduğu gibi sıradan asker ile softalar arasındaki geleneksel ittifak biçiminde olsaydı, İstanbul'un gayrimüslim ahalisine korku salardı. Oysa sosyal bakımdan ilerici Liberaller şöyle dursun, bir tek gayrimüslimin bile kılına dokunulmamıştı. Gayrimüslim topluluklar, ayaklanmayı İttihatçılara ve onların merkeziyetçi siyasetlerine indirilmiş bir darbe olarak alkışlamışlardı. Rumca yayın yapan bir gazete olan Neologos'un 14 Nisan sayısı, orduyu yurtseverliğinden ötürü övüyor ve "ordunun, önceki gün, vatan aşkından gayrı hiçbir duyguyla hareket etmemiş olduğu" sonucuna varıyordu.

Ayaklanmaya tepki İttihat Terakki'den geldi. Önce Sadarete çekilen protesto telgrafları ile olay kınandı. Bu arada Mahmut Şevket Paşa komutasında, isyanı bastırmak için Selanik'te toplanan hareket ordusu, İstanbul'a yürümeye başladı. 19 Nisan'da Yeşilköy'e ulaşan ordunun baskısıyla 22 Nisan'da Heyet-i Ayan ile Heyet-i Mebusan burada toplantıya çağrıldı.

Mahmut Şevket Paşa’nın komutasında hazırlanan ‘Hareket Ordusu’ İstanbul’un üzerine yürüdü ve böylece karsı devrim gecikmeden başladı. Paşanın kurmay subayı Mustafa Kemal idi. 23 Nisan’da başkente ulasan ordu, ertesi gün isyancılarla yaşanan birkaç çarpışmadan sonra şehrin kontrolünü yeniden ele geçirdi. İsyanın elebaşları yakalanıp bir araya getirildi ve yaklaşık otuz kadarı orta yerde idam edildi. II. Abdülhamid sürgüne gönderildi. 27 Nisan’da parlamento, Selanik’e sürgüne gönderilen sultanın yerine kardeşi şehzade Reşat’ı sultan olarak onayladı.



Hareket Ordusu’nda tanınmış olan bir diğer subay ise Kazım Karabekir’di. Paşanın anılarına göre kendisi Yıldız Sarayı’nı işgal eden bölük içinde görev yapmaktaydı: “Pertev Paşa araba ile Harbiye Nezareti’ne gidinceye kadar biz otomobil ile Yıldız’a gitmiş ve “hadisesizce Yıldız’ın işgal olunduğunu” telgrafla Mahmut Şevket Paşa’ya yazmış bulunduk. Ancak, Yıldız’ın Enver Bey tarafından işgal olunmasını İTC merkezi istiyordu. 13 Nisan sabahı bu işgalin vaki olmasına onlar da kızdı. Propaganda olsun, daha evvel Enver Bey işgal etti diye şaiyalar yapıyorlardı.

31 Mart isyanı önceden hazırlanmış olmadığı ve belirli bir liderlikten ve örgütten yoksun olduğu için bu kadar kolay bastırılabilmişti. Rejime karşı girişilen herhangi bir irtica gösterisinin başarıyla sonuçlanmasından, yalnızca Saray'ın yararlanacağını hesaplayan Babıali, böyle bir olasılığı ortadan kaldırmak için, Cemiyet'in yanında yer almıştı.

Eğer ordu olmasaydı, yeni rejim kuşkusuz yerleşirdi. Ama sıradan askerlerin ayaklanmada oynadığı rol ve siyasete karışmış olmaları, yüksek rütbeli komutanların müdahale edip disiplini yeniden kurmalarını zorunlu kılmıştı. Birlikler isyan etmiş, subaylarını etkisiz kılmış, bazılarını da öldürmüşlerdi; böyle bir davranışın cezasız kalmasına göz yumulamazdı. Sultan, isyancıları bağışlamakla işleri daha da kötüleştirmişti. Dolayısıyla ordu, İTC adına değil; askerler arasında disiplini ve başkentte kanun ve nizamı yeniden kurmak için müdahale etmiş bulunuyordu.

Mahmut Şevket Pasa etkinliğini sürdürebildiği sürece ve kendisine yakın olan meclisteki bazı ittihatçılardan destek alarak 1912’ye kadar mebusların nazır olmalarını, dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tam iktidar olmasını engelledi. Cemiyet, kabineye ancak birkaç nazır sokabiliyor ve dolayısıyla tam iktidar olamıyordu. Asıl güç mücadelesi çoğu zaman orduyu temsil eden Mahmut Şevket Pasa ile cemiyet arasında meydana gelmekteydi. Bu mücadelelerde çoğu zaman pasa baskın geliyordu. Mahmut Şevket Paşa, kendisinin ve ordunun, Cemiyet adına hareket etmediklerini, tek amacının kanun ve nizamın devamını sağlamak ve ordudaki disiplini yeniden kurmak olduğunu özellikle belirtiyordu. 

BABIALİ BASKINI

31 Mart olayından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti kendi ideolojisine sahip, kendi değerlerini belirli ilkeler seklinde uygulayan ve bu uygulamada devleti araç olarak kullanan, ülke genelinde etkin bir örgüt olmuştu. Yine de cemiyet olaydan fena halde sarsılıp etkilenmişti. 31 Mart Olayı, meşrutiyet rejiminin ve cemiyetin taraftarı olduğu sekliyle modernleşme politikalarının, zayıf ve dayanaksız olduğunu ortaya koymuştu. 31 Mart Olayı’nın en dolaysız sonucu İstanbul’da Mart 1911’e kadar süren sıkıyönetimin ilanıydı.

1909 ile 1914 arası dönemde, liberallerle ittihatçılar arasında, ordunun yüksek komutasında ve muhalif etnik gruplar arasındaki iktidar savası, dokuz hükümet değişikliği ve üç dış savaşla daha karmaşık bir mücadele halini ortaya koyuyordu.

İttihat ve Terakkinin içeride uyguladığı partizan, baskıcı ve dışarıda uyguladığı tavizci politika sebebiyle muhalefet gittikçe güçleniyordu. 21 Kasım 1911’de bütün muhalefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki mebus seçiminde başarı göstermesi, İttihat ve Terakki’ye karsı muhalefetin ciddi bir şekilde güçlendiğini ortaya koyuyordu.

1912 Mayıs ve Haziran aylarında, muhalefetin desteğiyle, ordu içinde İttihat ve Terakki’ye karsı olan subaylar tarafından İstanbul’da Halaskaran-ı Zabitan Grubu kuruldu. Amaçları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni iktidardan uzaklaştırmak ve yasal hükümeti geri getirmekti. Bu grup, hükümete gizli tehdit ve baskılar yapınca 16 Temmuz 1912’de Said Pasa sadrazamlıktan istifa etti. Bu sırada meydana gelen bazı iç ve dış hadiseler yüzünden yıpranan ve güçten düsen İttihat ve Terakki iktidara talip olmayınca, 21 Temmuz’da partiler üstü görünümde olan “Büyük Kabine” hükümeti kuruldu.

2 Ekim 1912’de Balkan Devletleri Osmanlı’ya ültimatom verdi. Hükümet o aralar tamamen İtalyanlarla devam eden savaşla meşguldü. 23 Eylül 1911 tarihinde büyük devletlerin onayını almış olan İtalya önce Osmanlı devletine nota vermiş ve hemen arkasında 29 Eylül’de savaş ilan etmişti. Durumun kötüye gitmesi üzerine İttihatçı subaylar gönüllü olarak, halkı örgütlemek için Libya’ya gitmişlerdi. Bu subaylar arasında Enver Pasa, Mustafa Kemal ve Fethi Bey de vardı.


17 Ekim’de Balkan devletleri, Osmanlıya savaş ilan ettiler. İki hafta içerisinde yapılan savaşlar neticesinde müttefikleriyle beraber Bulgar ordusu, İstanbul’un savunma hattı olan Çatalca’ya kadar geldi. Ancak Balkan Savaşı nedeniyle yeni seçimler hemen yapılmadı, savaşın yenilgiyle sonuçlanması üzerine Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi 29 Ekim 1912 de çekildi ve yerine Kamil Paşa kabinesi kuruldu.

