Ana içeriğe atla

RÖNESANS FELSEFE TARİHİ

Rönesans felsefesi bir geçiş dönemidir; Avrupa uygarlığının bin yıl süren ortaçağ ile yeniçağ arasındaki dönemin (1400-1600) felsefesidir. Fransızca bir sözcük olan rönesans ‘yeniden doğuş’ demektir; antikçağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğmasını ifade eder. Bu felsefenin geçit dönemi olmasının en temel sebebi, onun hem ortaçağ felsefesiyle süreklilik arz etmesi, hem de felsefede bir yeniden doğuşu temsil etmesidir.


Skolastiğin yıkılmasıyla birlikte, bilgi sorununun yeniden ele alınması; bütün kabullenilmiş bilgilerin ve açıklamaların ötesinde gözlem ve deneyle yeniden incelenmesi; doğru düşünmenin ve sağlam bilgilerin elde edilmesini sağlayan yöntem üzerine çalışma; bilginin insanoğlunu doğaya egemen kılan en güçlü araç olduğunun anlaşılması rönesans düşüncesinin en belirgin özelliklerindendir.

14. yüzyılda, bin yıla yakın bir zaman içinde Hıristiyan Avrupa’nın büyük bir kısmını birlik içinde toplamış olan evrensel ortaçağ devleti artık ayrı ayrı ulus devletlere bölünmeye başlamıştır; orta sınıfın uyanan girişim ruhu ekonomide yeni gelişmelere yol açmıştır; bunlar da Kilisenin maddi gücünü sarsmış, sosyal yapıdaki kaynamalar da feodalizmin kaynaklarını ortadan kaldırmıştır; şehirli orta sınıfın (burjuvazi) yeni hayat görüşü, yaşamanın yeni biçimi, artık Kiliseden yavaş yavaş kopmaya başlayan yeni bir eğitime yol açmıştır. İşte bunlar ve bunun gibi diğer gelişmeler, çeşitli kültür alanlarının kendilerini boyuna ortaçağ yapısından sıyırmalarına neden olmuş, böylece de Batı ve Orta Avrupa kültürünün iç ve dış yapısını temelden değiştirmiştir.

Rönesans döneminde dinsel inanç ve otoritenin yerine akıl ve deney geçer. Rönesans insanı, doğa ile kendi arasında bütün perdeleri kaldırarak, hem doğaya hem de kendine yeni bir gözle bakmak; doğayı ve kendini yeni bir gözle incelemek isteyen insandır. Bu noktada ortaçağ felsefesi ile rönesans arasındaki farkları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

- Ortaçağda felsefenin ana rengi dini idi; felsefenin asli görevi Kilisenin öğretilerini desteklemekti, dolayısıyla amaç değil sadece araçtı. Rönesansta ise felsefenin ana eğilimi, kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak, sadece akıl ve deneye dayanmaktır.

- Ortaçağ felsefesi kendi içinde kapalı bir sistemdi; Katolik Kilisesinin etrafında toplanmış tüm Hıristiyanların ortak malı idi. Rönesansta ise sistemler çokluğu mevcuttur; felsefe Latince değil yavaş yavaş ulusal dilerde yazılmaya başlanmıştır.

- Ortaçağda filozoflar din adamlarıydı, Rönesansta ise felsefe yapanlar yazarlar ve araştırıcılardır, yani bağlı bulunduğu medreseyi aşıp yeni kurulan üniversite öğreticileridir.

Rönesans ‘yeni’ye biçim verirken, antikçağın sonlarının bıraktığı yerden işe başlamıştır. Bu düşüncenin üzerinde durup antik örneklere göre işlediği ilk sorun ‘insan’ sorunudur. İnsan arayan, insanın özü ile bu dünyadaki yerinin ne olduğunu anlamaya çalışan çalışmalara ‘Hümanizm’ adı verilmiştir. Hümanizma kavramı, ilkin ve dar anlamıyla antik literature üzerindeki daha çok filolojik nitelikte olan çalışmalara verilen addır. Ancak hümanizm, geniş anlamıyla modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygununu dile getiren bir akımdır. Bu yeni hayat duygusu da dinden bağımsız bir kültür kurmak, insan ve dünya ile ilgili bir felsefe yaratmak ve kültür bilimlerinin doğal bir sistemini temellendirmek istiyordu.

Biz her ne kadar “yeni” felsefeden bahsediyor olsak da Rönesans ilk başta hiç de orijinal değildi. Denebilir ki antikçağın kaldığı yerden devam etmişti. Dönemin filozofları önce antik filozofları ele alacak, onları taklit ederek işe başlayacaktır. Bunu sadece ilkçağın yeniden taklidi görmemek gerekir ama ilk iş antik kültür ile yeniden tanışmaktır ve yapılan da bu kültürü alıp benimsemektir. Yeterli tanışıklık yerleşince Rönesans düşüncesi kendinin olan yaratıları ortaya koymaya başlayacaktır. Bunlar da genel olarak hümanizm, yeni Platon ve Aristoteles yorumları, atomculuk, şüphecilik, din ve devlet düzeninde reformlar ve en önemlisi de bilimsel gelişmeler olacaktır.

İnsanı merkeze almayı, yeni insanı antik kültürü temele alarak yaratmayı amaçlayan Hümanizma İtalya’da doğmuştur. Rönesansın oluşması için coğrafya ve tarih koşulları bakımından en elverişli yer orasıdır. İlkçağdaki Yunan polis devletlerine benzer şehir cumhuriyetleri yapısı sebebiyle hiçbir zaman merkezi otoritenin güçlü olmadığı İtalya’da, birey kendi yeteneklerini geliştirmeye ve farklı görüşler edinmeye müsait bir ortam bulmuştur.

Petrarca
Gerçek insanı arayan bu hümanizm çığırının başında Petrarca (1304-1374) vardır ve bütün hümanistlerin atası kabul edilir. Seküler ve dünyevi başarıların, insanı Tanrı’yla gerçek ve sahici bir ilişki kurmaktan alıkoymadığını savunan Petrarca, bunun yerine Tanrı’nın insanlara tam ve eksiksizce kullanılması gereken yaratıcı ve entellektüel bir potansiyel verdiği kanaatindeydi.


Petrarca’nın felsefenin teorik sorunlarına pek bir ilgisi yok; asıl ahlak sorunları üzerine durur; başlıca kaygısı, bir yaşama sanatının kurallarını geliştirmektir; bunun için de kendisine Stoa felsefesini, özellikle de Roma Stoa’sının filozoflarını örnek alır. O, hayat karşısında özgür düşünür, antik filozoflar gibi bu hayatta akla kesin bir yol verir; gerçi sonunda Tanrı’nın insanı desteklemesi gerekmektedir ama o da insanı kurtaramadığına göre, Petrarca’nın Hıristiyan inancına güveni sarsılmış demektir: Sert bir yaşama savaşı içinde savaşan insan, bu dünyayı evrensel bir acı olarak yaşar.

Petrarca, insan yaşamının nihai hedefi olarak belirlediği mutluluğa, ancak iç ve dış etkilerden ve bu arada özellikle bir takım tutkulardan bağımsız olmakla erişilebileceğini ileri sürmekteydi. Ona göre insan mutluluğunun olmazsa olmaz koşulu olan özgürlük ve sükunete yalnız yaşamak ve bu yalnızlığı içinde tefekkürde bulunup yazmak suretiyle erişebilirdi. Ama yine de Petrarca, belli bir noktadan sonra Tanrı’yı işaret eder. Ona göre, insan gerçek bir huzura, hele ölüm bilmecesi karşısında duyulan korkunun dinmesine ancak Tanrı’ya beslenen inanç ve umut ile varabilir.

