Antikçağda felsefenin araçlarıyla dini bir dünya görüşü oluşturma yolundaki ikinci büyük deneme, Hıristiyanlık çerçevesinde yapılmıştır. İlk önemli denemeye Yeni Platonculuk çığırı girişmişti. Yeni Platonculuk, hepsi çok tanrıcı olan antikçağ kültlerinin bir felsefi dünya görüşü olmak istemişti. Oysa, yeni bir din olarak gittikçe yayılan Hıristiyanlık, antikçağın bilmediği bir anlayış da getiriyordu: Bu tektanrıcılık (monotheism) idi. Dolayısıyla, ortaçağ felsefesi antikçağın sonlarında atılıp geliştirilen temeller üzerine yükselen bir düşünce yapısıdır. Bu temeller de dini bir kaygı ile atıldığı için bunların üzerine kurulmuş olan ortaçağ felsefesi de baştan aşağıya dini renkli bir felsefesidir.
Patristik Felsefe
Hıristiyan felsefesi kendi içinde iki döneme ayrılır: Hıristiyan dogmasına antik felsefenin araçlarıyla kavramsal formunu belirtmek uğraşlarını için alan ilk döneme Patristik Felsefe adı verilir. Temelde bu felsefe, Kilise Babalarının felsefesidir. Burada ‘babalar’ elbette Kilise’nin veya Hıristiyan otantik öğretilerini formüle edip kağıda döken din adamlarını ve alimlerini ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, ‘Kilise Babaları’nın veya kurucuların felsefesi olarak da ifade edilen Patristik felsefe, Hıristiyan felsefesinin sonradan üzerine inşa edileceği zemini oluşturur.
Hıristiyanlığın başlangıç zamanındaki literatürden pek azı felsefe ile ilgilidir. Bunların çoğu, Hıristiyan dogmasının tarihini ve genel dinler tarihini ilgilendirir. Yalnız, bu dönemde Hıristiyanlığı savunma düşüncesiyle yazılanlarda felsefeye değinen yönler de var. Apoloetik adı verilen bu literatürün bir kısmı, imparatora sunulan dilekçeler, kınama yazılarıdır. Bunlarda, Hıristiyan inancının hoş görülmesi istenir ve adalet beklenir. Ötekilerinde de paganların tümüne seslenilir. Bu apologia’ların (savunmaların) başlıca göz önünde bulundurdukları da Hıristiyanlığa yönelen saldırıları karşılamak, yermelerin haksız olduğunu göstermektir.
Öyleyse, Patristik felsefe, paganlığa ya da aynı anlama gelmek üzere, seküler felsefeye karşı Hıristiyan inancını savunmuş ve daha sonra benimsediği Platoncu ve Yeni Platoncu felsefeyle Hıristiyan inancını anlamlandırıp güçlendirmeye, onu putperesçiliğin ve gnostisizmin saldırılarından korumaya çalışmıştır. 5. Yüzyılda başlayan ve Skolastik felsefenin ortaya çıkışına kadar geçen sürede patristik felsefe, Hıristiyan dinini ve öğretisini felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak temellendirmeyi amaçlamıştır.
Felsefeye giriş biçimine bakarsak, ortaçağ eski Yunanlıların yürümüş olduğu yolu tam tersinden yürümüştür diyebiliri. Yunanlılarda felsefe ilkin dinden kopma ile bilmek için bilmek ile salt bilmeden duyulacak sevinç ile başlamış, ancak sonraları yavaş yavaş değişerek pratiğin, ahlaki ödevlerin, dini özlemlerin hizmetine girmişti. Ortaçağ, felsefeyi hemen işin başında bile pratiğin hizmetine koşmuştur. Ona göre felsefenin göreceği iş, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı, pekiştirilmiş olanı, düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmektir.
Aziz Augustinus
Aurelius Augustinus (354-430) Kuzeybatı Afrika’da Thagaste’de doğdu. Babası bir Romalı subay ve pagan, annesi hıristiyan, dindar bir kadın, oğlu üzerinde derin bir etkisi var. Aziz Augustinus Hıristiyan felsefesinin, Aquinalı Thomas’ın kendisini göstereceği 13. Yüzyılın sonlarına kadar en büyük otoritesi olmuştur. O, bir Hıristiyan düşünürü olarak felsefeyi bağımsız bir disiplin diye görmeyip, Hıristiyanlığın aka uygun içeriğini kavrayabilmek noktasında kendisine başvurulacak bir araç olarak değerlendirmişti.