Saltanat Şurası, 22 Ocak'ta Dolmabahçe'de toplanmış ve hemen hemen oybirliğiyle kabinenin barış konusundaki tutumunu desteklediğini belirtmişti. Ertesi gün, kabine, ortak notaya bir yanıt hazırlamak üzere Babıali’de toplanıyordu. Ancak, daha yanıtın müsveddesi hazırlanmadan İttihatçılar baskın yapacak; Enver'le birlikte birkaç kişi toplantı odasına girerek, Kamil Paşa'yı tabanca tehdidiyle istifasını imzalamaya zorlayacaklardı. Binaya girildikten sonra İttihat ve Terakkililer, karşı koymak isteyen yaverlerden ve Halaskar grubundan Arnavut Nafiz ile Kıbrıslızade Tevfik Beyi ve bir komiseri vurdular. Ayrıca, “Piçler beni aldattınız, bana verdiğiniz söz böyle miydi?” diye çıkıştığı söylenen Nazım Paşa’yı da Yakup Cemil öldürdü.


23 Mart 1913'te Sırplarla Bulgarların birlikte giriştikleri bir saldırıda Edirne düştü. Ancak, Balkan devletleri savaş ganimetleri konusunda kendi aralarında çekişmeye başlayınca, Cemiyet, bu durumdan yararlanıp, Edirne'yi geri aldı ve böylece Edirne'nin kurtarıcısı sıfatını da hak etmiş oldu.

MAHMUT ŞEVKET PAŞA SUİKASTİ

Kamil Paşa istifa ettirildikten sonra yerine Mahmut Şevket Paşa sadrazam oldu, kurulan yeni kabinede, büyük çoğunluk ittihatçı idi. Cemiyet, her ne kadar gerçeği saklamak istediyse de, bir kabine bunalımı olmuş, bunun çözümü için Mahmut Şevket Paşa'ya ödün vermek gerekmişti. Cemiyet'in saygınlığı azalırken Mahmut Şevket Paşa'nınki artıyordu.

Gerçekte Mahmut Şevket Paşa, Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle ortaya çıkan ve İttihat ve Terakki’nin henüz doldurmaktan uzak bulunduğu bir iktidar boşluğunda ordu ve sıkıyönetim gibi silahlarla yerini aldığı için güçlüydü-Almanya ile ilişkilerinden ötürü değil. Kamil Paşa’ya gelince, İngiliz ilişkisi-o zaman sanılanın tersine-onun gücünü değil zaafını teşkil ediyordu. Çünkü, 1907’de Üçlü İtilaf’ın oluşmasıyla birlikte İngiltere, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında seçimini yapmış bulunuyordu.

24 Aralık'ta Harbiye Nazırı, Meclis'ten, Nezareti adına ayrılmış olan 9 milyon altının 3 milyonunu dilediği gibi kullanma yetkisi istedi. Meclis ilkönce bu isteğe itiraz ettiyse de, sonunda gene Mahmut Şevket Paşa kazandı.

Bütçe konusunda Sir Gerard Lowther şöyle yazmaktaydı:

"Para ve dikkatin üzerinde toplandığı biricik şey ordu... Mahmut Şevket Paşa'nın bütçesi, diğerlerinden çok daha büyük (devlet bütçesinin üçte birine eşit) olmasına rağmen tartışılmaz kabul edilen tek bütçe oldu ve anlaşılan, Mahmut Şevket Paşa, elini halkın kesesine sokup dilediği gibi para harcayacak ve Maliye Nazırı Cavit Bey'e de arkadan hesap defterlerini düzenlemek düşecek... Cavit Bey gibi akıllı bir adamın böylesine yüklü askeri harcamalar karşısında sesini çıkarmaması hayli garip, ama demek ki, ordunun boyunduruğu altında fazla bir şey yapmasına pek olanak yok.. "

11 Haziran 1913’te Harbiye Nezareti’ndeki çalışmalarını bitirdikten sonra sadarete doğru yola çıkan Mahmut Şevket Paşa Çarşıkapı civarında silahlı bir saldırıya uğradı ve öldürüldü, ertesi günü Hürriyet-i Ebediyye tepesinde toprağa verildi. Cemal Paşa duruma hemen el koyarak, kanun ve nizamın bozulmasını önledi. Tutuklanan muhalifler Sinop'a sürüldü. İstanbul'da gece on buçuktan sonra sokağa çıkma yasağı konuldu ve komployla ilgisi olanları sorguya çekmek üzere Harp Divanı kuruldu. 12 kişi idama mahkum edildi. Verilen ceza 24 Haziran'da uygulandı. Bunların arasında Tahir Hayrettin'in kardeşi ve Padişahın akrabası Damat Salih Paşa da bulunuyordu. Paris'teki Şerif Paşa, Prens Sabahattin, Kamil Paşa kabinesinin Dahiliye Nazırı Reşit Bey, Gümülcüne mebusu İsmail Hakkı gibi bazı muhalifler hakkında da gıyaben idam kararı alınmıştı. Bu suikast, ittihat ve Terakki'nin muhalefete karşı baskıyı daha da artırması için bir bahane olmuştu.


Hazırlanan plan gereğince Mahmut Şevket, Talat, Cemal, polis müdürü Azmi Bey ile Emanuel Karasu ve Maliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdürü Nesim Russo öldürüleceklerdi. İlk dört isim olağan sayılabilirse de, bu denli kısa bir listede Karasu ile Russo’nun isimleri garipsenebilir, zira bunlar, hiçbir zaman İttihat ve Terakki’nin ön plandaki yöneticileri olmamışlardır. Buna karşılık, bunların Yahudi oldukları göze çarpmaktadır. Onları, öldürüleceklerin sırasına sokanların, Yahudi ve Masonların İttihat ve Terakki’yi nüfuzları altında tuttukları yolundaki tutucu propagandaya dayanıyordu.

Başkentin askeri kumandanı Cemal Paşa anılarında Fitzmaurice'i, Mahmut Şevket Paşa'nın suikastını hazırlayan şeytanın kendisi olarak tasvir eder. İstanbul'a varınca Kamil Paşa tam anlamıyla İngiliz Sefareti'nin himayesi altına alınmıştı. Cemal Paşa, eski Sadrazamın ülkeden dışarı çıkarılmasına çalışınca, Fitzmaurice işe karışıp Kamil’in kalmasını başarmıştır. Lowther sefir kaldığı sürece, İttihatçıların, Fitzmaurice'in siyasetlerine karışmasına engel olamayacakları anlaşılıyordu. Fakat Şevket Paşa'nın öldürülmesinden ve Sir Louis Mallet’in yeni İngiliz Sefiri olarak gelişinden sonra, İttihatçılar, suikasttaki rolleri yüzünden Fitzmaurice'in ve Askeri Ataşe Binbaşı Tyrell'in İngiltere'ye geri yollanmalarını talep ettiler. Bu talep hemen yerine getirildi.

Mahmut Şevket Paşa suikastinin İttihat ve Terakki tarafından bilindiği, fakat ses çıkarılmadığı yönünde görüşler vardır. Ahmet Bedevi Kuran bu görüşte olduğu gibi, Bayır da Talat’ın Cemal’in asayiş tedbirlerini çelmelemesini zikrederek, önceleri bu görüşe yatkındı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI

Babıali’nin itibarını zedeleyen ve Jön Türkler'in kaderini çizen olaylar ise, 1911'de İtalya ve bir yıl sonra da Balkan devletleriyle yapılan savaşlardır. İtalyanlar Libya'yı, Balkan devletleri ise Türkiye'nin Edirne ile İstanbul arasındaki kara parçası dışında kalan Avrupa'daki topraklarının tümünü işgal etmişlerdi. Bu kayıplar, hiçbir abartmayı gerektirmeyecek kadar önemlidir. Yalnızca alan ve nüfus olarak hesaba vurulduğunda Türklerin, 3 milyon km2'lik bir alanın 1100 bin km'sini ve 24 milyonluk nüfusun 5 milyonunu yitirdikleri görülür.

Milliyetçi duyguların , -Arapların yanı sıra- Müslüman Arnavutlar arasında önem kazanması ve 1912'de İmparatorluktan ayrılmaları, Osmanlıcılığa ve İslam bütünlüğüne yıkıcı bir darbe indirmişti. Arnavutlar, yıllardır devletin temel taşlarından birini oluşturmuş ve onlara imtiyazlı davranılmıştı. İmparatorluğun yönetiminde oynadıkları önemli rolden sonra, ayaklanmaları ve ayrılmaları Türkleri oldukça şaşırtmıştı.