Plethon
Rönesansta Aristotelesçi Skolastiğe karşı yapılan tepki, Platon’a karşı bir sevgi ve saygı beslemeye varmıştı. Başlangıçta Platon’a karşı bir hayranlık olarak kendini gösteren bu ilgi, daha sonra 15. Yüzyılda Floransa’da kurulan Platon Akademisi ile sistemli çalışmalar biçimini kazandıracaktır.


Rönesans İtalya’sında Platon üzerindeki araştırmaları Bizans’tan gelen bilginler başlatmıştır. Bunların başında İstanbullu Georgios Gemistos Plethon (1355-1450) yer alır. Platon üzerine verdiği konferanslar ve dersler ile Platon felsefesi için kazandığı birçok kimseler arasında, o zamanlar Floransa şehir devletinin başında bulunan Cosimo Medici de vardır. Platon felsefesine büyük bir sevgi ve hayranlık duyan bu devlet adamının yardım ve desteklemesiyle Platon Akademisi (1459) kurulmuştur.

Gerçekten de bu akademi, uzun zaman Platon üzerindeki inceleme ve araştırmaların canlı bir merkezi olmuştur: Platon’un bütün yapıtları burada çevrilmiş, Skolastiğe ve Aristotelizme karşı Platon’un savunulması buradan yapılmış, Platonizm üzerindeki yeni görüşler bütün İtalya’ya ve Avrupa’nın başka yerlerine hep buradan yayılmıştır.

Plethon, Platon felsefesini Yeni-Platonculuktan pek ayırmaz; göz önünde bulundurduğu, felsefi olmaktan çok dinidir; o Kilise ve devlete yeni bir temel arıyordu; bunu da Aristoteles’e dayanan Batı Skolastiğine karşı olarak, Platon felsefesi ike Yeni-Platonculukta buluyordu.

Ficinus
Platon Akademisinde yetişen bir diğer filozof Marsilius Ficinus’tur. (1433-1499) Platon’un eserlerini bizzat kendisi çevirmiştir. Ficinus’a göre, Platon ile Aristoteles’in felsefeleri bir ve aynı aklın ortaya koyduğu doğrunun iki biçimde dile gelmesidir. Ona göre, insan ruhu Tanrı’dan türemiştir, ölümden sonra yine Tanrı’ya dönecektir; evren en başında bir olanın yani Tanrı’nın bulunduğu uyumlu bir basamaklar ülkesidir; evrenin bütün bağlantıları insan ruhunda toplanır, düğümlenir; bu yüzden insanda bütün evreni bilmek gücü vardır.


Ficinus bir yandan Platonik aklın görevinin Hıristiyan inancını doğrulayıp desteklemek olduğunu söylerken, diğer yandan da kendisine Tanrı tarafından yüklenmiş misyonun, doğru felsefeyi hakiki dinin yararına olacak şekilde canlandırmak olduğunu düşündü. O, sadece imanın rehberlik edemeyeceği insanlara hakikat yolunda bir tek aklın ve en yetkin felsefenin rehberlik edebileceğini savunuyordu.

Gaza
Rönesansta Platonizme paralel olarak, onunla hemen hemen aynı zamanda, Aristoteles felsefesine de yönelinmiştir. Yeni bir dünya ve hayat anlayışıyla ‘eski’yi aşmak isteyen Rönesans, Skolastik ile savaşırken onun içinde Aristoteles’i  karşısında buluyordu. Antik çağın kültür değerleri örnek ve kılavuz olarak seçilirken, Aristoteles’e göz yumulamazdı.

Rönesansta Aristoteles felsefesi ile uğraşan hümanistlerin başında Bizanslı Theodorus Gaza (ölümü 1478) yer almaktadır. Gaza, Aristoteles’in yapıtlarını hümanist bir anlayışla yeni baştan çevirmiş ve etrafına bu yönde çalışmak isteyen pek çok öğrenci toplamıştır. 


Rönesans Aristotelizminin içinde, Aristoteles felsefesinin gerçek formuna varmak isteyen hümanistler yanında, bu felsefenin büyük yorum ve açıklamalarını kendilerine çıkış noktası yapan iki akım bulunmaktadır: İbni Rüşdcüler (Averroistler) ve Alexandristler. Aristoteles felsefesini doğrudan doğruya kaynağından değil de yorumlarından ele alan bu iki grup, yine de anlayış ve ruhça Rönesans düşünürleri sayılabilir; çünkü aralarındaki tartışmada ortaçağın dine bağlı görüşünü aşıp Rönesansın özgür düşüncesine çok yaklaşmışlardır.

Rönesansta Platonizmin merkezi Floransa idi, Aristotelizminki ise Padua’dır.

Pomponazzi
Rönesanstaki Aristotelesçilerin en büyüğü Pietro Pomponazzi’dir. (1462-1524) Pomponazzi, ruhun ölümsüzlüğü tartışmasında naturalist-materyalist bir görüşü savunmuştur. Bu arada, aklın bulduğu ile dinin öğrettiği ayrı ayrı doğrulardır, birine göre doğru olabilen, ötekine göre yanlış olabilir diyen ‘çifte doğruluk’ öğretisine sığınmışsa da Kilisenin aforozundan kurtulamamıştır. 


Rönesansın Aristotelizmi bu çağın tutumuna uygundur; çünkü hepsinin amacı, Skolastik olmayan bir Aristoteles’in de olduğunu göstermek; öğretisini gerçek biçimiyle ortaya çıkarmak ya da hiç olmazsa, bu öğretiye dinin baskısından bağımsız olarak dayanmaktır.

Machievelli
Rönesans önemli bir teorik filozof yetiştirmemiş olmasına ragmen, siyaset felsefesinin oldukça şöhretli bir kişi yetiştirdi: Niccolo Mavhievelli (1469-1527). 


Rönesans döneminde siyasetin doğuşu, antik metinlerin yeniden keşfedilmesinin sonucu değildir: Ortaçağ teolog ve filozofları Aristoteles ve Platon’un bu konudaki eserleriyle haşır neşir idiyse de onlara göre dünyanın düzeni genelde metafiziksel kaygılarla bağlantılıydı. Machievelli’nin yazmış olduğu bir mektupta kullandığı ‘Aristoteles’in parçalanmış cumhuriyetler konusunda ne dediğini bilmiyorum’ şeklindeki ifade, onun düşüncelerini genel anlamda yansıtır; nitekim Machievelli modern siyasi olay ve olguların anahtarını klasik yazarlarda bulamaz ve zaten soyut modellere inanmaz.

Aristoteles’in de görüşleri doğrultusunda, insanlar siyasi hayvanlardır ve bir ulusu, bir devleti oluşturan bir birey bütünü olarak görülmelidirler. Machievelli için asıl mesele, yurttaşın tabi olduğu toplumdur, kamusal bütündür; insanın tek başına hareket ettiği ahlak dünyasının göz önüne alınmaması bundandır.

Machievelli’nin önemi, yeniçağ tarihinin ana düşüncelerinden biri olan ulusal devlet idesinin temsilcisi olmasıdır. O zamanki İtalya’nın parçalanmış, yurttaşlarının birbirine düşmüş durumundan acı duyan Machievelli, yurdunun kurtuluşunu güçlü ve birlikli bir ulusal devlet olarak ortaya çıkmasında bulur. Onun ideali; kuvvete dayanan ulusal devlettir.