Augustinus’un felsefesi Hıristiyan vahyinden olduğu kadar, Helenistik dönem Yunan felsefesinden de çıkmaktaydı. Özgünlüğü kısmen bundan kaynaklanıyordu; yani, onun düşüncesi önemli bir bölümüyle Yunan felsefesi ve Hıristiyanlık arasında gerçekleştirdiği sentezin bir eseri olmak durumundaydı.
Augustinus’un bütün düşünceleri iki konu üzerinde toplanır: Tanrı ve ruh konularında. Ona göre araştırılmaya, bilinmeye değer olan yalnız bu iki konudur. Bunların dışında kalan bütün konuların, örneğin doğa bilgisinin başlı başına bir değeri yoktur; bunlar insanı ancak kibre vardırırlar.
İnsan, doğruyu kendi ruhunda ve Kutsal Kitap’ta arayabilir; doğruyu ancak bu iki kaynaktan devşirebilir ve tanrının ne olduğunu da özünü de tanrı örneğine göre yapılmış olan kendi ruhundaki örnekseme (analogia) ile kavrayabilir: Nasıl bir ruh birdir ve hem de bedenin her yerindedir; bunun gibi tanrı da birdir ve her yerdedir.
Augustinus, sapkın (heretik) bir görüş saydığı Pelagianizme karşı şiddetle savaşmıştır. Pelagius adlı İrlandalı bir keşişin kurduğu bu Hıristiyan tarikata göre, ‘soydan gelen günah’ yoktur. İnsan, kendi özgür istenci (irade) ve doğal yetenekleriyle iyi ve mutlu olabilir; iyi ve mutlu olabilmesi için, insanın ayrıca tanrısal inayete gereksemesi yoktur.
İnsanın düşününü onun Tanrı’ya başkaldırısı olarak açıklayan Augustinus, bu kez etik anlayışında, insanın kurtuluşunu ebedi saadet düşüncesi içinde, erdem ve tanrı aşkı yoluyla ifade etmeye çalışır. Onun bakış açısından da insan yaşamının doğal amacı mutluluktur; bu apaçık bir şey olup insan varlığı yaşamı boyunca mutluluğu arayacak şekilde kurulmuştur. Fakat bu mutluluk, ilkçağ etiğinde olduğu gibi, dünyevi bir mutluluk olmayıp ebedi saadet olmak durumundadır. İnsan onun gözünde saadeti, eksik ve kusurlu bir varlık olduğu için Tanrı’da arayacak şekilde kurulmuştur. Tanrıyı sevmek, insanın mutluluğu için vazgeçilmez bir şeydir, çünkü insane özgü bir ihtiyaç olan sonsuzluk ihtiyacını yalnızca sonsuz bir varlık olarak Tanrı karşılayabilir.
Augustinus’un siyaset felsefesi, etik ve metafizik anlayışından bağımsız değildir. Aşkın, yalnız bireyin değil, bireylerden meydana gelen toplumun da itici gücü olduğunu öne süren filozof, aşk türlerinden hareketle yeryüzü devleti (Civitas Terrana) ve Tanrı devleti (Civitas Dei) ayrımına ulaşmıştır. Buna göre, Tanrı devleti gelecekteki Tanrı ülkesinin bütün yurttaşlarından oluşacaktır. Buna karşın, Yeryüzü devleti ise Şeytan’a boyun eğmiş, uymuş olanları kapsayacaktır. Bu düşüncesiyle Augustinus, Hıristiyan Kilisesinin anlam ve görevini teorik olarak temellendirmektedir. Nitekim bu düşünceyi benimseyen ortaçağ Hıristiyan Kilisesi, kendisini ‘Tanrı Devleti’nin yeryüzündeki temsilcisi’ saymış; kendisine Tanrı sözü ile Tanrısal İnayet’I bu dünyada yönetmek görevinin verilmiş olduğuna inandırmıştır.
Boethius
Patristik Felsefenin önemli bir diğer düşünürü de Boethius’tur (480-524). Boethius’un önemi her şeyden önce, onun felsefeden şimdiye büyük ölçüde ve hemen hemen yalnızca Platonik felsefeyi anlayan ortaçağ düşüncesini Aristoteles’in hiç olmazsa mantık öğretileriyle tanıştırmış olmasından kaynaklanır. Bu açıdan bakıldığında, onun mantık ve yöntem konusunu Hıristiyan ortaçağ düşüncesi ya da kültürüne armağan eden kişi olduğunu söyleyebiliriz.