Uzun yıllar boyunca İngiltere ancak siyasi çıkarlarının zoru ile Türkiye’nin ve özellikle İstanbul’un Ruslar tarafından işgalini önlüyordu; Ayastefanos Antlaşması’nın Berlin Antlaşması’yla değiştirilmesi ancak bu sebebe dayanıyordu. Fakat Almanya’nın çabuk gelişmesi, Bismarck tarafından Üçlü İttifak’ın kurulması, özellikle Alman Deniz Kuvvetleri’nde ve büyük İngiliz donanmasında tehlikeli bir rakip olacak derecede görülen gelişme İngiltere’nin az sevilen Çarlıkla birleşmesi sonucunu doğurdu. O günden başlayarak Türkiye, Avrupa devletlerinin hiçbirinden, onun çıkarı için bile olsa yardım görmedi.

İttifak girişimlerine gelince, ilk girişim Trablusgarp savaşı sırasında 31.10.1911 tarihinde İngiltere’ye yapılır. İkincisi 12.06.1913’te herhalde Mahmut Şevket’in sağlığında alınmış bir karar sonucunda yapıldı. İngilizler, her iki teklifi münasip gerekçelerle geçiştirdiler. 24 ve 28 Ocak 1914 tarihlerinde Von Sanders işi ve Adalar meselesi kızıştığı bir sırada Cemal Paşa, Fransız işgüderiyle görüşerek, Fransa’yla yakınlık kurmak istediklerini söyledi. Bunun için Ege adalarının özerk ve yabancı bir Prensin yönetiminde de olsa Osmanlı egemenliğinde olmasını, buna karşılık Yunanistan’ın artık Bulgaristan’dan korkusunun kalmayacağını, Osmanlı hükümetinin Sanders heyetinden vazgeçip İtilafla çalışacağından bahsetti. Paris’e iletilen bu arzu, herhangi bir yankı uyandırmadı. Cemal Paşa daha sonra 13 Temmuz 1914’te Saraybosna suikastinden sonra Paris’te aynı çizgide bir yakınlaşma girişimi daha yapacak fakat yüz bulamayacaktır. Öte yandan Mayıs 1914’ün ilk yarısında, eski adet üzere, yaz için Kırım’da Livadya’ya gelmiş bulunan Çar’ı selamlamak için Talat ve İzzet Paşa’nın bulunduğu bir heyet buraya geldi. Heyetin geri döneceği gün Ertuğrul yatında verilen yemek sırasında Talat, Rus Dışişleri Bakanı Sazanov’a dönerek Rusya ile ittifak yapmak istediğini söyledi. Anlaşılan Bakan, teklifin zemin ve zamanını biraz münasebetsiz bulmuş. Zaten işin arkası da gelmedi. Bununla birlikte İstanbul’da bir Osmanlı-Rus dostluk cemiyeti de kurulmuş.

Büyük Britanya'yla anlaşmaya varmak için giriştiği bütün teşebbüslerden sonra Türkiye'nin Almanya ile anlaşma imzalaması çelişkili bir manzara arz etmektedir. Ancak, Almanya'yla yapılan ittifak, İttihatçılar arasındaki Alman taraftan bir kanadın işi değildi. Böyle bir kanat mevcut idiyse, bu, ordunun yüksek rütbeli subaylar arasındaki Şevket Paşa'lar ve Muhtar Paşalardan oluşmalıydı.

Arşidük Ferdinand’ın Saraybosna'da suikasta uğramasından iki gün önce, 26 Haziran tarihinde Babıâli, Akdeniz donanmasında bulunan İngiliz kumandanının, Boğazlar'ı her zaman yatı yerine kruvazörü ile geçmesine müsaade ederek Britanya'ya karşı iyi niyetini göstermişti. İngiltere'ye gösterilen bu tip iyi niyetlere karşın bundan birkaç ay sonra Babıâli, Almanya'yla anlaşmaya vardı ve Britanya ile Üçlü İtilaf Devletleri'ne karşı savaşa girdi.

Almanlar, Karadeniz “seferi” için Enver’den yazılı bir buyruk isterler ve o da bunu 25 Ekim’de verir. O gün yapılan kabine toplantıda ise, hala savaştan kaçınmaktan söz ediliyordu. 27 Ekim’de denize açılan donanmaya, Cemal “Souchon’un emirleri benim emirlerimdir.” Tarzında bir buyruk verecekti. Donanma, 29 Ekim’de Sivastopol’u bombardıman etmiş, bir gemiyi de batırmıştır. Ertesi gün de Odesa topa tutulmuştur. Bu, Enver, Talat ve Cemal’in kabine arkadaşlarına karşı düzenledikleri komplonun başarıya ulaşmasıdır. PTT Nazırı Oskan, Ziraat ve Ticaret Nazırı Süleyman El Bustani, Nafia Nazırı Çürüksulu Mahmut Paşa, Cavit, Rusya’nın savaş ilan ettiği 2 Kasım günü istifa ettiler. Sait Halim’in istifası önlendi.


Talat Paşanın anılarına göre: “Biraz geciken Harbiye Nazırı Enver Paşa, gülerek yeni bir çocuğumuzun dünyaya gelmiş olduğunu, yani “Göben”in o anda Çanakkale Boğazı’ndan içeri girmiş bulunduğunu söyledi. Sadrazam büyük heyecana kapıldı; az sonra uşak, Alman elçisinin gelmiş olduğunu bildirdi. O ana kadar hiçbirimizin “Göben”in geleceğine ilişkin bir bilgisi yoktu. Eski Amerikan elçisi Morgenthau bunu Wangenheim’ın kendisine bir siyasi başarı olarak anlattığını yazıyor; bu kesinlikle doğru değildir.

Daha önce bu olayı hiçbirimiz bilmiyorduk. Fakat herkes gibi ben de Enver Paşa’nın haberi olduğuna inanıyordum. Bayram günü Meclis-i Mebusan Reisi Halil Bey’in evinde toplandık. Ben Enver Paşa’ya epeyce hücum ettimse de hiç haberi olmadığına yeminle güvence verdi.”

Bu noktada, hükümetin bu en can alıcı kararlar alınırken nasıl bir laubalilik içinde bulunduğunu yeniden belirtmek yararlı olacaktır. İttifak anlaşmasının dört kişi tarafından, diğer kabine üyelerinden gizli olarak yapıldığını gördük. İki zırhlının Çanakkale’den geçirilmesi ise Enver’in ve galiba Sait Halim’in diğerlerinden gizledikleri bir iş olmuştur.

MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA İTTİHATÇILIK

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin mücadeleye devam etme kararındaki Enver Paşa’dan aldığı direktifler doğrultusunda 1915’teki plana uygun olarak Anadolu’da direniş hazırlıklarına başladığını doğrulamaktadır. Adamlar gönderilmiş, silahlar saklanmış ve doğuda güçlü bir kuvvet toplanmıştır.

Esnaf örgütü İttihatçı hükümetin Dünya Savaşı sırasında, imalatçı ve esnafı mesleki kuruluşlarla örgütleyerek, istikrarlı ve etkili bir Türk orta sınıfı yaratmak, böylece Türk ekonomisinin azınlıklara bağımlılığını azaltmak amacıyla kurulmuş bir girişimdi.

Karakol Teşkilatı bunlardan yer altı faaliyetleri kapsamına girer. Talat Paşa ülkeyi terk etmeden önce kendisine yakın olan Kara Kemal ve Kara Vasıf Beylere “ittihatçılıkta sebat ederek gizli bir örgütle birbirlerine bağlanma” talimatı vermiştir.

Ulusal direnişin başlamasıyla birlikte silah kaçırma da Karakol’un eylemlerinin önemli bir parçası haline geldi. Bu silahların büyük çoğunluğu İtilaf Devletlerinin el koyduğu Osmanlı depolarına yapılan baskınlardan sağlanıyordu. Örneğin Karakol Teşkilatı, İstanbul’da İngilizlerin elinde bulunan depolardan çeşitli tarihlerde 56.000 tüfek mekanizması, 320 makineli tüfek, 1.500 tüfek, bir batarya top, 2.000 sandık cephane, 10.000 takım elbise, 100.000 giyim, nal ve mıh, 75.000 matara, bin tona yakın malzeme ve çeşitli eşyayı Anadolu’ya göndermiştir.

Milli mücadelenin çekirdek örgütlerinden biri de, yerel düzeyde kurulan ve çeşitli bölgelerdeki Türk ve Müslüman halkın haklarını savunmaya yönelik olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleriydi. Bu cemiyetler Mustafa Kemal henüz Samsun’a çıkmadan önce çeşitli vilayetlerde İttihatçılar tarafından kurulmaya başlanmıştı. Örneğin Talat Paşa ülkeyi terk etmeden önce İTC Edirne mebusu arkadaşı Faik Bey’i çağırdı ve Trakya’nın Türk olduğunu kanıtlayacak bir halk teşkilatı kurmasını istedi. Faik Bey Edirne’nin ileri gelenleriyle toplandı ve 2 Kasım 1918’de Trakya’daki Türklerin haklarını korumak için Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adlı bir cemiyet kurdular. İttihat Terakki Cemiyeti’nin ve daha sonra da Teceddüt Fırkası’nın İzmir şubesi katibi görevini yürüten Celal (Bayar), arkadaşı Eczacıbaşı Ferit ve Doktor Hacıhasanzade Ethem’le birlikte 14 Aralık 1918’de İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’ni kurdu.