O, bir hümanist olarak, antik devleti, özellikle de güçlü ve fatih ruhlu Roma İmparatorluğu’nu hep ideal örnek olarak göz önünde bulundurur ama bu antik ideali ulus devlete dayandırır. Ona göre, bir devlet ulusa dayanıyorsa yeterli gücü var demektir; devlet bütün gücünü bu kökten almalı, karşısında ve üstünde Kiliseyi bulmamalıdır.

Machievelli devletin temeli veya reformdan geçirilmesi açısından mutlak egemen veya yasa koyucunun gerekli olduğunu düşünmüş olsa da, onun yönetim ideali mutlak monarşi değildi. Roma cumhuriyetini kendisine model alan, hukukun hayata geçirilmesi ve halkın yönetime belli ölçüler içinde katılması durumunda devletin, hanedanların mutlak kralların devletinden daha istikrarlı olacağını öne sürer.

Machievelli, her şeyden önce iktidarını ve birliğini bir güç politikası ile tesis edip devam ettiren egemen bir iktidar aygıtı olarak devlete vurgu yaptığı için modern bir politika düşünürüdür. O, ikinci olarak veya çok daha önemlisi, siyaseti ahlak ve dinden bağımsız özerk bir alan olarak tasarladığı için, modern siyaset teorisinin kurucusu olmak durumundadır.

Montaigne
Yaşadığı yıllar Rönesans sonlarına rastlayan Michel de Montaigne’in (1533-1592) düşücesinin temelinde, katkısız bir Rönesans hayat duygusunu buluruz. O da individualist ve hümanisttir; insan hayatı, insan doğasının yapısı onun da başlıca konusudur. Onu diğer hümanistlerden ayıran en önemli hususun, Yunan felsefesi bağlamında benimsediği kuşkucu yaklaşım olduğu söylenebilir.


İnsan hayatı üzerindeki zengin görgülerini, insanoğlunun inançları ile uğraşlarının rölatifliğini kavramış ince sezgilerini zarif bir üslupla dile getiren Essais’sinde (Denemeler) ‘Her şeyden once ben kendimi araştırıyorum; benim fiziğim de metafiziğim de bu’ der. O kendi ‘ben’inde insanı bulmak ister; kendinde aradığı insan doğasının ta kendisidir; ona gore sonsuz doğa her insanda kendini ayrı bir biçimde gösterir.

Buradaki insan anlayışı, yine Stoa görüşüne dayanmaktadır. Denemeler’deki hava, Cicero’nun, Seneca’nın, özellikle de Plutarkhous’un dünyasındaki havadır. Bunun yanında antikçağın septisizmi de Montaigne’de en ince temsilcisini bumuştur.

Montaigne’nin bireyselciliği ile insanı en iç özünden yakalayan hümanizmi, onu her türlü dogmatizmin düşmanı yapmıştır. İnsanın sürekli değişen ilintileri içinde doğruyu nasıl bulmalı? Bu soru karşısında girilecek biricik yol şüphedir. Ancak, şüphe de son söz olmamalıdır; bir şeyi bilmediğimizi söylememeliyiz, son sözümüz ‘ne bilmiyorum?’ olmalıdır.

Reformasyon
İnsanın kendi iç dünyasında ‘yeni’yi arayan Rönesans felsefesi, yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve devlet anlayışı da getirmiştir. Yeni din anlayışı da en başta, Reformasyon denilen büyük din akımıyla kendini gerçekleşirmiştir.

Reformasyon, Rönesansın bir ana düşüncesinin din aleyhine uygulamasıdır diyebiliriz. Çünkü başlangıçta kişisel bir dindarlığı kendisine çıkış noktası yapan Reformasyon, sonunda bi kilise kurmuşsa da yine hiçbir zaman bu ana ilkesinden büsbütün ayrılmış değildir: Bu kilise, ortaçağ kilisesinde olduğu gibi, tek kişinin varlığını hiçbir zaman kendi içinde eritememiştir; insanın doğal yönüne hep değer vermiş; ona dünyadan elini eteğini çekmemeyi öğütlemiş, aile ve devletin bağımsızlığını savunmuştur. İşte insan hayatının bu doğal yönüne hep değer vermesi, ortaçağ kilisesinin ezici otoritesine karşı ayaklanması, bu kilisenin bozduğu Hıristiyanlığın başlangıçtaki biçimine dönmek isteyişi ile Reformasyon tam bir Rönesans akımıdır.

Pek çok sosyal ve tarihsel faktörün bir sonucu olan reformasyonu yaratan şey; esas itibariyle, papalığın veya Katolik Kilisesinin kutsal kitapta vahyolunan original Hıristiyan inancını ihmal ve ihlal etmesi olmuştur. Çok daha etkili bir neden, onun para karşılığında günah çıkartma uygulamasını başlatarak, Rönesansı mimari ve sanatsal açıdan hayata geçirecek görkemli inşayı finanse etme teşebbüsüydü. Kısacası, Kilise Hıristiyan imanı ve hakikatin kutsal aracı olarak saygıyı hak etmeme noktasına gelmişti.  Dinde reform hareketi, Roma Katolik Kilisesindeki gerileme ve yozlaşmaya karşı bir tepki olarak ortaya çıktı.


Katolik Kilisesinin, imanı kutsamaya dayalı meşrulaştırmasından yoksun kalan Protestan, zaman içinde ahlaki disiplinin ve bu dünyada çalışmanın kutsal olduğunu bildiren bir tavır geliştirmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Protestanlığın mücadele eden Hıristiyanın kendisini disiplinli çalışmaya ve bu dünyanın işlerine durmamacasına ve başarılı bir şekilde cevap vermesi durumunda, seçilmişler ve kurtulmuşlar arasında yer almasının gerçek emarelerine sahip olabileceğini dile getiren bir kaza ve kader anlayışı geliştirdiği söylenebilir.

Protestan din adamları, Katolik din adamların kadar bağnazdı; yine de çok geçmeden Protestan ülkelerde düşünce özgürlüğü, Katolik ülkelerde olduğundan daha fazla oldu; çünkü Protestan ülkelerde din adamlarının gücü daha azdı.

Kapitalizmin gelişmesinde doğrudan bir destek temin eden Protestanlık, bir din hareketi olarak, çok paradoksal bir biçimde sekülerleşmenin veya dünyevileşmenin en önemli dayanaklarından biri olup çıkar.

Luther
Hıristiyanlık dünyasında Katoliklik ile Ortodoksluk yanında üçüncü büyük ayrılık olan Protestanlığı yaratacak süreci Alman rahibi Martin Luther (1483-1576) başlatmıştır. Reformasyonun başlamasının dış nedeni, Luther’in 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı ünlü 95 tezidir. Bu tezlerinde Luther, Katolik Kilisesinin sapıtmasını, para karşılığında günah bağışlama belgelerini satmasını şiddetle yeriyordu.


Reformasyonun başlıca kaynağı Alman mistisizmi deninebilir. Bu mistisizmin kökleri de ortaçağdadır ve bütün öteki mistik çığırlar gibi, onun da kaynağı Yeni-Platonculuktur. Evrenin, içindeki bütün varolanlarla birlikte, tek varlığın özünden fışkırmış olduğu (emanation) tasavvuru, Yeni-Platonculuğun ana görüşüdür. Tanrı’yı doğrudan doğruya kendi içinde aradığı için Kilisenin aracılılığını reddeden bu gönül dindarlığı, zaman zaman Hıristiyan dogmasının sınırlarını aşan coşkunluk ve taşkınlık yüzünden kovuşturmaya uğramış ve ancak yeraltı akımı olarak yaşayabilmişti.