Boethius, hapisteyken yazdığı ve Gibbon’un ‘altın kitap’ dediği Felsefenin Tesellisi adlı yapıtında insan eylemlerinin nihai hedefi konularını ele alır. Kendisinden teselli beklediği felsefe, Boethius’un kurgusuna göre, onu belli bir hastalığa tutulmuş ya da bellek kaybından muzdarip biri olarak görür ve tedavi etmeye başlar. Dolayısıyla, felsefe her şeye rağmen evreni yöneten bir Tanrı’nın var olduğu bilgisine sahip olan, doğanın işleyişinin rasyonel bir düzen içinde gerçekleştiğine, fakat insanlar arası ilişkilerde veya insanların meydana getirdikleri toplumlarda, kötülüğün iyiyi bastıracak şekilde hakim olduğuna inan Boethius’a göre önce hafif, giderek artan dozlarla ilaç vermeye başlar. Felsefe ona bir dizi argümanla, kendi kişisel çöküşünün, Boethius’un düşündüğü gibi bir felaket olmadığını, istikrarsızlığın talihin özünde zaten var olduğunu, zenginlik, şan, şöhret gibi yalnızca talihe bağlı olan iyilerin gelip geçici olduğunu gösterir.
Skolastik Felsefe
Hıristiyan ortaçağ felsefesinin, Patristik dönemden sonraki ikinci ve biriciye kıyasla çok daha önemli olan dönemi Skolastik dönem ve dolayısıyla Skolastik felsefedir. Patristik felsefe, Hıristiyan inancına bir öğreti niteliği kazandırmak yolundaki çaba ve denemelerden oluşmuştu. Skolastik felsefe ise Patristik’te artık biçimi belirmiş olan bu öğretiyi temellendirmek ve sistematik olarak derleyip toparlamak yönündeki çalışmalardan gelişmiştir.
Skolastisizm ‘okullu’ anlamına gelen Latince ‘Skolastikus’ sözcüğünden gelir. Bu açıdan bakıldığında, Skolastik felsefenin ortaçağ Batı düşüncesinde 10. Yüzyıldan itibaren üniversitelerde veya manastırlarda okullar tarafından okutulan felsefeyi ve benimsenen felsefi yöntemi tanımladığı söylenebilir. Baika bir deyişle, Skolastik felsefe hem içerik hem de öz yönünden formel bir nitelik taşımaktadır. Skolastik felsefe bir okul öğretisidir; öğretmek ve öğrenmek için işlenmiş, sistemleştirilmiş bir teolojidir.
Patristik felsefe, bütünüyle Platonizm damgasını taşır; Yeni Platonculuğun bir kolu gibidir. Skolastik felsefe ise Aristoteles’in felsefesine yönelecektir. Skolastik felsefeye Aristoteles’i kazandıran şey ise 12. Yüzyıldan itibaren başlayan tercüme etkinliği olmuştur.
Skolastiğin yöntem bakımından yapmak istediği, aklı (felsefeyi) vahyin doğrularına uygulayarak inanç konularını kavranılır yapmaktı; bununla da vahye karşı akıl yönünden ileri sürülmüş olan itirazları karşılayabilmekti. Özetle, skolastiğin amacı; imanlı aklı, dinle felsefeyi uzlaştırmaktı. İşte bu yüzden Skolastik felsefe, daha baştan Aristoteles’in mantığına dört elle sarılmıştır.
Anselmus
Skolastiğin ilk büyük temsilcisi ve bir bakıma kurucusu olan Aziz Anselmus (1033-1109), Skolastik felsefenin, Patristik felsefenin büyük düşünürü Aziz Augustinus’un adıyla, ‘ikinci Augustinus’ diye anılan ilk önemli fiozofudur. Fakat Anselmus, sadece ortaçağ felsefesinin değil, bütün bir felsefe tarihinin adı çok sıklıkla anılan, önemli düşünürlerinden biridir. Ona bu şöhreti kazandıran şey ise, hiç kuşku yok ki onun Tanrı’nın varoluşuyla ilgili ünlü ‘ontolojik argümanı’ bulan kişi olmasıdır. A priori bir argüman olan ontolojik delilinden de kolaylıkla çıkartılacağı üzere, çağının anti entellektüalizmine büyük bir güçle karşı çıkan Anselmus, ikinci olarak Hıristiyan imanına ilişkin rasyonel bir analizin şüpheyle ve dini kuşkuculuğa yol açmak bir yana, imanı anlamak bakımından yerine getirilmesi gereken zorunlu bir ödev olduğunu öne sürmüştür.