Mustafa Kemal bu dönemde aynı zamanda İstanbul’da Kara Kemal, İsmail Canbolat, Yenibahçeli Şükrü gibi Karakol Cemiyeti yöneticileriyle de görüşmekteydi. 30 Ocak 1919’da Kara Kemal’in tutuklanmasının ardından Karakol Cemiyeti yöneticileri tahminen Şubat ya da Mart ayında yaptıkları bir toplantıda Mustafa Kemal’i Anadolu’da başlatılacak direnişin lideri olarak belirlemişlerdi.

Ağustos 1919’da Karakol Cemiyeti bütün ordu birimlerine bir direktif yolladı. Bu direktifte cemiyetin varlığını ilan ediyordu ve kendisini sivil ve askeri kanadı, kendi subayları, genelkurmayı ve başkumandanı olan bir örgüt olarak tanıtıyordu. Orduyu politize etmeyi amaçlayan (belki de Kızıl Ordu’dan esinlenen) bu hareket askerler arasında huzursuzluk yarattı.

Karakol’un bu bağımsız girişimleri Mustafa Kemal’in Karakol’a karşı bir kampanya yürütmesine yol açtı. 12 Mart 1920’de, bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şubelerine Karakol’un faaliyetleri hakkında bir uyarı yazısı yolladı.

Karakol deneyini yaşamış olan Mustafa Kemal, gene devlet içinde devletin gelişmesi tehlikesini hissetti ve Yeşil Ordu liderlerine bu orduyu dağıtmalarını emretti. Onlar da Temmuz’da Yeşil Ordu’yu dağıttılar. Ama mecliste ve milliyetçi liderler arasında Mustafa Kemal’in kişisel diktatörlük planlıyor olmasından veya İtilaf Devletleriyle uzlaşmaya niyetli olmasından korkan kimseler vardı. Mustafa Kemal’e karşı Halk Zümresi şeklinde sol bir alternatif oluşturmaya karar verdiler. Halk Zümresi, Eyüp Sabri Akgöl, Adnan Adıvar, Şeyh Servet, Hakkı Behiç, Yunus Nadi Abalıoğlu gibi Yeşil Ordu’nun eski mensupları tarafından Temmuz 1920’de kuruldu. Muhtemelen Çerkez Ethem de gruba katıldı.

Milli Mücadele esnasında özellikle de Eskişehir - Kütahya muharebelerinde alınan yenilgilerden sonra Mustafa Kemal’e karşı İttihatçılar içerisinde bir muhalefet doğmuş ve bir kesim İttihatçı, Enver Paşa’yı milli direnişin başına geçirmek istemiştir. Hatta Nisan 1921’de Enver Paşa Batum’a kadar gelmiş fakat Sakarya Muharebesi’nde alınan başarının ardından Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçme girişimleri sonuçsuz kalmıştır.

Mustafa Kemal muhalefete karşı bu tedbirleri almadan önce 1923 yılının Ocak ve Şubat aylarında görüşlerini kamuoyuna yaymak için Batı Anadolu’ya bir gezi düzenledi. Bu gezi esnasında İzmit’te eski İttihatçılardan Kara Kemal ile bir görüşme yaptı. Görüşmede Mustafa Kemal, Kara Kemal’e İttihatçıların ne yapmak istediklerini sordu ve İttihat ve Terakki’nin gelecekteki rolü hakkında ne düşündüklerini öğrenmesi için İttihatçı arkadaşlarıyla görüşmesini istedi. Kara kemal bunun üzerine önde gelen eski İttihatçıları 12-13 Nisan’da İttihatçı eski maliye Nazırı Cavit Bey’in evinde topladı. Toplantıya Kara Kemal, Cavit Bey, Dr. Nazım, Hüseyin Cahit, Ahmet Şükrü, Filibeli Hilmi, Yenibahçeli Nail, İsmail Canbolat, Küçük Talat gibi eski İttihatçılar katıldı. Kongrede İTC’nin seçimlere bir muhalefet partisi olarak katılmaması ve Mustafa Kemal’in seçeceği adaylara destek vermesi kararlaştırıldı. Kongrede ayrıca İTC’nin 9 maddelik parti programı oluşturuldu. Kongre sonunda hazırlanan öneride Mustafa Kemal’e tekrardan canlandırılan İTC’nin liderliği teklif edildi. Fakat bu öneriler iletildikten bir hafta sonra Mustafa Kemal tarafından reddedilmiştir.

Temmuz ayında yapılan seçimlerden sonra oluşan mecliste sadece Mustafa Kemal’in onayladığı adaylar vardı. Fakat yılın ikinci yarısından sonra yeni bir muhalif grup ortaya çıktı. Bu grup milli mücadeleye liderlik etmiş eski İttihatçılardan oluşuyordu. Kazım (Karabekir), Ali Fuat(Cebesoy), Rauf (Orbay), Refet(Bele) gibi isimlerden oluşan bu grup, Anadolu’ya kendilerinden daha sonra gelen ve Mustafa Kemal’in etrafında toplanarak onunla aralarının açılmasına sebep olan Kılıç Ali, Ali(Çetinkaya), Recep(Peker), İsmet(İnönü) gibi isimlerden rahatsız oluyor ve memleket hakkında alınan önemli kararlardan haberdar edilmemelerinden şikâyet ediyorlardı.

Bu grubun Lozan Barış Anlaşması’nın imzalanması ve ardından cumhuriyetin ilan kararının alınma şekli üzerine ve hilafetin kaldırılması hakkında itirazları oldu. Tüm bunların üzerine Kazım (Karabekir) ve Ali Fuat (Cebesoy) 1924 yazında Halk Fırkası’ndan ayrılmaya ve yeni bir parti kurmaya karar verdiler. Parti 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla kuruldu ve parti başkanlığına Kazım Karabekir getirildi.

Şubat 1925’te Güneydoğu’da Nakşibendi olan Şeyh Sait’in liderliğinde bir ayaklanma çıktı. Bu da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın sonu oldu. İsyanla baş edemeyeceği görülen Fethi Okyar 3 Mart 1925’te başvekillikten alındı ve başvekilliğe yeniden İsmet İnönü getirildi. Ertesi gün mahkeme iki yıllık bir süre için olağanüstü yetkiler veren bir yasa (Takrir-i Sükun Kanunu) meclisten geçirildi ve İstiklal Mahkemeleri yeniden kuruldu. TCF, isyanın bastırılmasını kayıtsız şartsız desteklemesine rağmen, haftalarca taciz edildikten sonra, 3 Haziranda resmen kapatıldı. Ayaklanmalarda TCF’yi öven mektuplar bulunması üzerine, partinin ayaklanmayla ilgisi hakkında bir soruşturma açıldı, ama hiçbir bağlantı ortaya çıkarılamadı.

Bu mahkemelerde Takrir-i Sükun Kanunu dolayısıyla toplam 7446 kişi tutuklandı ve 600 kişi idam edildi. Teoride, İstiklal Mahkemeleri üyelerini Millet Meclisi kendi üyeleri arasından seçecekti. Uygulamada ise, yalnızca Mustafa Kemal’in çok güvendiği taraftarlarından oluştular, bunları kendisi büyük bir titizlikle seçti.

18 Haziran 1926’da İzmir’e gelen mahkeme başkanı Kel Ali (Çetinkaya) idi. 46 yaşındaki bu güler yüzlü adam eskir bir İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi ve ünlü fedailerden biriydi. Enver ve Mustafa Kemal’le birlikte Trablusgarp’ta çarpışmış, daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa subayı olmuştu. Enver’in kardeşi Nuri Paşa’nın yaveri olarak görev yapmıştı. İzmir’in işgali sırasında Yunanlılara karşı savaşmış, İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürülmüştü. Böyle bir İTC’li olmasına rağmen, Mustafa Kemal’e çok sadık ve onun çıkarlarını savunurken son derece acımasız biriydi. 8 Şubat 1925’te Millet Meclisi binasında Ardahan mebusu Deli Halit Paşa’yı öldürmüştü.