Reform teolojisinde Kitabı-ı Mukaddes’in merkezi öneminin kabulü ve insan mantığının zayıflığı konusundaki ısrar, bilimsel gelişmelerin karşısındaki zımni bir engel olarak yorumlanabilir. Luther, aklın faaliyet aleyhine dünyevi konuların incelenmesiyle sınırlandırarak ve ilahi konuları açıklama iddialarını yasaklayarak aklı, içeriğini ve inceleme kapsamını şartlandırarak teolojik ipotekten kurtarır. Luther’e göre özgür irade dar anlamda, sadece her şeye kadir olan ve eylemleri harici iyilik kriterlerine uyduğundan değil de kendinden iyi olan Tanrı’ya ait olan bir irade gücüne işaret eder.

Skolastiklerin akıl ile imanı rasyonel bir teoloji çerçevesi içinde birleştirme çabalarına şüpheyle bakan Luther’e göre, insanın bilme ve doğal dünyayı analiz etme yoluyla hayata geçirdiği akla dayalı ‘doğal teoloji’ diye bir şey yoktu, söz konusu dahi olamazdı. Onun bakış açısından seküler akıl ile Hıristiyan hakikati arasında gerçek bir uzlaşma ya da sentezin tesis edilebilmesi mümkün değildi. Yalnızca Kutsal Kitap insane Tanrı’nın kesin ve kurtarıcı bilgisinin yollarını sunup öğretebilirdi.

Bodin
Aynı atmosferin yetiştirdiği bir başka ünlü hukuk ve devlet teorisyeni de Fransız Jean Bodin’dir. (1530-1596) Hümanist bir çevrede yetişen Bodin, devrin en önemli siyasi yazarlarından biridir. Machievelli güçlü ulusal devlet düşüncesinin filozofu idi, Bodin ise monarşi idesinin filozofudur. İkisi de güçlü, otoriter bir devlet kurmak istemiştir. Çünkü, Machievelli’nin İtalya’sı Kilisenin körüklediği entrikalar yüzünden parçalanmıştı, Bodin’in Fransa’sı ise mezhep kavgaları yüzünden bölünmüştür.


Bodin’in yaptığı en büyük katkı, politik düşünceye ‘egemenlik’ kavramını getirmiş olmasıdır. Bodin, ortaçağdan gelen kralların ilahi yönetme anlayışını reddeder; monarşiyi hukuksal ve felsefi temeller üzerine oturtarak ona dinden bağımsız bir anlam kazandırır. Böylelikle iktidarı egemenlik gücü olarak kavramsallaştırma işini gerçekleştirmiştir.

Bodin’in öğretisinde Machievelli’den ayrılarak, hukuka başlı başına yer vermek eğilimi bulunmaktadır. Çünkü ona göre devletin başında bulunan ve mutlak olarak egemen olan kimse ya da kimseler, ahlak ve doğal hukuk yasalarına itaatle yükümlüdürler. Böylece, ahlak ile doğal hukuk devletinin egemenliğinin sınırlarını çizmektedir. Oysa Machievelli’de hukuk devlete bağlı idi ve devletin bittiği yerde hukuk da bitiyordu.

Dinden bağımsızlaştırdığı devlet anlayışına geçtiğinde, Bodin devletin kendisinden çıktığı temel sosyal birimin aile olduğunu söyledikten sonra, devleti ‘birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin adaletle yönetilmesi’ olarak tanımlar. Devlete özgü temel nitelik, onun egemenlik ile donatılması olmakla birlikte, birlikli ve birleştirici kamusal iktidar anlamında devleti diğer iktidar yapılarından ayıran üç öğe daha vardır: Adalet, Aileler ve Ortak şeyler.

Grotius
Rönesans içinde ilerleyip de bu çağın sonlarına vardığımızda, doğal hukuku devletin temeli yapan bir düşünür de Hollandalı Hugo Grotius’tur.(1583-1645) Machievelli ile Bodin, ülkelerinin dağınık ve karışık bir döneminde yaşamışlardı. Grotius ise tam tersine, ulusal birliğini kurmak, bağımsızlığını elde etmek yoluna girmiş, zengin sömürgeler edinmiş, büyük bir kalkınma içindeki Hollanda’da yaşamıştır.


Grotius’un temel çıkış noktası, sonradan Descartes’ın formülleştireceği, Aydınlanmanın kendisine temel yapacağı akıl anlayışıdır. Bu kendine yeten akıl anlayışı sayesinde Grotius, bağlayıcılığını Tanrı olmadığı zaman dahi koruyacak bir hukuk öğretisi geliştirir. 

Grotius, Stoa felsefesinden gelen bir anlayışla, pozitif hukuk ile doğal hukuk arasında bir ayrım yapacaktır. Pozitif hukuk, insanın kendisinin tarih içinde şu ya da bu nedenle isteyerek koymuş ve kurmuş olduğu hukuktur. Doğal hukuk ise insanın akıllı özünde yerleşik olan, dolayısıyla tarih içinde değişmeyen, her türlü pozitif hukuktan önce ve üstün olan bir hukuktur.

Yine antikçağda önce Sofistlerde sonra Epikürosçularda bulduğumuz bir görüşü ele alan Grotius, devleti bir sözleşmeden türetir. Toplumlaşma, insanın yine akıllı doğasında barınan bir gereksinmedir; gerek bu gereksinmeden meydana gelen toplumu gerekse kendi yararını korumak için, insanlar aralarında sözleşip kendi istekleriyle birleşmişlerdir.

Grotius’a göre insanın ilk ve en asli hakkı mülkiyet hakkıdır. Devlet de mülkiyet ve mülkiyetin korunması zorunluluğu ile ortaya çıkmıştır. Grotius, insanın yaşama hakkını da mülkiyet çerçevesinde ele alır. Ona göre, insan vücudu üzerinde mülki haklara sahiptir ve savaşta esir olan bir kimse mülkü olan vücudunu satabilir. Bu anlayışla Grotius’un köleliği haklı göstermeye çalıştığını görüyoruz.

Grotius öğretisinin temel noktalarından biri de bireydir. Bireye doğanın sağlamış olduğu, insan eliyle meydana gelmiş olan her türlü düzenin üstünde olan haklara dokunulamaz, bunlar feda edilemez. Ona göre, yeni bir devlet düzeni kurarken, doğal haklar sarsılmaz ve sınırlanamaz bir temel olarak ele alınacaktır. Onun bu düşüncesi de liberalizmin ana dayanağıdır.

Althusius
Bu dönemde Monarchomachlar demokrasi talebini dile getiren ilk grup olur. Bu düşünürler tek başına egemen (monark) fikriyle savaşmışlardır. Onlara göre devletin başındaki egemen Macchiavelli’nin aksine halkın efendisi değil görevlisidir. Asıl egemen halktır. Hükümdar görevinin sınır ve sorumluluklarına bağlı olarak hareket edebilir ve eğer bu sınırını aşarsa halk ayaklanabilir. Bu düşünürlerden Johannes Althusius (1557-1638) halkın egemen olduğunu düşüncesini ilk dile getiren olmuştur.