Anselmus, öğretisinde Augustinus’un izinde yürümüş, ondan aldığı ‘Credo ut intelligam’ yani ‘Anlamak için inanıyorum’ önermesine açık ve kesin bir anlam kazandırmış; inancın en yüksek sırlarını akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. Aziz Anselmus, önce iman ile aklı birbirleriyle asla karıştırılmamaları ve her birinin fonksiyonları ayrı olduğu için, birbirlerinin yerine hiçbir şekilde ikame edilmemeleri gereken iki ayrı alan olarak öne sürer. Bundan sonra da akıl karşısında inanç ya da imana, felsefe karşısında da otoriteye öncelik verir. Çünkü Anselmus’a göre, insanın en yüksek hakikati bilebilmesi, bütün hakikatlerin kaynağı olan en üstün ve en yüce hakikatin varlığını anlayabilmesi için, araştırmasına iman ile başlaması gerekir.
Anselmus, tanrının varolduğunu temellendirmek için, daha sonra Descartes’ın da kullanacağı ‘ontolojik tanrı kanıtlaması’nı öne sürer. Bu kanıt ise kısaca şöyle; Tanrı kavramından tanrının zaten varolduğu sonucu çıkarılır: Kavramına, tanımına göre tanrı, en yetkin varlıktır. Şimdi tanrının varolmadığını düşünürsek, tanrı en yüksek varlık olamaz. Kısacası, halihazırda tanrı diye bir varlıktan bahsediyorsak zaten bu onun varolduğunun göstergesidir, aksi halde tanrı var mı diye soruyor olmazdık.
Anselmus’un tanrının varlığını kanıtlama denemesinde gördüğümüz gibi inancın sırları, kavramsal olarak ancak Platon’un kavram realizminin yardımıyla kavranabilir. Bu tutumdan ayrılma, ‘Credo ut intelligam’ ilkesini, bu inanç ile akıl bilgisini bağdaştırma, din ile felsefeyi uzlaştırma denemesini, Skolastiğin ilk döneminin başlıca kaygısı olan bu işi tehlikeye sokar. Öğretisinde bu tehlikenin ilk belirtilerini ortaya koyan Roscelinus’un görüşlerine, onun için Anselmus şiddetle karşı koymuştur; yine bunun için Kilise bu düşünceleri mahkum etmiştir.
Roscelinus
Roscelinus (1050-1125) Fransa’da ortaçağ nominalizminin kurucusu sayılır. Nominalizm, tümel kavramların gerçek olduklarını, başlı başına varolduklarını kabul etmez. Bu çığıra göre, tümel kavramlar benzer objeler için insanın düşünmüş olduğu şeylerdir; nesnelerin ortak, benzer yönlerine insanın takmış olduğu adlardır(nomen). Dolayısıyla, gerçek olan, gerçekten varolan ancak tek tek nesnelerdir(individualism). Roscelinus’un başlatmış olduğu bu nominalist anlayış, bundan böyle bütün Skolastik felsefe boyunca sürüp gidecek bir tartışmaya yol açacak, en sonunda ağır basarak Skolastiğin çözülmesinin başlıca nedeni olacaktır.
Ortaçağ felsefesini çok uğraştırmış olan bu tümeller sorununun Hıristiyan Kilisesi için hayatı önemi var çünkü duyular üstü dogmalara dayanak diye anılan Platoncu-Aristotelesçi öğretinin kaderi bu tartışmaya bağlıydı. Skolastik felsefe, Hıristiyan dogmasını kavramsal bir çerçeve içinde sistemleştirmek, bunu akılla bağdaşan bir öğreti olarak temelendirmek uğraşıydı. Bu işe temel olarak da Skolastik felsefenin başında daha çok Platon’un sonra da Aristoteles’in felsefesi seçilecektir. İşte tümeller tartışması bu dayanaklar üzerinde geçmiştir.