Mahkeme 18 Hazirandan 25 Hazirana kadar iddianame hazırlamakla uğraştı. O sırada mahkeme ile hükümet arasında, 22 Haziranda Kazım Karabekir Paşa’nın tutuklanması üzerine büyük bir anlaşmazlık çıktı. Mahkeme, Ankara polisine bir telgraf çekerek bütün TCF üyelerinin tutuklanması gerektiğini bildirmişti. Ancak İsmet İnönü bunun aşırılığa gitmek olduğunu düşünerek başvekil sıfatıyla Kazım Karabekir’in serbest bırakılmasını emretti.


Mahkeme bunu yargıya affedilmez bir müdahale olarak gördü ve yardım için Çeşme’deki yazlığında olan Mustafa Kemal’e başvurdu. Hatta mahkeme yargıyı engellemekten İsmet İnönü’yü bile tutuklamakla tehdit etti. Mustafa Kemal mahkemeden yana çıktı. İsmet Paşa İzmir’e çağrıldı, onunla mahkeme arasında anlaşma sağlandı ve İsmet İnönü Ankara’nın durumu yanlış değerlendirdiğini ve artık mahkemeye güveninin tam olduğunu belirten bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Kazım Karabekir ikinci kez tutuklandı.

Hükümet için daha ciddi ve daha tehlikeli olan bir diğer gelişme ise ordudaki huzursuzluk belirtileridir. Paşaların Elhamra Sineması’na gelişleri sırasında oradaki askerler hazırol vaziyetine geçtiler.

Bu hükümler, hem Türkiye’de hem de Rauf Orbay ve Cavit Bey’in adını hayli duyulmuş olduğu yurtdışında da derin bir etki yarattı. Savcının ölüm cezası istemesinden sonra birçok mali kuruluş ve Rothschild ailesi cezanın hafifletilmesi için çalıştı, ne var ki, eğer bu müdahalenin bir etkisi olmuşsa da bu negatiftir. Mustafa Kemal, ilan edildiği gün bütün cezaları onayladı ve cezalar aynı gece Ankara’da infaz edildi.

ATATÜRK’ÜN CEMİYET İÇİNDEKİ YERİ

Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadının en yüksek olmasa da seçkin bir üyesidir ve muhtemelen, 1913’ten sonra Enver’in fraksiyonunun güçlenmesiyle gücünü kaybeden Cemal’in fraksiyonuna mensuptur. 1913’e kadar İttihat ve Terakki içindeki yeri, Cemiyetin askeri çekirdeğini oluşturan subayların yerinin tipik bir örneğidir ve bu dönemde birçok önemli görev üstlenmiştir. 1913’ten itibaren, Enver’le anlaşmazlık içinde olması ve Enver’in gittikçe güçlenmesi nedeniyle, siyasal olarak yalıtılmış durumda kalmıştır. Ordunun siyasete karışmasına sürekli karşı çıkmasına rağmen, özellikle 1915-1918 yılları arasında daima siyasal faaliyetlerde bulunmuştur. Enver’e ve onun Alman danışmanlarının siyasetlerine karşı çıkmıştır. Ama bu Cemiyet’in ya da Ordunun sert önlemler almasına neden olmamıştır.


Mustafa Kemal ile Fethi Okyar, Enver’i askeri bir darbe yapıp, ayrı barış görüşmeleri yapmaya çalışacak bir hükümet kurma planları yapmakla suçlayarak Enver’le Talat’ın arasını açmaya çalıştılar. Ama Talat, bu şekilde kandırılmayacak kadar tecrübeli bir politikacıydı ve olaydan Enver’i haberdar etti. Belki de Mustafa Kemal’in Aralık 1917’de Veliaht Vahdettin Efendi’nin yaveri olarak Almanya’ya resmi bir ziyarete gönderilmesi kısmen bununla ilişkilidir. Mustafa Kemal anılarında bu ziyaret boyunca veliahtı Almanlara karşı olması için nasıl etkilemeye çalıştığını anlatır.

Öte yandan, asıl şaşırtıcı olan şey, orduda bu kadar uzun süre önemli görevlerde kalabilmesidir. Başka hangi orduda, dört defa verilen görevi reddeden, genelkurmayı yalnız üstlerine değil aynı zamanda dışişleri bakanına, kabineye ve devlet başkanına şikayet eden ve adı bir hükümet darbesi girişiminde geçen bir subay, bir ordu grubunun başında kalabilir?

Mustafa Kemal’in üstleriyle ilişkileri çoğu zaman bozuktu. Doğrusu, devrim sonrası yıllarda askerin siyasete karışmaması ilkesini şiddetle savunmasına rağmen, Mustafa Kemal bu dönemde, cephede aktif görevde olan bütün subaylardan daha fazla siyasal olarak faaldi. Mustafa Kemal’in en azından beş kere İttihatçı hükümetin ve başkomutan vekilin Enver Paşa’nın siyasetine açıkça karşı çıkmıştı. Ağustos 1915’te istifasını da vermişti, ama bunun nedeni siyasal veya askeri değil, duygusaldı.

Enver Paşa ile Milli Mücadele yıllarında yazıştığı mektuplarda Enver Paşa’nın ifadeleri aralarının ne kadar bozuk olduğunu ortaya koymaktadır:

“Şimdi Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığım bir mektubu bitirdim. Bunda baştan aşağıya ne yaptığımı, ne düşündüğümü ve kendisine rakip olacak kadar küçülmediğimi sonra da muvaffak olmasından memnun olduğumu yazdım. Cidden, arkadaşlara adeta kudurmuş köpek gibi saldıran bu adama vakıa bunlar tesir etmez, fakat ben bir kere yazmayı borç bildim. Doktor Nazım da bu fikirde idi.”

“Bununla maatteessüf Trablus’tan beri bildiğim ahlak-ı şahsiyetinizin bugün vardığınız mevkide bile tebeddül etmediğini görüyorum.”

“Bütün bu şahsi hırslarınıza rağmen Cenab-ı Hakk’ın şimdiye kadar yaver olan talihinizi yine vatanın selametine hadim kılmasını dilerim. Fakat sizi şahsi hırslarınıza mağlup olarak bu kadar küçülmüş gördüğümden dolayı teessüf ederim.”

Mustafa Kemal, Sultan Vahideddin’in 4 Temmuz 1918’de tahta geçmesinden bir müddet sonra, (tıpkı Enver Paşa gibi) hükümdarın küçük kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istedi. Damat adayları saraya dilekçe ile müracaat ederler, bir komisyon teşkil edilir, komisyon adayın hanedan damatlığı için gerekli şartları taşıyıp taşımadığını gözden geçirir ve talip olunan sultanın da kabulü halinde izdivaca izin verilirdi. Mustafa Kemal’in talebi kabul edilmedi, zira Sabiha Sultan gönlünü bir başkasına, babasının kuzeni ve ileriki senelerin son halifesi Abdülmecit Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’ye vermiş ve babası Vahideddin’e açıkça “Ben Faruk’u seviyorum.” demişti.

Atatürk de İttihat ve Terakkili olmakla birlikte, o ve arkadaşları, İttihat ve Terakki’nin içinde ayrı bir gruptular. Egemen olan önder kadrosuyla Mustafa Kemal ve arkadaşları arasında bir uyumsuzluk ve rekabet söz konusuydu. Daha sonra eski önder kadroların kalıntılarının Atatürk’e karşı İzmir suikastini tezgahlaması, aradaki olumsuz ilişkiye tuz biber ekmişti. Böylece, Atatürk’ün çevresi İttihat ve Terakki’yi ve önderlerini, siyasetlerini toptan karalamak eğilimine girmiştir.

Milli Mücadele yıllarında bile Enver Paşa’ya yazdığı mektupta Atatürk şöyle diyordu:

“Ben, milleti İttihat ve Terakki bayrağı altına davet edemem. Ankara’ya nasihat vermek değil, Ankara’nın tamamen nokta-i nazarı ve talimatı dairesinde hareket etmekle nafi olabileceğini ve binaenaleyh tashih-i fikir edinceye kadar kendisi ile idame-i münasebette mazur bulunduğumuzu tebliğ etmenizi rica ederim.” diyordu.

Cumhuriyet kurulduktan sonra da Kemalist iktidar partisinin lider kadrosuna yüzeysel bir bakış bile, bu partide de, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda olduğu kadar eski İttihatçı olduğu iddiasını doğrular. Bunlar: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Ali Çetinkaya, Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Ali Fethi Okyar, Kazım Özalp, Recep Peker, Şükrü Kaya, Nuri Conker, Kılıç Ali, Salih Bozok, Cevat Abbas gibi kişiler olmuştur.