Bodin gibi Althusius da egemenlik kavramını devlet öğretisine çıkış noktası ve temel olarak alır; Egemenlik bir bütündür, bölünemez, parçalanamaz, bir başkasına aktarılamaz. Ancak Bodin egemenliği tek bir kişinin eline veriyordu, Althusius’a göre ise egemenlik sadece halkın elinde bulunabilir; çünkü devlet bir sözleşmeden doğmuştur, dolayısıyla egemenlik devleti kuranların yani halkın hakkıdır.

Bu ‘halk egemenliği’ düşüncesini ilk ve olabilecek en açık bir biçimde koyan Athusius’un halkın doğrudan yönetimini öngördüğü anlamına gelmez. Onda iktidar, yine sözleşmeye dayalı bir yasa yoluyla devletin yönetici güçlerine aktarılır. Althusius, yönetme yetkisinin kendisine devredileceği yönetici güç olarak kral da olabilen bir yüksek kamu görevlisi tasarlar.

More
İtalya’da Tommaso Moro olarak bilinen filozof ve siyasetçi Thomas More, VII. Henry’den sonra İngiltere Lordlar Kamarası başkanlığına getirildi. Ancak kral Anne Boleyn’le evlenmek için kendisine erkek varis veremeyen Aragonlu Catherin’den ayrılabilmek için İngiltere Kilisesini kurup kendini de lider ilan etmek ve papanın üstünlüğünü reddetmek için geçirdiği Egemenlik Yasasını More’un Kabul etmemesi üzerine tutuklanıp idam edildi.


More, neredeyse sadece Ütopya (1518) eseriyle hatırlanır. Ütopya, güney yarım kürede, her şeyin olası için en iyi şekilde yapıldığı bir adadır. Bu roman sadece bir roman değil, ideal bir devlet düzenini yansıtan bir yapıttır. Ütopya’da Platon’un Devlet’inde olduğu gibi her şey ortaktır; çünkü özel mülkiyetin olduğu yerde kamu yararı gelişemez ve komünizm olmadan eşitlik olamaz.

Adaletsizlik ve eşitsizliğin kökeni özel mülkiyete atfedilir: Ütopya toplumundan ilk olarak bu nedenle söz edilir ve tabi olduğu az sayıdaki yasanın, mülkiyet eşitliğini, kimsenin muhtaç olmayacağı şekilde düzenlediğini anlatır. Hayali Ütopya’ya yapılan bu atıf, devletin tek kurtuluş yolunun yurttaşlarının eşitliği olduğu ve özel mülkiyet söz konusu olduğu sürece eşitliğin de elde edilemeyeceğini anladığı söylenen Platon’a atıfla güçlendirilir: Özel mülkiyet, kıskançlığın ve hırsın başlıca nedeni, insanın zenginliğini arttırma arzusunu harekete geçiren yay, insanlar arası ihtilafların ve yoksulluğun yayılmasının asıl nedenidir. Mülklerin eşit ve kalıcı şekilde paylaşılması her türlü mülkiyetin ortadan kaldırımasını beraberinde getirir.

Ütopya devleti mülkiyet ortaklığına dayanır; burada para yoktur, bunun yerine düzenli bir eşya değiş tokuşu vardır. Ama özel mülkiyetin yasak olduğu bu adada aileler vardır; bunlara gereksinmeleri parasız olarak dağıtılır. Bu adanın insanları günde sadece 6 saat çalışırlar; ağır işlerde, savaş esirlerinden ya da ölüm cezasına çarptırılmış suçlulardan devşirilmiş köleler kullanılır. Ütopya’da da köleliğin devam ettiğini görüyoruz. Ütopya devletinin yöneticileri, tıpkı Platon’da olduğu gibi, sıkı bir eleme ve eğitimden geçerek yetiştirilir. Thomas More’un hem realist bir görüşle hem de ütopik bir radikalizm ile yazılmış olan bu yapıtının modern devlet teorileri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur.

Erasmus
Rönesans hümanizminin önemli şahsiyetlerinden bir başkası da Desiderius Erasmus’tur. (1465-1536) Deliliğe Övgü adlı eseriye nam salmıştır. Buna göre teolojinin gerçek iman, Papalığın da düşünceler ve vicdanlar üzerine kurduğu hegemonyaya şiddetle karşı çıkan Erasmus, gerçek Hıristiyanlık ruhunu antikçağın basitlik ve yalınlığında aramıştı. Erasmus’un tek bir kaygısı vardı: Kitabı Mukaddes’in dilini bozmamak, değiştirip saptırmamak.


Gerçekten de O, metnin dışında hiçbir otoritenin yazıyla yorumu arasına giremeyeceğini ve girmemesi gerektiğini söylerken, inanan ile metin arasına giren ilahiyatçılar ile din görevlilerinin tutumunun peşinen yanlış olduğunu savunmuştur.

Deliliğe Övgü, işte bu yönden, felsefi-dini metnin yorumu alanından önemli bir yapıttır. Esere iki görüş egemen olmuştur. Bunlardan birincisine göre, yalın ilahi hakikat dışında hiçbir şeyin kesin olmadığı bir yer ve zamanda, kişinin kendisini bilge sanması, bir alim olarak değerlendirmesi gerçek bir çılgınlık ya da delilikten başka bir şey değildir. İkinci görüşe göre ise gerçek bilgelik deliliktir. Gerçekten de deli, Erasmus’un bakış açısından çoğu zaman bilge olup, hiçbir şey bilmediğini bilen ve hakikatin ortaya çıkmasına yardım eden kişidir. Deli, çoğu zama peygamberdir. O, öngörü sahibidir, ama inandırıcı olmasının, Kabul görmesinin henüz zamanı gelmemiştir.

İnsanın kurtuluşu, sadece Tanrı’nın inayeti aracılığıyla olur. İnsanın işlediği günahın kölesi olup çıktığını bildiren Erasmus, onun bu durumdan sadece Tanrı’nın inayetiyle kurtulabileceğini söyler. Erasmus’un bakış açısından irade özgürlüğü, günahla yaralanmış olsa bile, bütün insan soyunun sahip olduğu önemli bir güçtür.

Modernliğin yürekli filozofu olduğu kadar antik dünyanın da aydınlık mirasçısı olan Erasmus, mezhep çatışmalarının hüküm sürdüğü bir çağda oldukça tutarlı bir tolerans anlayışının temsilciliğini yapmıştır.

Bilim Hareketi
Rönesansın başarısı sadece hümanizm ve din alanında tezahür etmedi; asıl bilim ve siyaset alanında gerçekleşti. Gerçekten de Rönesans biliminden yararlanma açısından kesin bir başarı dönemini ifade eder. Başka bir deyişle, Rönesans dönemi, 17. Yüzyılda doruk noktasına erişecek bilimsel devrimin birinci evresini temsil eder. İşte bu süreçte, yeni modern bilimin ilk kez Rönesansta büyük bir güçle ortaya çıkışında birçok factor önemli rol oynamıştır.

Bizim bugün anladığımız pozitivist doğa biliminin ortaya çıkması için önce bunun felsefi temelinin hazırlanmasına ihtiyaç vardı. Rönesans insanı yeniye açık olsa da henüz ‘radikal’ doğa tasarımları ve bilimi ortaya çıkaracak yetkinlikte değildi ve bunu gerçekleştirebilecekleri politik ve dini ortam söz konusu değildi. Rönesans’ın doğa anlayışını tek bir düşünürün değil, bir çok düşünürün ortaklaşa yapıtı olduğunu da böylelikle daha iyi görebiliriz.

Hayal gücüne dayalı bu ilk denemelerin ilerleyebilmesi için o sırada gelişmekte olan matematik ve çeşitli keşif ve icatları gerektirmişti. Aynı zamanda keşifler ve icatlar çağı olan Rönesans’ta Amerika Kıtası keşfedilmiş, yeni deniz yolları açılmış, pusula, barut, basım ve optik aletler bulunmuştu. Bu keşif ve icatlar Avrupalının gerek coğrafya gerekse kozmografya ufkunu birdenbire genişletmişti; bunu takip eden şey de gerçek doğa bilgisine duyulacak ihtiyacın gerektirdiği çalışma olacaktır.

Ortaçağ felsefesi doğayı araştırmıyor, yalnız antikçağdan amış olduğu tabloya, kavramlara, temiz, açık sınırlar çizerek bir düzen vermeye çalışıyordu. Rönesans felsefesi ise doğanın binbir görünüşü arkasında saklanan kuvvetlere sokulmak ister; bu kuvvetleri bilmek, aynı zamanda, onlara egemen olmak demektir; doğaya egemen olmak da doğa bilgimizin doğruluğu için kesin bir ölçüttür.

Cusanus
Rönesansın ortaçağınkinden büsbütün ayrılan doğayı ele alış şekli, ortaçağ ile yeniçağ sınırları üzerinde yetişmiş olan bir Alman düşünüründe, Nicolaus Cusanus’ta (1401-1464) buluruz. Cusanus’un içinde yetiştiği dönem eski düşüncelerle yenilerin karıştığı, eski ile yeni arasında uzlaşmaların arandığı bir aralıktır. Cusanus, bir yandan Skolastik ile mistisizm dünyasının içindedir, öbür yandan da doğa bilgisi ile matematiğin ilk başlangıçlarını ortaya koymaktadır.


Cusanus’a göre, Tanrı ile doğa aynı şey değildirler. Tanrı’da karşıtlar bir birleşmeye varmışlardır; doğada ise uzay ve zaman içinde dağılıp ayrılmış görünürler. Doğa, Tanrı’da tam bir birlik halinde birleşmiş olanın bir açınımı, bir evrimidir. Bunun nasıl olduğu, karşıtların mutlak birliğinden doğadaki aykırı kuvvetlerin nasıl doğduğu, insan düşüncesinin çözemeyeceği büyük bir bilmecedir.

Cusanus, bilgilerimizin rölatif olduğunu bulmuştur. Ona göre örneğin atom kavramı rölatiftir; çünkü nesnelerin bölünmesini düşünmede sonsuz olarak ileri götürebiliriz ama gerçekte bu bölme bir yerde durup kalır; işte küçüklüğü dolayısıyla artık bölünemeyen parça atomdur; yalnız gerçekteki bu durup kalma,  en küçük parçaya varılmış olduğu demek değildir.

Da Vinci
Yalnız büyük bir ressam, büyük bir mimar değil, aynı zamanda derin bir bilgin, çok becerikli bir teknik adam da olan Leonardo Da Vinci (1452-1519), bu çok yanlılığı ile tam bir Rönesans insanıdır. O, çeşitli alanlardaki yorulmak bilmeyen çalışmaları ve yaratıcılığı ile kendisinden sonraki yüzyılların birçok düşünce buluşlarını önceden sezmiş, bunlara yol açmıştır.


Hemen her türlü amaç için bir makine icat edebilecek Leonardo, hayatı boyunca doğanın ve toplumun temellerini derinden kavramaya, tabiata nüfuz etmeye çalışmıştır. Bu çabasında okullu olmamış, üniversite eğitimi almamış olmasının, dolayısıyla da unutmak zorunda olduğu bilgilerin azlığının faydasını görmüştü. Ne var ki tam da aynı nedenden dolayı, düşüncelerini sonuna kadar götürmek ve başkalarını ikna etmek için gerekli sistematik anlayıştan, kurumsal donanımdan ve matematik bilgisinden yoksun kalmıştı.

Da Vinci’ye göre, deney bilimin temelidir ama duyular yalnız gereçleri sağlarlar, bunların sonra rasyonel bilgi olarak işlenmesi gerekir; bilim kesinliğe, ancak matematiğin kullanıldığı yerde ulaşır.

Da Vinci’de dağınık bir halde, sistemsiz sezgiler ve öngörüler olarak bulduğumuz şu düşünceler: Doğa araştırmasına temel olarak deneyi almak, doğanın yasalılığını ancak matematik ile kavrayabileceğimiz, nihayet bilim ile Pratik arasında sıkı bir bağlılık olduğu düşüncesidir.

Telsius
Rönesansın doğa felsefesinde ampirizmin baş temsilcisi olan Bernardius Telsius (1508-1588) Aristotelesçi Skolastiğe karşı koyar; kendini otoritelerden kurtarmış, bağımsız bir doğa bilgisinin gelişmesine engel olduğu için Aristoteles felsefesinin bütün akademilerden kovulmasını ister. Ona göre skolastik felsefedeki aklın sonuç çıkarmalarıyla elde edilen bilgiler gerçeğin bir tahmini olmaktan öteye geçemezler; bunlar deney doğrularsa kesin bilgi olabilirler.


Telsius’u önemli kılan bir diğer unsur da deneyime dayalı bir bilim kurma denemesidir. Ona göre insan ruhunun, duyu izlenimlerini alma gücü ya da işlevi olup, duyu algısıyla başlayan akıl yürütmenin deneysel olarak doğrulanması gerekir. Onun yöntemi deneysel bir yöntemdir, zira Telsius doğaya ilişkin bilgi için skolastik soyutlamaları tamamen bir tarafa bırakırken, duyu-deneyine başvurur ve akıl yürütmeyi çoğu zaman gelecekteki duyu-deneyini geçmiş deneyim temeli üzerinde öngörme işlemi olarak değerlendirir. Bununla birlikte, onun bu noktada kalmayıp, duyu algısı tarafından deneysel olarak doğrulanabilenin ötesine geçen bir felsefe öne sürdüğü söylenebilir.

Kopernik
Rönesans düşüncesinin en büyük başarısı olan yeni doğa bilimi, tek bir düşünürün değil, birçok düşünürün ortaklaşa yapıtıdır. Ortaçağın doğa tablosunu yıkıp bunun yerine yeni bir doğa görüşü koyma işinde irili ufaklı bir sıra düşünürün payı olmuştur. Ancak, yeni doğa anlayışını son kesin biçimde yaklaştıran, bu anlayışın bugüne dek değişmeyecek temelini kuran Nikolaus Kopernikus (1473-1543) olmuştur. 


Kopernik’in öğretisinin getirdiği yenilik, çok büyük ve günü için tehlikeli bir devrimdi, çünkü binlerce yıldan beri inanılan ve Kilisenin resmi görüşü olan bu evren tasavvurunu altüst ediyordu. Yeni teori, jeosentrik bir anlayış yerine heliosentrik bir anlayış koyuyordu: Aristoteles-Ptolemaios sisteminde bütün gökcisimleri evrenin merkezinde bulunan ve kendisi duran yerin etrafında hareket ediyorlardı. Kopernik ise şimdi bu tabloyu tersine çeviriyor, güneşi ortaya koyuyor, içlerinde bir de kendi ekseni üzerinde dönen yerin de bulunduğu öteki gezegenleri güneşin etrafında döndürüyordu.

Kopernik’in getirip kesin olarak yerleştirdiği görüş, yalnız bir astronomi öğretisi değildir. Gerçi bu öğreti ortaçağın dayandığı Aristoteles-Ptolemaios sistemini altüst etmiş, bunun yerine bugüne kadar bütün doğa bilimi görüşlerine temel olacak bir açıyı getirmiştir. Ama bu öğretinin felsefe bakımından önemi daha büyük olmuştur. Çünkü onunla insanın bakışları yerin darlığına bağlanmaktan kurtulup evrenin sonsuz genişliğine açılmıştır. 

Ortaçağ, yeri etrafında evrenin dolandığı merkez yapmakla, yerin üzerinde barınan insanı da her şeyin merkezi yapıyordu; evrenin varoluşunun temeli insandı, evrendeki her şey insan içindi. Kopernik’in öğretisi ile şimdi yeryüzü sonsuz evren içinde bir toz tanesi gibi küçücük bir şey, sayısız yıldızlardan bir yıldız oluvermişti; insanın yurdu da artık bu küçücük toz tanesi idi. İşte ondan böyle bir sonucun çıkacağını anladığı için Kilise, bu öğreti ile kıyasıya savaşmıştır.

Bruno
Yeni öğretiyi sonuna kadar düşünüp ondan sonra doğa bilgisi ile felsefe bakımından çok önemli sonuçlar çıkaran, böylelikle yeni evren görüşünün kesin olarak yerleşmesine yol açanların başında Giordano Bruno (1548-1600) gelir. Rönesansın bu geçit döneminin yeni düşünceleri yeşerten o tedirgin ve ölçüsüz kaynaşması, Bruno’da en güzel yankısını bulmuş gibidir.


Bruno’nun dünya görüşünün kökleri Kopernik sistemindedir. Doğanın sınırsız ve sonsuz olduğu görüşü Bruno’nun  felsefesinin ana direklerinden biridir.  Esasen evren, Tanrı’nın kendini gerçekleştirdiği bir yerdir; sonsuz bir etkinlik olan Tanrı, kendini ancak sonsuz olan bir evren içinde gerçekleştirebilir. Sonsuz evren içinde sayısız dünyalar vardır; her yıldız kendi ekseni ve kendi güneşi etrafında döner. Evren, birliği olan bir bütündür.

Tanrı hem ‘en büyük’  hem de ‘en küçük’tür; en büyük olan evrenin kendisidir, en küçük olarak da her sonlu nesneyi belirleyen, onu nesne yapan bireysel hayat ilkesidir. Bundan dolayı yalnız insan değil, her varlık tanrısal özün bir aynasıdır, her şey özü bakımından Tanrı’nın kendisidir; yalnız her bir şey kendine göre, yani bütün öteki şeylerden ayıran bir biçimde Tanrı’yı içinde barındırır. Bruno, bu düşüncesini ‘monad’ kavramından derleyip toparlamıştır.

Rönesansın hayat duygusu Bruno’da bütün derinlik ve karşıtlıklarıyla kendini gösterir. Onun doğa görüşü bir estetik panteizmdir; Doğa Tanrı ile doludur, Tanrı’nın kendisidir, Tanrı gibi sonsuz ve güzeldir. Bruno bu görüşleri yüzünden Kilise tarafından ölüme mahkum edilmiş, 1600 yılında Roma’da yakılmıştır.

Bruno’nun halay gücü ve duygu ile yüklü doğa felsefesi, Kopernik’in öğretisi üzerinde metafizik bir evren tablosu kurmuştu. Kopernik’in getirdiği büyük devrimin taşıdığı olanakları bilimsel olarak geliştiren asıl Kepler ve Galilei olacaktır.

Kepler
Johannes Kepler’in (1571-1630) kendi gelişmesi, Rönesans doğa felsefesinin mistik spekülasyonlardan arınarak matematik ile temellendirilen bir doğa bilimine doğru ilerlemesinin bir simgesi gibidir. Geçirdiği hayatın hiç de elverişli olmamasına rağmen Kepler matematik, fizik ve astronomi tarihinde çığır açan yapıtlar ortaya koymuştur. 


Astronomide kendi adını taşıyan yasalara Brahe’nin uzun yıllar Mars gezegeni üzerinde yaptığı gözlemleri değerlendirerek varmış, böylece gezegenlerin yörüngelerinin gerçek yapısı ile hızlarını, yani yörüngeleri üzerindeki dönme sürelerini tam olarak belirlemiştir. Ayrıca, gezegen yörüngelerinin daire değil elips şeklinde olduğunu Kepler bulmuştur. Gözlem ve hesapla elde edilmiş ve bizim bugün sıradan şekilde karşıladığımız gelişme, o çağ için, antik çağdan beri hareketin en yetkin şekli sayılan, tanrılaştırılan daire yerine elipsin konmuş olduğu anlamına geliyordu. Bu aynı zamanda -Aristoteles’te olduğu gibi- a priori yapıntılar yerine, gözlem ve hesapla varılan sonuçları koymak ve evrenin matematik oranla örülmüş olduğu göstermek demekti.

Doğa gerçeğinin yalınç nitelik oranlarından kurulmuş olduğu düşüncesiyle Kepler, kesin doğa biliminin kurucularından biri olmuştur. Doğadaki güzelliği, uyumu sağlayan matematik oranlarıdır. Kopernik gibi Kepler de doğanın yalın ve açık olan kurallara göre işlediğine inanır; bundan dolayı, ona göre de doğayı araştırırken onu elden geldiği kadar az ve yalın ilkelere bağlamaya çalışmalıdır.

Biz doğada matematiksel oranların olduğunu daha önce yine Pythagorasçılar‘da görmüştük. Platon’un son döneminde de etkisini gösteren bu görüşe göre evrenin arkhe’si sayıydı. Pythagorasçıların yaptığı matematiği yaratmaktı ama onu geliştirememişlerdi. Kepler’in yaptığı ise -bir anlamda- Pythagorasçı evren görüşünü deneyle desteklemek ve onun matematiksel tanıtlamasını yapmak oldu.

Galilei
Galileo Galilei (1564-1642) Kopernik’in görüşlerine inansa da Kopernik’in başına gelenlerden dolayı bunları önce açıklamaz. Ders verdiği üniversitede de Aristoteles fiziğini öğretmeye devam eder. Ancak bir teleskop yapıp Jupiter’in uydularını keşfedince bu düşüncelerini açıklar. Bundan sonra da kilise Kopernik’in sistemine bütünlüklü bir soruşturma başlatır, Kopernik’in kitabını yasaklar ve bu düşünceye inanmanın dinsizlik sayılacağını duyurur. Galilei’yi de çağırarak yeni düşünceleri yaymamasını emreder. Ama Galilei çalışmalarına devam ederek Güneş lekelerini ve Venüs’ün dönmesinde geçirdiği evreleri de duyurur.


Bu arada kiliseye bağlı olanlar kendisiyle şiddetli bir savaşa girişir. Aristotelesçiler, inançları sarsılmasın diye onun teleskobundan gökyüzünün düzenine bile bakmazlar. Çünkü Aristoteles düzeninde gökyüzünün düzeni değişmezdir, burası yetkinliğin dünyasıdır; buradaki cisimler öncesiz-sonrasız hareketleriyle düzgün daireler çizerler. Oysa Galilei, gökyüzünde de değişmelerin pekala olabileceğini, güneş gibi tanrısal bir cismin lekeleri bile olduğunu gösteriyordu.

Bizim için önemli olan bu buluşların bilimsel ayrıntıları değil, Galilei’nin geliştirmiş olduğu bilimsel yöntem olacaktır. Galilei’den önce skolastiğin bilimsel yöntemi tümdengelimsel çıkarım (tasım) yöntemiydi. Bu yöntem düşünlerin akışını düzenleme ve düzeltmede işe yarıyorsa da yeni bilgiye ulaştırmada verimli değildi. Galilei’nin yapacağı ilk şey yeni bilgilere ulaştıra bir yöntem geliştirmek olacaktır. Bu yöntemin özelliği, deney ile matematik düşünceyi birleştirmesiydi. Duyularla kavradığımız deney araştırmanın biricik temeli olacak, bundan sonra düşünce ölçüye dayanan gözlemler ve deneyimler yaparak, fenomenler arasında bağlantılar kurarak doğayı kavrayacak ve böylelikle bizi salt deney bilgisine kalmaktan kurtarıp tanıtlanabilen bir bilime yükseltecektir.

Galilei’ye göre de bilimsel araştırmada tümevarım yöntemini kullanılmalıdır ama bu yöntemin mevcut haliyle sorunları vardır. Empirizmin anladığı gibi tümevarım, hiçbir zaman değeri olan bilgilere vardıramaz. Çünkü böyle bir tümevarımın tam olması için bütün hallerin gözden geçirilmesi gerekir; bu da pratikte mümkün değildir. Yeni yöntemde önce doğa olayları arasındaki matematik bağıntıları belirtmek isteyen tümel karakterli bir önerme ortaya konur; bunun arkasından da tek bir hal ölçme ile çözümlenip, baştan ileriye sürülmüş olan önermenin (yasa taslağı-hipotez) doğru çıkıp çıkmadığına bakılır. Olaylar arasındaki yasayla bağlantıları belirtilen bu baştan ileri sürülmüş olan önerme, çözümleme (analiz) ve deneyim ile tek hal üzerinde doğru çıkarsa, önerme bütün haller için geçerlik kazanır. Yani tümevarım ve tümdengelim yöntemi beraber kullanılır.

Galiei’de yasa, bir matematik oran olduğundan fenomenlerin nicelik ilintilerini bulmak esastır. Bundan dolayı her şeyi ölçmek, doğrudan doğruya ölçülemeyeni de ölçülür hale getirmek bu yöntemin önemli bir ilkesidir. Çünkü doğa bilimi gizli kuvvetler ya da büyü aramaz, nicelik ilintilerini ve özellikle de hareketin ölçü oranlarını arar. Çünkü bütün doğa bir hareketler sistemidir. Bu anlayış da Aristoteles fiziğindeki hareketin formlar ve formların eğilimleri (ateş yukarı, taş aşağı hareket eder) olduğu anlayışını ortadan kaldırmış oluyor. Aristoteles hareketin “niçin” olduğunu araştırırken Galilei “nasıl” olduğunu araştırır. Bunun için de matematik bir varsayımdan (hipotez) kalkarak deneyimle kontrol eder ve tanıtlar.

22 Haziran 1633’te diz çökerek Kopernik’in sisteminin yanlış olduğunu söylemeye zorlanan Galilei ömrünün geri kalan kısmını sürekli gözetim, yalnızlık ve hastalıklar içinde geçirir. Ama bilimsel çalışmalarını yine de bırakmayan Galilei ikinci yapıtı “İki yeni bilim üzerine incelemeler”i Hollanda’da bastırır.

Bacon
Rönesansta Aristoteles mantığı yerine yeni bir yöntem koymak, bu yeni yöntemi temellendirmek denemeleri Francis Bacon’da (1561-1626) doruklarına erişecektir. Bilmek egemen olmaktır düşüncesi onun ana görüşüdür. Nitekim ideal bir devletin tablosunu çizdiği Nova Atlantis’te bilim bu hayali devletin başlıca kaynağıdır; bu topluluğun hayatını bilim düzenler. Onun felsefesi bilgiyi, ‘insanlığı doğaya egemen kılacak güç’ diye anlar; bilimin amacı, bilimin yenilenmesindeki anlam hep insanın egemen olmasıdır.


Yeni bilim ve keşifler sayesinde hayatımızda çok önemli değişiklikler gerçekleşmektedir. Filozof, Rönesans’ta Amerika’nın ve yeni denizyollarının keşfi, barutun, pusulanın ve matbaanın yol açtığı toplumsal değişiklikleri bir bir sıralar. Bunların hepsi doğa bilimine, doğa güçlerine hakim olmakla gerçekleşir ona göre. İşte çok büyük bir güç olan doğanın karşısına çıkmak için insanın elinde bir kuvvet vardır; bilgi. Doğaya egemen olmak, ancak ona boyun eğmekle, yani önce yasalarını öğrenmekle olabilir. Ancak şimdiye kadar bu buluşları daha çok rastlantılarla borçluyuzdur, bundan sonraki buluşları planlı bir şekilde, onlara ulaştıracak sağlam bir yöntemle bulmalıyız.

Bacon her ne kadar Galilei gibi bir bulgular yöntemi ortaya koymamış olsa da yeni bir doğa bilgisi yöntemi tasarısı ortaya koymuştur. Ona göre Yunanlılar daha çok ahlak sorunlarıyla, Romalılar hukuk ile, Hristiyanlık ise ilahiyatı kendisine sorun etmişti. Bu süreçte doğa bilimi ile dolaylı bir şekilde ilgilenilmiş, ona hayatı daha iyi ve daha zengin yapabilecek bir araç gözüyle bakmamışlardı. Üstelik bu alanda yanlış yöntemler de kullanılmıştır.

Hayatın hemen hemen her alanında eski düşünme düşünce biçimlerinin veya skolastik düşüncenin doyurucu olmaktan uzak ve yetersiz kaldığı bir sırada, Rönesans filozofları, ortaya attıkları sorunların pek azına çözüm getirebilmiş olsalar dahi, hiç değilse geri kalanın bir sonraki yüzyılın büyük düşünce savaşları içinde çözülmesinin yolunu açtılar. Şimdi yapılacak şey, elden geldiğince çok gereç toplamaktır. Bu gereçler bir defa toplandımı, aklımız onları işlemek için kendiliğinden davranacaktır. Bu işlemlerin amacı da insan hayatını düzenlemek ve zenginleştirmektir.

Tümevarım yöntemini de geliştiren Bacon, modern mantığın başında bulunan bir düşünür olur. Aristoteles’in dedüktif mantığı tanıtlamanın formalarını bulmak ihtiyacından doğmuştu, bu mantık bir tanıtlama ve çürütme sanatı idi. Ortaçağ bu mantığı bir tartışma tekniği biçimine sokmuştu. Bacon bu mantığın tek yanlılığını görmüş, bir araştırma mantığı bulmak istemiştir. Bununla da Rönesans’ın beri duyduğumuz yeni bilgilere varmak amacını gerçekleştirmek istemiştir. Bacon’da yöntem bu bakımdan tam bir olgunluğa erişmiştir.

KAYNAKÇA
Ahmet Cevizci, Felsefenin Kısa Tarihi, 2012
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 3. Cilt, 2012
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 1961
Randal Collins, Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu, 2021
Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, 2009
Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, 2012
Umberto Eco, Felsefe Tarihi 4, 2020
Umberto Eco, 16. Yüzyıl, 2020
Podcast: Filozofun Yolu

Yorumlar