Albertus Magnus
Albertus Magnus (1193-1280) ortaçağın en büyük Alman filozofu ve bilginidir. Dominiken tarikatından; bu tarikat Albertus Magnus ile Aquinalı Thomas’ın önderliğinde Aristoteles üzerindeki inceleme ve çalışmaların, Kilisenin Aristoteles felsefesine dayanan dünya tasavvurunun ve bilim sisteminin ocağı olacaktır.
Albert Magnus eleştirici, yapıcı bir kafa olmaktan çok genişlemesine derinliğine bir bilgin tipi. Bu yüzden kendisine ortaçağda ‘Doctor Universalis’ denmiştir. O, büyük bir çalışma ile Aristoteles felsefesi ile Arap Yahudi yorumcuların çağdaşlarını tanıtmıştır. Bir yığın gereci derleyip toparlayarak düzenlemek kendisine edindiği bir gorev ve onun başlıca başarısı ve gücü de budur.
Bu arada Albertus Magnus, doğa bilimleriyle de ilgilenmiş, bu alanda kendi gözlemlerini de değerlendirmekten uzak kalmamıştır. Onun için bu Skolastik filozofa ‘doğa araştırıcısı’ da denmiştir. Araştırma ve gözlemleri özellikle botanik, zooloji ve kimya üzerinedir. Ancak, ondaki gözlem, çağdaş bilimde olduğu gibi doğaya eleştirici olarak bir soru sormak olmayıp, yalnız bu olguları toplamıdır.
Aquinalı Thomas
Thomas Aquinas (1225-1274) skolastik filozofların en büyüğü sayılır. Felsefe öğreten bütün Katolik eğitim kurumlarında onun sistemi tek doğru system olarak öğretilmek zorundadır; bu 8. Leo’nun 1879 tarihli bir buyruğundan itibaren kural olmuştur. Öğretisi bugün de Katolik Kilisesinin resmi felsefesidir. Özetle, Platon ve Aristoteles Yunan felsefesi için ne ise Aquinolu Thomas da ortaçağ felsefesi için odur.
Senteziyle, felsefenin ortaçağda ulaştığı en yüksek seviyeyi ifade eden Aquinalı, her şeyden önce Kilisenin veya Kilise Babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları kaldırmak ve Hıristiyan inancını sistemleştirmek işiyle meşgul olmuştur. O teolojiyle felsefenin, iman ile aklın, Hıristiyan dünya görüşüyle klasik dünya görüşünün çağının ihtiyaçlarına uygun düşen yeni ve sağlam bir sentezini yapmaya soyundu. Ona bu sentezinde en büyük yardımı da hiç kuşku yok ki Aristoteles ve felsefesi sağladı.
Thomas, kendisinden öncekilerden farklı olarak, gerçekten Aristoteles’in tam bilgisine sahipti. Yunancadan çeviriler edindi ve bunlara yorumlar yazdı. O zamana kadar insanların Aristoteles’e ilişkin fikirleri, Yeni Platoncu eklemelerle bulanıklaşmıştı; ama Aquinalı Thomas sahici Aristoteles’i izledi ve Augustinus’ta göründüğü şekliyle bile Platonculuktan hoşlanmadı. Hıristiyan felsefesinin temeli olarak Aristoteles’in sistemini Platon’unkine tercih etmek gerektiğine, Müslümanların ve Hıristiyan İbn-Rüşdçülerin Aristoteles’I yanlış tanıttığına Kiliseyi ikna etmeyi başardı.
Amacım (diyor), Katolik inancın ikrar ettiği hakikati ilan etmektir, ama burada doğal akla başvurmam gerekir; çünkü diğer uluslar Kutsal Yazıların otoritesini kabul etmez. Ne var ki, doğal akıl, Tanrı işlerine yetersizdir; hakikatin bazı bölümlerini kanıtlayabilir, bazılarını kanıtlayamaz. Tanrı’nın varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayabilir; ama Üçlemeyi (Trinitas), Cisimlenmeyi (Tanrının insan olması) ve Kıyamet Gününü kanıtlayamaz. Kanıtlanabilir her şey, olduğu kadarıyla Hıristiyan inanca uygundur ve vahiyde hiçbir şey akla aykırı değildir; ama hakikatin akılla kanıtlanabilen kısımlarını kanıtlanamayan kısımlarından ayırmak önemlidir.