Hepsi bir yana, 1923’te Hakimiyet-i Milliye gazetesine verdiği bir mülakatta Mustafa Kemal’in kendisi şöyle demişti: "Hepimiz onun (İTC-EJZ) azasıydık."

CEMİYETİN YAHUDİ CEMAATİ İLE İLİŞKİSİ

Büyük Devletler'in azınlıkları himaye ve Osmanlı devletinin içişlerine karışma siyaseti ile gayrimüslimlerin yabancı tabiyetine geçmeleri süreci el ele gitmekteydi. Osmanlı Rumları; Rus tabiyetine, 1830'dan sonra ise Yunan tabiyetine, ya da kendilerine himaye öneren herhangi bir devletin tabiyetine geçme eğilimindeydiler. Öteki Hıristiyanlar da onların örneğini izlediler ve hatta bazı Yahudiler bile 1871’den sonra İtalyan tabiyetine geçtiler. Bu uygulama temel olarak tüccarlar arasında yaygındı; çünkü onlar, böylece kapitülasyon ayrıcalıklarından yararlanabiliyor ve aynı zamanda Avrupalılar ile Osmanlı toplumu arasında aracı rolü oynayabiliyorlardı.

Rumların ve Ermenilerin aksine Osmanlı Yahudileri, geleneksel kapitalist olmayan sosyoekonomik yapının ayrılmaz bir parçası olarak kaldılar. Osmanlı ekonomisinin Avrupa'nın egemenliğine girmesinde hiçbir çıkarları olmadığı gibi, İmparatorluğun bir yan sömürgeye dönüşmesinin sonuçlarından da zarar görüyorlardı. Ostrorog; "Türk Yahudileri hiçbir şekilde Frankfurt'un para babalarına benzemezler. Tıp ya da hukuk alanında uzmanlaşmış birkaç tanesi zenginlik ve nüfuz sahibidir; ancak büyük çoğunlukla ufak tefek işlerle uğraşan ya da kayıkçılık, hamallık vb. çok niteliksiz el emeğiyle geçinen basit insanlardır… Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler ile rekabet halindeydiler; ama, rakiplerinin tersine (yabancı devletlerin) himayesini pek elde edemediklerinden bu rekabette de pek başarılı olamıyorlardı.”

Osmanlı Yahudileri, ayrı bir kader peşinde koşmayacak kadar içinde bulundukları ülkeyle bütünleşmiş görünüyorlardı. Bu durum, tarihsel etkenlerin bir sonucuydu. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda Avrupa dünya sistemiyle bütünleşir ve yan sömürgeye dönüşürken Yahudiler, bu durumdan çıkar sağlayan Rum ve Ermenilerin tersine, söz konusu sürecin sonuçlarından Türklerle birlikte zarar gördüler. Bu nedenle Meşrutiyet hareketiyle ve özellikle de İttihat ve Terakki Cemiyeti'yle kendini özdeşleştirenler, yalnızca Yahudiler oldu; çünkü. Osmanlıların ayağa kalkmasından ve tam egemenliğe kavuşmasından onların da kazanacakları bir şeyler vardı.

İşte bu nedenle, Yahudi cemaati, Selanik’ten Bağdat'a kadar, İttihatçıları yürekten destekledi. Ekonomik çıkarlar ile siyasal tutum arasındaki bu ilişkiye 1917 yılında Amerikalı bir gözlemci de dikkat çekmişti: "(Dönme) Yahudilerin Avrupa'daki diğer Yahudilerden farklı oldukları öne sürülür; çünkü bunlar, Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın Osmanlı İmparatorluğu'nu sömürerek zengin olmuşlardır ve gelecekteki refahları için de Türkiye'ye muhtaç olduklarından yeni ve daha büyük bir Türkiye'nin doğması özlemi içindedirler." Türklerle Yahudilerin çıkarları öylesine uyum içindedir ki; birçok Avrupalı yazar, Genç Türk hareketini, ittihatçıların, Yahudilerin, Dönmelerin ve gizli-Yahudilerin elinde oyuncak oldukları bir Yahudi-Mason komplosu olarak nitelemişti. Gene bu nedenle Siyonist hareket, "Osmanlı Yahudileri arasında pek ilgi görmemiş ve bunlar tümüyle İstanbul'a bağlı kalmışlardır."

Osmanlı Yahudileri, 1908 öncesinde ve sonrasında, İttihatçı hareket içinde gerçekten önemli bir rol oynadılar, ama hiçbir zaman, hareketi kendi amaçları doğrultusunda kullanabilen bir güç olmadılar. Tarihi koşullar, Yahudiler ile Türklerin kaderini birleştirmiş, bunun sonucu olarak da bu iki unsur İTC içinde işbirliğine gitmişti. Gerçekte çıkar birliği öylesine güçlüydü ki, Yahudi cemaatinin Cemiyet’e gösterdiği destek fiilen kayıtsız şartsız bir destekti.

Avrupa ticaret sermayesinin Osmanlı ekonomisine girişinden Osmanlı Hıristiyan cemaatleri yararlandı ve bunlar kapitülasyonların gölgesinde zenginleştiler. 18. yüzyılın ikinci yarısında bu cemaatlerin çıkarları Türklerin (ve Yahudilerin) çıkarlarından ayrılmaya başladı. Refah ve güçleri artık Osmanlı devletinin sürekli zayıflamasına bağlıydı; bu devletin yeniden canlanması ise onlar için en ölümcül tehlikeydi. Yabancı tabiiyetine geçen Yahudiler İtalyan uyruğu olmuşlardı ve İtalya'da, Almanya gibi Büyük Devletler arasına geç girmiş bir ülkeydi; üstelik Almanya'nın potansiyeline de sahip değildi. Dolayısıyla İmparatorluktaki siyasi ve ekonomik gücü sınırlıydı ve İtalya, üstün devletler olan İngiltere ile Fransa'nın tekelini kırabilmek için rakiplerine karşı bazı avantajlar karşılığında kapitülasyonların yeniden gözden geçirilmesine çoğunlukla istekli oluyordu. Yahudilerin, İtalya adına komprador rolü oynamaları zordu, zaten bu konuda herhangi bir kanıt da yoktur.

Ekonomik çıkar dışında, Yahudileri siyasi bakımdan Türklere yaklaştıran daha güçlü bir neden vardı; Osmanlı topraklan Yunanistan'ın ya da Bulgaristan'ın eline geçtiğinde kendi cemaatlerinin ne olacağı korkusu! Bu korku, Irak'taki Yahudiler için değil, Makedonya ve Batı Anadolu'dakiler için geçerliydi. Gene de bütün cemaatin İTC'ye bağlanmasına yol açıyordu, çünkü Osmanlı yönetimi Hıristiyan antisemitizmine karşı en iyi koruyucuydu.

Siyonist hareketin İstanbul'da bir bürosu bulunmakla birlikte, yerel Yahudiler arasında pratikte herhangi bir destek görmüyordu. Gerçekten Siyonistler, Mebusan Meclisi'nde kendi görüşlerini savunacak bir Yahudi mebus bulmak için epey uğraşmak zorunda kalmışlardı. Sonunda Selanik Sosyalist Mebusu Vlahof Efendi onlar adına konuşmayı kabul etmişti. Azınlıklar arasında yalnızca Yahudi cemaati, kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bütünüyle özdeşleştiriyordu. Yalnızca o, Emanuel Karasu’nun kişiliğinde partinin kolektif önderliği için bir cephe savaşçısı çıkarıyordu.

Moiz Cohen Selanik'te doğmuş (tarihi bilinmiyor) ve 1912'de, Selanik Yunanlıların eline geçtikten sonra, İstanbul'a yerleşmişti. Burada Tekin Alp adını alarak, Yeni Mecmua ile İktisadiyat Mecmuası'nda yazılar yazdı, İkincisinin, 1915-1917 yıllan arasında editörlüğünü de yaptı. Yazılarında, bir milli ekonomi ve Türk burjuvazisinin yaratılması ihtiyacını savunmuştur. 1915 yılında, Türkismus ve Pantürkismus adlı kitaptan Weimar'da yayımlandı; bunlar İttihat ve Terakki'nin Alman müttefiklerine Türk milliyetçiliğini izah ediyordu. Savaştan sonra Tekin Alp, milliyetçileri destekledi ve 1935'te Kemalizmi (Le Kemalism, Paris, 1937) yazdı; bu kitap, milliyetçi düşüncenin önemli bir ürünüydü.