Ona göre, iman ile akıl, Hıristiyan vahyine dayalı iman ile felsefi akıl yürütme arasında hiçbir çatışma yoktur. İnsanın salt akıl yoluyla Tanrı’yı bilemeyeceğini kabul eden Thomas, akıl ve imanın beraberliği sayesinde doğal teolojik hakikate erişilebileceğini ileri sürer. Sözgelimi, Tanrı’nın varolduğunu önermesi, hem imana hem de akla dayanılarak bulunabilecek bir hakikati ifade eder.
Thomas’ın ahlak öğretisi akılcıdır. Ona göre ruh yetilerinin sıradüzeninde akıl ile istenç en üstte bulunurlar. Ama en yukardaki akıldır, çünkü akı değerleri bilmesi ve amaçlar koymasıyla istence yön verir. Ancak, istenç de kendi bakımından özgürdür, zorunlu olarak belirlenmiş değildir, onda bir özgür olarak seçme yeteneği vardır. İrade özgürlüğü, her türlü ahlakın ön koşuludur.
Siyaset öğretisinde, Aristoteles gibi, Thomas için de insan toplumsal bir yaratıktır. O da, en iyi yönetim biçimi olarak monarşiyi Kabul eder. Monarşinin en iyi yönetim biçimi olmasını, o kralın bilgi ve erdem bakımından yetkinlik veya mutlak üstünlüğüne bağlar.
Devlet doğal bir zorunluluktur; Tanrı’nın istemiş olduğu bir kurumdur; dolayısıyla devletin başındakilere itaat bir ödevdir. Devletin ereği, erdemli bir yaşayış için insanı yetiştirmektir; insanı sonunda tanrı ile birleşmeye hazırlamaktır. Bu hazırlığa da başlıca Kilise aracılık ettiği için, Kilise dünya devletlerinden üstündür.
Duns Scotus
Skolastik felsefenin yükseliş dönemi ile son döneminin sınırları üzerinde karşılaştığımız ilk önemli Fransisken düşünürü Johannes Duns Scotus’tur (1270-1380). Adından da anlaşılacağı üzere (Scotus = İskoçyalı) İskoçyalı’dır. Onun analitik düşünme yeteneği ve birçok bakımdan son derece sistematik ve pozitif olan felsefesi, Hıristiyan düşüncesinin çözüm bekleyen birçok problemi için çözüm sağlamıştır. Platonik-Augustinusçu geleneğin olduğu kadar, Aristotelesçi-Aquinasçı geleneğin de dışında kalan, hatta karşısında duran Scotus, sadece felsefeye yeni açılımlar sağlamakla kalmamış, Ockhamlı William’a ve bir anlamda da modern düşünceye çıkan yolun en önemli taşlarını döşemiştir.
Duns Scotus, nominalist değil; Aquinalı Thomas gibi, ona göre de tümel kavramlar subjektif yaratmalar olmayıp obje dünyasının reel yapısını yansıtırlar. Ancak Scotus, belli bir anlamda individüalisttir. Ona göre her varlığın genel ve bireysel yönleri vardır ve bu sonuncular da kavramsal olarak bilinebilir. Bu anlayışta ‘bireysel’ özellikle değerlendirilmektedir. Oysa Aquinalı Thomas’ın bağlandığı Aristotelizmde asıl değer ‘genel’ üzerinde toplanır, asıl gerçek odur.
Scotus iki bakımdan büyük önem taşır: Birincisi, o inanç-akıl ilişkisi bağlamındaki görüşleriyle teolojinin kapsamının daraltılmasına ve dolayısıyla da dinin tecrit edilmesine vesile olmuştur. O, ortaçağ düşüncesinin bütün büyük problemlerinin, bu çağın insanı zorunlulukla her ikisine de ihtiyaç duyduğu için, iman-akıl ilişkisini doğru belirleme problem etrafından döndüğüne, ikisinin birbiriyle uyum içinde olması durumunun Hıristiyan düşüncesi ve kültürünü istikrarsızlaştıracak en temel unsur olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla, o bu konuda Aristoteles metafiziğini temele aldığı için başarısız olduğunu düşündüğü Aquinalı gibi Hıristiyan inancının rasyonalitesini göstermeye çalışmıştır.
Duns Scotus’a gore insan ilk planda bilen değil, isteyen bir varlıktır; insanı bilgiye de götüren istençtir ve mutluluğun kaynağı akılda değil, istençtedir. Yalnız insan da değil, Tanrı’da da istenç akıldan öncedir, sıraca üstündür. Tanrı istediği için iyi iyidir. Tanrı isteseydi başka bir ahlak kuralları sistemi koyabilirdi. Onun için insan kendi gücüyle sınanamaz, Tanrı’nın yardımına-inayetine muhtaçtır. Scotus’un insana verdiği bu yüksek değer, insanın Kilise karşısında bağımsızlığına yol açacaktır.
Ockhamlı William
Skolastik felsefenin son döneminin en önemli düşünürü Ockhamlı William’dır (1288-1348). Oxford üniversitesinde okuyan Ockhamlı da Fransisken. Daha sonraları Kilise öğretisini sapkın sayıp onu mahkum etmiş, sığındığı Münih’te vefat etmiştir.
Ockhamlı William, Skolastik felsefe çerçevesinde ilk belirtilerini Roscelinus’ta gördüğümüz nominalizmin kurucusu ve başlıca temsilcisidir. Ona göre bütün gerçek, individual olan tek tek nesnelerden kurulmuştur. Tümeller yapma şeylerdir; birbirine benzeyen şeylere, bu benzerlik yüzünden bizim bağladığımız genel anlamların işaretleridir. Ockhamlı için ancak ‘birey’in gerçekliği vardır; dolayısıyla deney her türlü bilginin temelidir.
Bilginin temeleli deney olunca da önermeleri deneyde kontrol edilemeyen bir rasyonel teolojinin ya da ruhun ölümsüzlüğünü tanıtlamak isteyen bir psikolojinin olamayacağı bellidir; dolayısıyla Tanrı’nın birliği, sonsuzluğu, hatta varlığı kesin olarak tanıtlanamaz. Tanrı ile gerçeği aşan dünya ile ilgili bütün bilgilerimiz ancak inanç önermeleridir. Bu önermeler, Kutsal Kitap’ın otoritesi ile Kilisenin geleneğine dayanarak, ancak inanılarak Kabul edilebilir. Bunlar ne tanıtlanabilir ne de tanıtlamada ilkeler olarak kullanılabilir.
İşte Ockhamlı William’ın büyük önemi, onun ortaçağ realizminin temelinde bulunan söz konusu metafiziksel ve epistemolojik kabulleri reddetmesinden, felsefeyle teolojiyi birbirinden bağımsız olmaları gereken iki ayrı alan olarak ortaya koymasından ve bütün bir felsefe alanına, bilginin ilahi aydınlanmadan değil de bireysel şeylerin ve tikel olayların doğrudan deneyiminden meydana geldiğini savunan radikal bir deneyimcilik temeli üzerine yeni baştan ve teoloji ya da imandan bağımsız olarak inşa etmesinden oluşur.
O, bu radikal deneyimciliğe dayanarak gerçekleştirdiği, bilginin kendisinde ifade edildiği dilin ontolojik arka planına ve semantik yapısına ilişkin nominalist bir analize de modern felsefenin önünü açmıştır. Ockhamlı William’ı son derece önemli bir filozof haline getiren şey işte budur.
Bu bölümün sonuna geldiğimizde Skolastik felsefenin ve genel olarak ortaçağ felsefesinin yapmak istediği ve yapabildiği şeylerin hesabını çıkarırsak şunları söyleyebiliriz: Skolastik felsefe inan ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe başlamıştı ama tasarladığını gerçekleştirememiştir.Yüzyıllar boyunca süren uğraşmaların sonucu, bilgi ve inan alanının birleşmesi değil, tamamen ayrılması olmuştur. Ortaçağı kapayıp yeniçağı başlatan Rönesans’a bu ayrılış ile girilmiştir. Bundan sonrasında gittikçe bağımsızlaşarak kendini bulan aklın ışığıyla aydınlanmış yeni bir Avrupa kültürü oluşacaktır.
KAYNAKÇA
Ahmet Cevizci, Felsefenin Kısa Tarihi, 2012
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 2. Cilt, 2012
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 1961
Randal Collins, Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu, 2021
Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, 2009
Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, 2012
Umberto Eco, Felsefe Tarihi 2, 2020
Umberto Eco, Ortaçağ Serisi, 2020
Podcast: Filozofun Yolu
Yorumlar
Yorum Gönder