Emanuel Salem, Meclise getirilecek yeni yasaları hazırlıyordu; Bağdat Mebusu Ezekiel Sasoon, daha önce Ziraat Nezareti'nde müsteşarken Ticaret Nezareti'ne geçmişti; Nissim Russo Maliye Nezaretindeki "iç kabine"nin şefi, Vitali Stroumsa ise Mali Islahat Yüksek Şurası'nın üyesiydi. Samuel Israel, başkent polisinin Siyasi Şube Müdürü olarak son derece hassas bir görevdeydi; Enver Paşa 23 Ocak 1913 darbesini yaptığı zaman o da onunla birlikteydi!

Karasu, hiçbir zaman Merkez Komitesi üyesi ya da nazır olmamakla birlikte, hem devrimden önce, hem de sonra hareketin en önemli simalarından biri olmuştu. Cemiyeti, bir Yahudi-Mason komplosunun cephesi olarak görenler için o, komplonun ardındaki şeytani dehaydı. 1908'de Selanik mebusu seçildi ve 1912 ile 1914 Meclislerinde de, öteki üç Yahudi mebusla birlikte görev yaptı.

Karasu'nun mesleği avukatlıktı. Devrimden önce "Makedonya Risotta" Locasının büyük üstadı olarak İttihatçıların gizli faaliyetleri için bir paravan görevi görüyor, aynı zamanda da onlar için kuryelik yapıyordu. I908'den sonra Cemiyet’in "jakoben" kanadına dahil oldu ve Talat'la işbirliği yaptı. Savaş sırasında iaşe müfettişi olarak atandı; bu yolla büyük bir servet edindiği söylenir. 1919'da İtalya'ya göç etti ki, bu da, onun daha önceden İtalyan uyruğunda olmuş olabileceğini akla getirmektedir.

Osmanlı Yahudileri, ittihatçılarla olan ittifaklarından yarar sağlamakla birlikte, zarar da gördüler. 1908 Ekim'inde yeni rejime karşı gösteri yapan gericiler, İTC'yi destekledikleri için Bağdat'taki Yahudilere saldırdılar. Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında Makedonya ve Trakya'daki Yahudiler, Müslümanlarla birlikte zulüm gördüler ve onlar da Anadolu'ya göç etmek zorunda kaldılar. Bu savaşlar sırasında Osmanlı Yahudilerinin, imparatorluğun geleceğinden duydukları kaygı o dereceydi ki; Güney Afrika’da yaşayan Yahudiler, Osmanlı ordusu için para toplayan yerel Hint Müslümanlarıyla işbirliği yaptılar. Anadolu'ya bir Yunan çıkarması tehdidinin bulunduğu 1913 baharında İttihatçı hükümet, yalnızca köylüleri değil, bölgedeki Yahudileri de silahlandırdı ve böylece Yahudi cemaatine duyduğu kesin güveni gözler önüne serdi. Türkler ile Yahudiler arasındaki ilişkilerde, İmparatorluğun sonuna dek bir karşılıklı güven duygusu egemen oldu ve bu, Cumhuriyet'e de miras kaldı.

SONUÇ

19. yüzyıl sonu Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısıyla aydınlarımız tarafından ortaya konan fikirler arasındaki bağ neydi? İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Askeri Tıbbiye'de kurulmasının ve Askeri Tıbbiye'den çıkan fikirlerin uzun vadede, sivil çevrelerde çıkan fikirlere oranla daha büyük bir canlılık göstermelerinin sebebi neydi? veya Yıllarca Avrupa'da bulunmuş olan İttihat ve Terakki üyelerinin Avrupa'da bulundukları dönemlerde geniş bir tartışma konusu olan Marksizm'e karşı uzak kalmış olmaları bir rastlantı sonucu mudur, yoksa bunu toplumsal-yapısal ögelerde açıklamak mümkün müdür?

Bütün bu anlatılanların ışığında akla şu soru gelebilir; Abdülhamit’e karşı gelişen böyle bir isyan hareketini niçin ilk olarak Harp Okulu öğrencileri arasında yayılmıştır? Cevap aslında basittir: Her şeyden önce Batılı düşünce, henüz babalarının şablonlaşmış modelleriyle damgalanmamış genç insanların beyinlerinde kendisini hissetmiştir. Yine bu hassas nesle, ülke sınırları içerisinde askeri okullar dışında muhalif kalabilecekleri yeterlilikte eğitim verecek bir kurum yoktu.

Onlar için siyaset bir oyun olmaktan öte bir şeydi; iktidarı ele geçirdiklerinde her ne pahasına olursa olsun kaybetmemeye kararlıydılar. Bunun için de her yola başvurmaya hazırdılar. Böylece, baskı ve şiddet günlük olay haline gelecekti. İktidar peşinde koşarken kutsal hiçbir şey tanımıyorlardı ve başkaldırma suçunu işleyenlerin, bunun cezasını hayatlarıyla ödemeye hazırlıklı olmaları gerekiyordu. Jön Türk hareketi, günümüzde artık sık sık rastlanan, ordunun siyasete müdahale etmesi olaylarının modeli olarak gösterilir. "Jön Türk" deyimi, artık küçük rütbeli subayların yaptıkları hükümet darbelerini niteleyen gazete klişelerinden biri haline gelmiştir. Oysa, gariptir, 1908 hareketi, askeri uzanımları olmakla birlikte, temelde siyasal bir faaliyetin ürünüdür. Askeri müdahale ancak, 1909'da, sivillerin kanun ve nizam sürdürmekteki beceriksizlikleri üzerine ortaya çıkmıştır ki - zaman da karışanlar küçük rütbeli subaylar değil, yüksek rütbeli paşalar olmuştur.

Enver, Harbiye Nazırı atanır atanmaz kolları sıvayıp, ordudaki tasfiyeyi gerçekleştirdi. 6 Ocak 1914 günlü İrade-i Seniye, yaşlı ve yüksek rütbeli komutanların çoğunu silip süpürüyordu. Von Sanders’e göre tasfiye 1.100 kadar subayı içeriyordu. Ancak, Enver Ocak 1913'te Babıali Baskını'na öncülük ettikten sonra, bir lider olarak ortaya çıkmış ve zamanla gerek durumun, gerekse kişiliğinin değişmesinden ötürü sahip olduğu mevkiye gelmiştir. Cemiyet'te liderlik her zaman kolektif bir nitelik taşımıştır ve 1914'ten sonraki "triumvira"dan; Enver, Talat, Cemal üçlüsünden söz etmek, sorunu bir hayli basitleştirmek olur.

Genç Türkler, Avrupa'daki kuvvet dengesinden ve onun baskısından hoşlanmamakla birlikte, ülkede modern ekonomik bir yapı kurmak ve onu muhafaza etmek için Avrupa'dan gelecek sermaye yatırımlarına ihtiyaç olduğuna ve İmparatorluğun çökmekte olan idari yapısını yeniden örgütlemek için Avrupalı uzmanların gerekliliğine inanıyorlardı. Siyasi ve ekonomik özgürlüğü kaybetmemek koşuluyla Avrupa'dan gelecek sermaye ve bilgiyi kullanmaya istekliydiler.

Ayrıca, Avrupa emperyalizmine karşı güvensiz olan İttihatçılar, kapitalizmi kurma girişiminde Japon uzmanlar davet etmeye çalıştılar. Kısmen Batılıların muhalefeti, kısmen de Tokyo'nun Avrupa'ya bu kadar Batı'da meydan okuyarak bütün Büyük Devletler'i karşısına alma korkusundan dolayı, Japonya'nın desteği hiçbir zaman gerçekleşmedi.

İttihatçıların en başından beri amacı bir Türk burjuva sınıfı yaratmaktı. Yusuf Akçura, bu sınıf olmadan "yalnızca köylülerden ve memurlardan oluşmuş bir Türk toplumunun yaşama şansının pek zayıf olacağı" uyarısında bulunuyordu. 1915 sanayi sayımından, 5'ten fazla işçi çalıştıran yalnızca 284 işyeri bulunduğu; bunlardan da 148'inin İstanbul'da, 62'sinin İzmir'de, geri kalan 74'ünün de Batı Anadolu'da olduğu anlaşılmaktadır. Bu girişimlere yatırılmış sermayenin yüzde 85'i ise Rum, Yahudi, Ermeni ya da yabancılara aitti. Burjuvalaşma sürecinin savaş içinde hızlı olmasının başka bir nedeni, Anadolu’da Rum ve Ermeni nüfusundaki büyük azalmadır. Anadolu’daki büyük ölçüde Rumlar ve Ermeniler oluşturdukları için bu alanda bir boşluk ortaya çıkmış ve bu da Müslümanların burjuvalaşma sürecini hızlandıran bir etken olmuştur. Savaşın sonunda böyle bir sınıf, henüz iyice çocukluk aşamasında bile olsa doğmaya başlamıştı; aynı şekilde, yeni ama küçük bir kapitalist çiftçiler sınıfı da ortaya çıkmıştı. Her iki grup da, Genç Türk hükümetince teşvik edilen savaş vurgunculuğuyla büyük servetler edinmişti ve oynayacaktan siyasal rol konusunda da daha güvenliydiler.

Buna karşılık Türk milli devrimci hareketi, günün tarihi koşullarına uygun olarak bağımsız bir Türk milleti yaratmış ve bunu yansömürge Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine geçirmişti. Türk milleti devrimine, sınıfsız bir milli yapıyla başlamıştı; bu yüzden sınıflaşmayı reddeden ve bunu olanaksız kılacak önlemleri almaya devam ediyordu. Devletin büyük üretim girişimlerini üstlenmesi, ilerici ve planlı bir devletçi ekonominin kabul edilerek yasal kurallara bağlanması bunun sonucuydu.

Yeni rejim ile temel kentli sınıf olan burjuvazi arasındaki ilişkiyi vurgulamamızın nedeni, İttihatçıların ve sonrasında Kemalistlerin kalkınma için kent ekonomisini itici güç, kırsal sektörü ise ona gerekli yakıtı sağlayan kesim olarak görmeleriydi. Ancak köylük bölgelere karşı ilgisiz olmadıkları gibi, milletin geleceği açısından taşıdığı önemin de farkındaydılar. Mustafa Kemal Paşa, Mecliste "Efendiler, milletimiz çiftçidir" diyordu. İttihatçıların himaye ettikleri sınıftan farkları, sanayinin vazgeçilmez bir unsur olacağı daha uzun vadeli bir toplum anlayışına sahip bulunmalarıydı. Tıpkı Stalin gibi onlar da, "eğer kendi sanayilerini yaratmazlarsa yeryüzünden silinip gideceklerine" inanıyorlardı. Buna karşılık burjuvazi, durumu kendi dar bakış açısından görüyordu. Mandater bir gücün egemenliğindeki bir ülkede ticari aracı rolünden elde ettiği kârla yetinebilirdi.

İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminin kendinden sonraki döneme bıraktığı miras, bir taraftan hürriyet, yani demokrasi özlemi, diğer taraftan da sert devlet yönetimi alışkanlığı, dinin, dilin, tarihin, kültürün modern ‘milli’ kimliği belirlemekteki yetkinin tanıtılmasının ve rolünün devlete devredilmesiydi.

Eğitim ve sanattan öte İttihatçı dönemin en önemli özelliği modernleşme ve laikleşme açısından önemli somut hukuki adımların atılmış olmasıdır. 1916 yılı parti kongresinde hükümet; Şeriat ve modern kanunlar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak için bir kanun tasarısı hazırlamış ve tasarı ezici bir çoğunlukla kabul edilmiştir. Tasarıya göre bütün Türk vatandaşları için din farkı olmaksızın evlenme esası getirilmiştir. Dinci çevrelerden gelen büyük protestolara rağmen Kuran Türkçe’ye çevrilmiş, geleneksel Cuma hutbeleri Türkçe yapılmaya başlanmıştır. Dinci yayın organları kapatılmış, toplumun dinsel dogmatizm etkisinden kurtularak laikleştirilmesi süreci başlatılmıştır. Gregoryen takvimin kabulü, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birlik, dil reformu ve izcilik kanunu birçok önemli gelişme de İttihat ve Terakki döneminde yapılmıştır.

İttihat ve Terakki dönemi kadın hakları açısından da son derece önemli adımların atıldığı bir dönemdir. Bu dönemde üniversiteler ve liseler kadınlara açılmıştır. Ziya Gökalp gibi Feminizm akımını ülkeye tanıtan ilerici düşünürler; çarşaf ve örtünme aleyhtarı yazılarıyla kadınların çarşaflarını çıkarmasalar bile yüzlerini açabilmelerini sağlamışlardır. Enver Paşa savaşta erkeklerin yerine kadınların çalışabilmesi için bir dernek kurmuş, bu sayede ordu atölyelerinde binlerce kadın çalışmıştır. İlk kadın iş taburu bu dernek sayesinde kurulmuştur.

Bu devirde yapılan reformlar küçük olmakla beraber yeni bir yolun açılmasına yaramıştır. Aile hukuku ile ilgili davaların Şeriat mahkemelerinden alınarak sivil mahkemelere verilmesi, şer'i mahkemelerinin Adliye Nezareti'ne bağlanması, birden fazla kadınla evlenmenin sınırlandırılması, yüksekokullara kız öğrenci alınması, Kur'an ve bazı duaların Türkçe'ye çevrilmesi vb. gibi örnekler laiklik yönünde ilerleme olarak nitelendirilebilir.

Sina Akşin’e göre “1916 İttihat ve Terakki Kongresi’nin kararı üzerine şeriye mahkemeleri Meşihat’tan (Şeyhülislamlık) ayrılıp Adliye Nezareti’ne bağlandı. Şüphesiz ki bu, laikleşme yönünde çok önemli bir adımdı ve İttihat ve Terakki’nin çağdaş burjuva zihniyetinin bir sonucuydu. Yalnız şuna işaret etmek gerekir ki, işin bu yönü denli, bu davranışta kapitülasyon düzeninden kurtulmak çabasını da hesaba katmak gerekir. Zira ülkede din mahkemeleri devam ettikçe, Avrupalıların bunu ileri sürerek Türk mahkemelerin yetkisine itiraz etmeleri kolaylaşıyordu.”

İktisadı ve sosyal kalkınma yönünde girişilen bazı çabalar da, II. Meşrutiyet'in olumlu katkıları arasındadır. İttihat ve Terakki 1914 yılında kapitülasyonları kaldırmak kararını aldı. Ekonomik gelişmelere para bulmak için milli bir banka kuruldu, Türk şirketlerinin kurulması ve geliştirilmesi için teşvikler sağlandı.

KAYNAKÇA


Kitaplar

Ahmet Bedevi Kuran, “İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler”, 1945

Alpay Kabacalı, “Talat Paşanın Anıları”, 1986

Erik Jan Zürcher, “Milli Mücadelede İttihatçılık”, 1984

Ernest Edmondson Ramsour, “Genç Türkler ve İttihat ve Terakki”, 2013

Feroz Ahmad “İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908-1914” 1971

Feroz Ahmad, “İttihatçılıktan Kemalizme”, 1985

Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”, 1995

Halil Erdoğan Cengiz, “Enver Paşanın Anıları”, 1991

Hüseyin Cahit Yalçın, “Talat Paşa”, 1943

Kazım Karabekir, “Hayatım”, 2019

Kazım Karabekir, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, 2009

Murat Bardakçı, “Enver”, 2015

Sina Akşin, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki”, 1998

Sina Akşin, Sarp Balcı, Barış Ünlü “100. Yılında Jön Türk Devrimi”, 2010

Şerif Mardin, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908”, 1964

Tarık Zafer Tunaya, “Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt III.”, 1988


Makaleler

Durdu Mehmet Burak, "Osmanlı Devleti'nde Jön Türk Hareketinin Başlaması ve Etkileri"

Fethi Tevetoğlu, "Atatürk ve İttihat ve Terakki"

Orhan Örs, "Kuruluşundan Birinci Dünya Savaşı'na Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti"

Ozan Örmeci, "Jön Türkler ve İttihat ve Terakki"

Rüştü Kaya, "Milli Mücadelenin İlk Yıllarında İttihatçılık"

Taner Aslan, "İttihad-ı Osmani'den Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne"


KİM KİMDİR











































Yorumlar

  1. Teşekkürler
    harika bir şekilde bilgi edindim. yorumlarınız tarafsız ve gerçekçi tebrik ederim.
    Şaban billor

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      Vakit ayırıp okuduğunuz için ben teşekkür ederim.
      Saygılarımla,

      Sil
  2. Sayın İlker Katkat,
    Çalışmanızı beğenerek okudum. Emek verip bu çalışmayı hazırlamış olduğunuz için size çok teşekkür ediyorum.Benim için çok net olmayan bir alanda oldukça sistemli bilgi edindiğimi sanıyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      Yorumunuz için ben teşekkür ederim.
      Saygılarımla,

      Sil
  3. İlker bey emeğinize sağlık..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder