Ana içeriğe atla

Siyasi Düzenin Kökenleri

Stanford Siyaset Bilimi profesörü Francis Fukuyama’nın 2011 yılında çıkardığı “The Origins of Political Order” isimli kitabı 2013 yılında Türkçeye çevrilip yayınlandı. Kitap, temel siyasi kurumların onları kanıksamış olan toplumlara nereden geldiğini açıklamayı amaçlamaktadır. Fukuyama, çağdaş bir sistemin üç olgunun aynı anda gerçekleşmesiyle ortaya çıkabileceğini savunmaktadır: Devlet, Hukukun Üstünlüğü ve Hesap Sorulabilir Hükümet.

Bu anlamda, kitap bu üç ana olgu üzerinde incelenecektir.

DEVLET

Devletten Önce

Cari bir teoriye göre Afrika dışındaki bütün modern insan nesli yaklaşık 150 kişilik tek bir gruptan türemiştir. Primatlardan insana geçişin gerçekleştiği Afrika’yı 50.000 yıl önce terk eden bu grup Hürmüz boğazını geçerek Arap yarımadasına gelmiş, oradan da Çin’den Avustralya’ya, Avrupa’dan Güney Amerika’ya, bütün dünyaya yayılmışlardır.

İnsanların ve şempanzelerin 5 milyon yıl önce ortak bir primat atadan iki dal halinde ayrıldığını biliyoruz. İnsan ve Şempanze genomları %99 aynı olup, kalan %1 de dil, din, soyut düşünce, anatomik farklar gibi bizi şempanzelerden ayıran çok önemli özellikleri oluşturmaktadır. Dilin ortaya çıkması hem işbirliğini, hem de kognitif gelişmeyi sağlayan yepyeni fırsatlara kapı açmıştır. Ancak dil aynı zamanda yalan ve kandırmaya da kapı açar. Dilin gelişmesi soyut düşünce ve teori oluşturma özelliğini de geliştirmiştir. Soyut zihinsel modeller, neslin süregelmesi için büyük avantaj sağlamıştır. Zihinsel model yaratma becerisi din olgusunun temelini atmıştır. Din, yani olağanüstü, görünmeyen bir düzene olan inanç, bütün toplumlarda mevcuttur.

İnsanlar için kurallara, normlara uymak aslında mantıklı bir süreç olmayıp duygulara dayanır. Normlara uyma, insanın tabiatında öfke, utanç, suçluluk, gurur gibi duygular vasıtasıyla içselleşmiştir. Normlara böyle güçlü bir alt anlam yüklenmesi, Hegel’in deyimi ile “saygınlık çabası”na yol açmıştır. Saygınlık görme arzusu maddi kaynaklara duyulan arzudan çok farklıdır. Saygınlık, bir insanın başka birisinin değerini veya statüsünü, yahut da o kişinin tanrılarını, adetlerini ve inançlarını kabul ettiği öznel bir durumdur. Çağdaş siyasetin önemli bir kısmı saygınlık talepleri etrafında döner; özellikle de, değerlerinin tarih boyunca yeterince kabul görmediğine inanmak için haklı sebeplere sahip azınlıklar, kadınlar, geyler, yerliler v.b nin talepleri ön plana çıkar. Siyasi düzenin temeli meşruiyet ve meşru egemenlikten kaynaklanan otoritedir.

Sonuç itibarıyla siyasi güç, sosyal birleşikliğe (cohesion) dayanır. Birleşiklik şahsi çıkar hesaplarından kaynaklanabilir fakat bireylerin toplumları uğruna fedakarlık yapmaları veya ölmeleri için şahsi çıkarlar tek başına kafi gelmez. Çok daha farklı sebepler rol oynar

Ekonomistlere göre insanlar mantıklı, çıkarlarına düşkün yaratıklar olup, yalnızca çıkarları için işbirliği yaparlar. Ancak insan tabiatı bunların ötesinde yukarıda da sözü geçen bazı özellikleri sayesinde siyasetin gelişmesini mümkün kılmıştır. Bunları topluca özetlersek:

- Akraba tercihi ve karşılıklı fayda: sosyalleşmenin temeli
- Soyutlama ve teori geliştirme kapasitesi, böylece din olgusunun ortaya çıkıp toplumsal kaynaşma sağlaması,
- Mantıktan ziyade duygulara dayanan normlara uyum,
- Saygınlık Arzusu. Saygınlık kişinin yalnızca kendi değeri için değil, tanrılarının, yasalarının, adetlerinin ve yaşam tarzlarının değeri açısından da istenir. Saygınlık meşruiyetin temelini oluşturur. Meşruiyet de siyasi otoritenin kullanılmasına izin verir.

Antropologlar toplumsal ve siyasi örgütlenmenin gelişimine bakarak dört ana safha belirlenmişlerdir. Bu safhalar oba, kabile, aşiret (beylik/reislik/derebeylik) ve devlettir.

Tarım başlamadan önce avcı - toplayıcı toplumlar on binlerce yıldır göçebe ailelerden oluşan küçük gruplar halinde yaşıyorlardı. Tarım henüz başlamadığı için özel mülkiyet yoktu. Oldukça eşitlikçiydiler. Erkekler avcı, kadınlar toplayıcı rolü üstlenmişti. Liderlik, aileler arasında fark veya hiyerarşi bulunmuyordu. Toplum çekirdek aile üzerine kurulmuştu. Kadınlar kendi gruplarının dışında evlenerek kocasının yaşadığı yere taşınırdı. Böylece genlerde çeşitlilik artarken yeni yerleşimler oluşuyordu.

Obadan kabile yaşamına geçiş tarımla mümkün oldu. Tarım yaklaşık 10.000 yıl önce Mezopotamya, Çin, Orta Amerika da dahil dünyanın çeşitli bölgelerinde, çoğunluk nehir havzalarında başladı. İklim koşullarına bağlı olarak, avcı-toplayıcı toplumların nüfus yoğunluğu kilometre kare başına 0,1 ila 1 kişiydi; ancak tarımın icadı sayesinde yoğunluklar kilometrekare başına 40 ila 60’a yükselmiştir. Tarım nüfus yoğunluklarının artmasını sağlamış, bu da toplumların daha büyük ölçekte örgütlenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Tarım ayrıca özel mülkiyet ihtiyacını da ortaya çıkarmış, ardından özel mülkiyet ihtiyacı karmaşık akrabalık yapılarıyla yoğun bir biçimde iç içe geçmişti. Artık insanlar daha büyük ölçüde bir arada olduklarından farklı biçimde sosyal örgütlenme gereği doğmuştu.

Kabile, Klan, Boy, soydaş grup, hepsi aynı anlamda kullanılan terimlerdir. Ortak noktaları, aynı soydan gelmeleri ve segmentlerden, yani daha küçük birimlerden oluşmalarıdır.

Bütün insan toplumları belli bir dönemde kabile şeklinde örgütlendiğine göre bu sürecin insanın doğasında olduğu aşikardır. Bu tür sosyal örgütlenmenin bütün insan topluluklarında ortaya çıkmasının sebebi dini inanç, yani ölmüş atalara tapmadır. Boyların daha büyümesiyle din de daha karmaşıklaşıp kurumlaştı ki bu da liderlik ve mülkiyet gibi yeni kurumların doğmasına yol açtı.

Bulundukları çevrenin çetin koşulları ve tarıma elverişsizliği, neden asla fethedemediklerini ve dolayısıyla neden kendilerini merkezi bir devlete dönüştürecek askeri baskıyı asla üzerlerinde hissetmediklerini açıklıyordu. Ancak kalıcı liderliğin bulunmayışı, aşiretleri bir arada tutan bağların gevşekliği ve vekalet konusunda açık kuralların olmayışı nedeniyle, kabile toplumları uzun vadede zayıflamak ve düşüşe geçmekle lanetlenmişti. Kalıcı siyasi otorite ve yönetim kapasitesi olmadığı için fethettikleri toprakları yönetemiyor, rutin iradeyi sağlamak için yerleşik toplumlara bağımlı kalıyorlardı.

Dünya üzerinde kabileciliğin daha gönüllü ve bireyselci ilişki biçimleri tarafından tamamen alt edildiği tek yer Avrupa’dır. Burada Hıristiyanlık, akrabalığın sosyal uyumun temeli oluşturduğuna dair kanıyı güçsüzleştirme konusunda kararlı bir rol üstlenmişti.

Devlet düzeyindeki toplumlar ile kabile düzeyindekiler arasında birkaç önemli fark vardır.

Birincisi, Krallık, Başkanlık, Başbakanlık, diktatörlük vs şeklinde merkezi bir otorite kaynağı mevcuttur. Bu otorite kendi toprakları üstünde tüm yetkiyi elinde tutar, yani egemendir. Yetki gerektiği ölçüde ve şekilde alt kademelere dağıtılır. İkincisi, bu yetki kaynağı ordu ve/veya polis şeklinde, meşru yaptırım gücüne sahip kurumlar tarafından desteklenir. Devletin gücü aşiretlerin, grupların veya bölgelerin ayrılmasını önlemek için yeterlidir. Üçüncüsü, devletin otoritesi akrabalık değil, ülke bazındadır. Vatandaşlık kan bağına dayanmadığı için istendiği kadar büyüyebilir. Dördüncüsü, devletler aşiretlerden çok daha katmanlı ve eşitliksizdir. Kölelik ve ırgatlık kabile toplumlarında bilinmediği halde devlet himayesinde alabildiğine yayılmıştır.

Devletlerin ilk oluşumunda başlıca şu etkenler rol oynamıştır.

1) Şiddet ve Zorbalık

Kabileden devlete geçişte kişi özgürlük ve eşitlikten çok büyük kayıp verir. Bu tavizin verilmesinde en önemli sebep savunmadır. O yüzden merkezi siyasi birimlerin kurulmasında, iç Asya steplerinden, Arap çöllerinden veya Afgan dağlarından vahşi kabilelerin saldırıları önemli rol oynadı.

2) Coğrafi Faktörler:

İlk merkezileşmeler herkesin dağınık yaşamasına imkan veren geniş alanlarda değil, etrafı dağlarla, denizle veya çölle çevrili, vadi, nehir yatağı benzeri dar alanlarda gerçekleşmişti. Bu tür yerler insanları bir arada yaşamaya zorlar.

3) Karizma

Karizma kelimesinin Yunancada anlamı, “ Tanrının eli değmiş” tir. Karizmatik bir lider, liderlik yeteneğinden ziyade kutsallığına inanıldığı için otorite sahibi olur. Lider, daha sonra otoritesini kullanarak merkezi bir ordu toplar ve kabile içi barış ve güvenliği sağladıktan sonra düşman kabileleri fetheder. Burada tek sorun, atalara tapmayı veya diğer tapınma adetlerini bastıracak yeni bir tür dine gerek duyulmasıdır.

Kabileden devlete geçişe yol açan etkenleri özetlersek;

1) Kendine yetecek kadardan fazla üretim yapılmasına imkan verecek toprak, deniz gibi kaynak.

2) Yöneten – yönetilene ve işbölümüne imkan verecek ölçüde nüfus

3) Nüfusun dağılmasını önleyen, yoğunlaşan nüfus teknolojik gelişmelere izin veren, coğrafi olarak doğal sınırlarla çevrili toprak;

4) Kabile üyelerinin kendi rızalarıyla özgürlükten fedakarlık etmesine yol açan güvenlik korkusu veya karizmatik bir lider.


Devletin İnşası

Çin

Çin’de insanlık tarihi Homo erectus şeklinde 800.000 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Homo Sapien’ler Afrika’dan çıktıktan birkaç bin yıl sonra Çin’de görülmüştür. Eski Çin, tarih öncesinden başlayıp Çin’in tek bir imparatorluk halinde birleştiği Çin hanedanının başlangıcına kadar olan dönemi tanımlar.

II. yy dan itibaren kabileler gerek kendi aralarında, gerekse doğudan gelen atlı göçebelerle savaşmışlar ve aralarından bazı kabilelerin büyüyüp güçlenmesiyle Çin’de feodal dönem başlamıştır. Çin’deki devlet oluşumu mukayese açısından özellikle ilginçtir zira birçok açıdan Avrupa’nın bin yıl sonra yaşayacaklarının öncüsüdür. Hem Çin’de hem Avrupa’da devlet oluşumunun başlıca nedeni savaşlardır. Savaş açmak feodal toprakların birleşmesine, siyasi gücün merkezileşmesine ve modern yönetim biçiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Çin’in merkezi olmayan feodal yapıdan birleşik imparatorluğa geçişi tamamen fetihler sayesinde olmuştur. Bu dönemde temeli atılan bütün modern kurumlar doğrudan veya dolaylı olarak savaşlara bağlanabilir. Zira yoğun savaş durumu eski kurumların yıkılıp yenilerinin inşası için gerekli ortamı yaratmıştır.

MÖ. 3. yy da, yeni bir merkezi hükümetin mantığını net bir şekilde açıklayan “devlet kurma” ideolojisi ortaya konmuştur. Eski dönemdeki akrabalık ilişkilerinin iktidarın bütünlüğüne engel teşkil ettiği görüldüğünden, yerine bireyleri doğrudan devlete bağlayan ve legalizm adı verilen bir sistem getirilmiştir.

Çin tarihinin başlangıcından beri hükümetlerin en değişmez özelliği sivil otoritenin askeri otorite üzerindeki güçlü denetimidir. Çin bu açıdan Roma imparatorluğundan büyük farklılık gösterir. Çin, modern bir devlet yaratan dünyanın ilk uygarlığı olmuş, ancak iktidarı elinde tutanın gücünü sınırlayan hukukun üstünlüğü, hesap verebilirlik gibi kurumları yerleştirememiştir. Çin’deki tek hesap verebilirlik ahlaki idi. Hukukun üstünlüğü veya hesap verebilirliği bulunmayan güçlü devlet ise tam bir diktatörlüktür.

Osmanlı

Nicola Machiavelli, siyaset konusunda ünlü kitabı “Prens” i 1517’de yazmıştı. O sırada Osmanlılar gücünün doruğundaydı; Macaristanı, Habsburg İmparatorluğunun merkezini fethetmek ve Viyana’yı ilk defa kuşatmak üzeredeydiler. Prens’in 5. bölümünde Machiavelli şu gözlemde bulunur:

            “Zamanımızda iki farklı tipte hükümet var. Biri Türk, diğeri de Fransa krallığı. Türk Monarşisinin tamamını tek bir kral yönetiyor; geri kalan herkes onun hizmetkarı. Krallığı sancaklara bölüp, her birine istediğini atıyor veya görevden alıyor. Oysa Fransa kralı bir sürü imtiyazlı lordun ortasında oturuyor ve kendini tehlikeye atmadan onlara el süremiyor. Türk devletini ele geçirmek isteyen birisi bunu başarmakta hayli zorlanır, ancak bir kere ele geçirdi mi de kolayca yönetir. Aksine Fransa devletini ele geçirmek kolay ama elde tutmak zor olacaktır.”

Osmanlılar, Müslüman dünyasında ortaya çıkan gelmiş geçmiş en başarılı rejimdi. Yarattıkları kurumlarla bölgede iktidarı eşi görülmemiş derecede merkezileştirdiler. Oldukça kısa bir sürede kabile düzeyinden devlet düzeyine geçiş yaptılar ve ardından pek çok modern özelliği barındıran devlet kurumları geliştirdiler. Sınırlı yabancı istihdamına dayanmakla birlikte, seçimlerini ve terfilerini gayrişahsi liyakat kriterine göre yapan merkezi bir bürokrasi sistemi ve ordu kurdular. Bu sistem, Ortadoğu toplumlarına egemen olan kabile yapısının empoze ettiği sınırlamaların üstesinden gelmeyi başardı.

Osmanlılar hiçbir zaman Avrupa’daki feodalizm döneminde olduğu gibi yerel kaynaklardan güç alan ve siyasi iktidarı paylaşan bir asiller sınıfının ortaya çıkmasına izin vermedi. 1500’lerde Osmanlı İmparatorluğu Dirlik Sistemi ve Avrupa feodalizmi arasındaki tek önemli fark, Avrupa’nın aksine Türk tımarlarının miras olarak bırakabilecek özel mülkiyete dönüştürülememesi ve sipahilerin soyundan gelenlere verilmemesiydi. Osmanlı Devleti böylece tek nesillik bir aristokrasi yaratarak, kendi kaynak tabanına ve miras yoluyla geçen ayrıcalıklara sahip güçlü bir aristokrasi sınıfının oluşmasını önlemişti.

Osmanlı toplumu, devletin güçlü ve merkezi olması ve devlet dışındaki toplumsal aktörlerin görece zayıf ve örgütlenmemiş olması yönünden çağdaş Ming Hanedanı dönemindeki Çin’e benziyordu. Ancak siyasi gücün kanunlarla denetim altında tutulması açısından Çin’den farklıydı. Osmanlı Devleti’nin kurumları modernliğin ve patrimonyalliğin ilginç bir karışımıydı; patrimonyal unsurlar kök salarak modern unsurların önüne geçtiğinde kurumlar bozulmaya başladı. Osmanlılar Memlüklülerin esirler ordusu sistemini mükemmelleştirmiş olsa da, nihayetinde mevkilerini ve kaynaklarını çocuklarına geçirme yönündeki doğal insani arzusuna teslim oldular. Yeniçerilerin evlenmesine ve aile kurmasına ilk kez izin veren Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde süreç başladı. Bu yeniçeriler daha sonra oğullarının orduya girmesine izin vermesi için mahkemeye baskı yaptı. Bu durum II. Selim döneminde yeniçerilerin oğulları için bir kota konduğunda meydana geldi. Sultan IV. Murat, 1638’de bir askeri istihdam sistemi olan devşirme sistemini resmen ortadan kaldırarak yeniçerilerin mevkilerini kendi çocuklarına bıraktığı mevcut duruma onay verdi.

Fetih hanedanlığı olarak başlayan Osmanlı Sistemi yeni tımarlar için toprak ve vergi gelirleri kaynağı olarak yeni fetihlere bağımlıydı. Osmanlılar imparatorlukta büyük bir orduyu seferber edebilse de, yıl boyunca orada tutamıyordu. O zamanın teknolojisine kıyasla gelişmiş bir lojistik sistemi kursalar da, orduların ilkbaharda yola çıkması ve sınıra doğru yaklaşık 1.100 kilometre yürümesi gerekiyordu. Birinci Viyana Kuşatması, ordunun 27 Eylül 1529’a kadar şehrine eteklerine ulaşamamış olmasından dolayı başarısız oldu; birliklerin kış gelmeden önce topraklarına ve ailelerine dönebilmesi için kuşatma üç haftadan kısa bir süre içinde mecburen sona erdirildi.

Bir Başka dış faktör, birbiriyle iç içe olan nüfus artışı ve enflasyondu. 1489’dan, 1616’ya kadar hububat fiyatları sabit gümüş birimiyle 400 kat artmıştı. Anadolu’da nüfus 1520-1580 arası % 70 artmış, İstanbul’un nüfusu tek başına 1520’de 100.000 iken 1600’de 700.000 olmuştu. Bu değişimlerin Osmanlı Kurumları üzerinde dramatik etkisi oldu. Enflasyon tımar sistemini git gide karlı olmaktan çıkardı. Tımar sahiplerinin çoğu seferlere çıkmayı reddetti. Diğerleri eşkıya olup, köylüleri ve toprak sahiplerini soydu.

Osmanlılar hiçbir zaman uzun dönemde verimlilik artışını sürdürebilen yerel kapitalizmi geliştiremedi ve dolayısıyla mali kaynaklar için dışarıya bağımlı kaldı. Yirminci yüzyıla kadar ayakta kalabilmeleri, reform yanlısı sultanların Batı kurumlarını adapte etmelerine ve nihayetinde Jön Türkler sayesinde oldu.

Avrupa

Avrupa modernitesinin kökleri Protestan reformundan çok öncesine dayanır. Germen barbarların Hıristiyanlığı kabulüyle daha orta çağda akrabalığa dayanan toplumsal örgütlenmeden çıkış başlamıştır. 13. yy’dan beri kadınlar dahil bireyler serbestçe mülk alıp satabiliyorlardı. Modern hukuk düzeninin kökleri Katolik kilisesinin 11.yy sonlarında imparatora karşı yürüttüğü mücadeleye uzanıyordu. İlk bürokratik organizasyon kilisenin kendi iç işlerini idare etmek için kurulmuştu. Modernizasyonun önünde engel olarak lanetlenen Katolik Kilisesi uzun vadeli baktığınızda en az Reform kadar modernitenin öncülüğünü yapmıştı.

Şimdiye kadar gördüğümüz gibi Çin, Hindistan ve Orta Doğu’da devlet kurumları doğrudan kabile toplumlarından türemiştir. Toplumun örgütlenmesi soydaşlık çerçevesinde gelişiyordu. Devleti kuranlar, bireylerin kendi kabilelerine değil de devlete bağlılık göstermesi için büyük uğraş vermişlerdir. Ancak hiç birinde bu tepeden inme çaba, kimlik ve yerel toplum örgütlenmesinin temeli olarak soy ilişkilerini esas alan soydaşlık sistemini ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Bu ülkelerde bugün bile aile ve akrabalık bağları son derece güçlü olarak devam etmektedir.

Akrabalık Avrupa’da farklı bir çehre edinmiştir. Hem erkek, hem kadın daha geç evlenir veya bazıları hiç evlenmez. Başka bir deyişle çok erken dönemden beri Avrupa toplumu “ bireyci” dir, yani evlilik, mülk edinme ve diğer kişisel konularda aile veya akrabalar değil, bireyin kendisi karar verir. Aile içindeki bireycilik diğer bütün bireyciliklerin temelidir. Bireycilik devletin bireycilikle ilgili yasalar çıkarmasını ve o yasaları yaptırım gücüyle uygulatmasını beklememiş, aksine devletler, akrabalarına karşı yükümlülük taşımayan bireylerin oluşturduğu toplumlar üzerine inşa edilmiştir. Kısacası Avrupa’da toplumsal gelişme siyasi gelişmeden önce başlamıştır. Oysa modern Avrupa’yı oluşturan halkların ataları da bir zamanlar kabile halinde örgütlenmişlerdi. Akrabalık bağlarından kopuş siyasetin zoruyla değilse hangi etkenle ortaya çıktı? Cevap şudur: Kopuş Roma imparatorluğuna saldıran Germen kabilelerin Hıristiyanlığı kabul etmesiyle başlamıştır. Faili de Katolik kilisesidir.

Karmaşık akrabalık yapılarının çözüldüğünün bir göstergesi kadının mülk edinme ve kullanma- satma hakkıdır. Ataerkil toplumlarda kadın yasal kimliğe ancak evlendikten ve erkek evlat sahibi olduktan sonra kavuşur. İngiliz kadınları 11.yy’dan beri bu hakka sahiptir. Ataerkil toplumlarda kadınlara böyle hakların verilmesi soyun mülkiyet üzerindeki denetiminin, dolayısıyla sistemin bütünüyle zaafa uğraması anlamına gelirdi. Bu yüzden kadınların mülkiyet üzerinde tasarruf hakkına sahip olması aşiret yapısının çözülmesiyle eş değerdir.

Roma İmparatorluğunun sona ermesinden itibaren Batı Avrupa’nın evlilik usulleri yaygın Akdeniz geleneğinden farklılaştı. Bu farklılıkları yaratan Katolik Kilisesidir. Kilise dört uygulamaya şiddetle karşı çıkıyordu: yakın akrabalar arasında evlilik, ölen akrabaların dul eşleriyle evlilik, evlat edinme ve boşanma. Kuzenler arası evlilik sayesinde mallar yakın aile fertlerinin elinde kalıyordu. Yani kilise her durumda ailelerin mallarını bir sonraki nesile geçirmesini sağlayan tüm yolları sistematik olarak kesiyordu. Aynı zamanda, gönüllü toprak ve mülk bağışlarını da var gücüyle destekliyordu. Böylece kilise, varis bırakmadan önce ölen mülk sahibi Hıristiyanların oluşturduğu geniş havuzdan da maddi çıkar sağlıyordu. Kadınların Batı Avrupa’da görece daha yüksek statüye sahip olması, kilisenin çıkarcılığının tesadüfi bir yan ürünüydü. Kilise kocası ölen bir kadının aile grubu içinde yeniden evlenmesini ve dolayısıyla malların yeniden kabileye dönmesini zorlaştırmıştı, bu durumda mallar dul kadına kalıyordu. Bir kadının mülk sahibi olma ve mülkünü istediği gibi kullanma hakkı kilisenin işine geliyor, çünkü çocuksuz dullar ve hiç evlenmemiş kadınlardan büyük miktarda bağış toplanıyordu. Yedinci yüzyılın sonunda Fransa’daki verimli toprakların üçte biri kilisenin eline geçmişti; sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllar arasında Kuzey Fransa, Alman toprakları ve İtalya’da kilisenin sahip olduğu topraklar iki katına çıkmıştı.


HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

Siyasi düzen iki bileşke üzerinden gelişmiştir. Birincisi devlet inşa etme, yani gücü (iktidarı) bir araya toplama ve kullanma yetkisi, diğeri ise devletin bu gücünü sınırlayan hukuk.

Yasama ile hukuk arasındaki farkı anlamak, hukukun üstünlüğünü anlamak açısından elzemdir. Hukuk, bir toplumu bir arada tutan soyut adalet kurallarının bütünüdür. Yasama ise kral, diktatör, başbakan kim olursa olsun siyasi iktidarın bir fonksiyonu, yani gücünü ve yetkisini kullanarak yeni kurallar koyması ve uygulamasıdır. Bir ülkede hukukun üstünlüğünden söz edebilmemiz için mevcut hukukun yasamaya egemen olması, yani iktidar sahibinin hukuk çerçevesinin dışına çıkamaması gerekir. Bu, yasama gücüne sahip olanların yeni yasalar çıkaramayacağı anlamına gelmez. Ancak hukuk çerçevesinde görev yapacaklarsa, çıkardıkları yasalar da kendi keyiflerine göre değil, hukuka uygun olmalıdır.

Modern dünyanın doğuşu, kapitalist ekonominin doğuşu da dahil, hukukun önceden mevcudiyeti sayesinde gerçekleşmiştir. Gerçekten de güçlü bir hukuki yapının bulunmaması yoksul ülkelerin gelişememesinin başlıca sebebidir. Hukukun üstünlüğü hem kanunlara, hem de onu işleme koyan kurumlara (yargıçlar, avukatlar, mahkemeler vs.) ve kurumların izlemek zorunda olduğu resmi prosedürlere dayanır.

Avrupa devletlerinin kuruluşu ile hukukun üstünlüğünün yerleşmesi el ele ilerlemiştir. Eski Avrupa devletlerinde yargılama vardı ama bu hukuk değildi. Aile ve evlilik gibi kurumları düzenleyen dini kurallar ve gelenekler hakimdi. Ara sıra yeni yasalar çıkarılsa da tarafsız biçimde uygulanmasına pek önem verilmezdi. Avrupa devlet inşa projesinin gecikmesi, Avrupalıların ilerleyen zamanlarda elde edeceği siyasi özgürlüğün kaynağını oluşturuyordu. Hukukun üstünlüğü ve hesap sorulabilirliğin görülmediği erken gelişmiş devler inşası, devletlerin halka daha etkili bir şekilde zulmedebileceği anlamına gelmektedir.

Avrupa dışında hukuk kurumunun doğduğu bir başka dünya medeniyeti de Müslüman Orta doğudur. Bugün bölgenin içinde ve dışında pek çok kişi Arap rejimlerinin hiçbir hukuk veya adalet tanımayan zalim diktatörlükler olduğuna inanır. Batılılar din ve devletin iç içe olmasını Hıristiyan Avrupa’ya yabancı, tamamen İslam’a özgü bir şey olduğunu, 1979 devriminden sonra İran’da kurulan teokratik rejimin İslam’ın geleneksel biçimine dönüş olduğunu düşünür. Oysa bunların hiç biri doğru değildir.

İslam dünyası teokratik değil sezaropapacıydı: laik liderler gücü elinde tutuyor ve bölgelerinde şeriatı uygulayan bir halife ve ulema barındırıyordu. Sünni Müslüman dünyasında halife ve ulema hiçbir zaman resmi olarak devletten kopmadı ve devlette kendi hiyerarşisi, yetki alanı ve kendi personeli üzerinde denetimi bulunan tek ve ayrı bir kurum haline gelmedi. Yani bugüne dek hiç kimse Gregoryen reformundan sonra ortaya çıkan Katolik kilisesine benzer bir Müslüman “kilise” kuramadı. Ulema hiçbir zaman kendini hiyerarşi etrafından kurumsallaştıramadığından, tek bir hukuk geleneğinin ortaya çıkması mümkün değildi. Müslüman hiyerarşisinin Romalı papalar gibi siyasi güce karşı koyması da mümkün değildi.

Hukuk alimi Noah Feldman’a göre, yirmi birinci yüzyılın başında İslamiyet’in yükselişi ve Arap dünyası genelinde şeriata dönme talebinin yayılması, bölgedeki kanun tanımayan otoriter rejimlere karşı büyük memnuniyetsizliği ve yöneticilerin yasalara karşı saygılı olduğu zamanlara duyulan özlemi yansıtmaktadır. Pek çok İslamcı partinin isminde kullanılan ve devamlı tekrar edilen “adalet” talebi, toplumsal eşitlik talebinden ziyade hukuk karşısında eşit muamele talebini yansıtmaktadır. Hukukun üstünlüğü veya hesap sorulabilirlik ilkeleri ile dengelenmeyen güçlü, modern devletler daha mükemmel tiranlıklar olmayı başarmıştır.


HESAP SORULABİLİR HÜKÜMET

Hesap verebilir hükümet demek, yöneticilerin hükümet ettikleri halka karşı sorumlu olduklarına inanmaları ve halkın menfaatlerini kendilerinden üstün tutmaları demektir. Resmi hesap verebilirlik kurallara bağlıdır: hükümet keyfine göre davranma gücünü sınırlayan belli mekanizmalara tabii olmayı kabul ve taahhüt eder. İngiltere, Batı Avrupa ve Amerika’da kurala bağlı hesap verebilirlik ve tam demokratikleşme 20. yy’a kadar gerçekleşmemiştir. Hugo Grotius ve Thomas Hobbes gibi yazarlar gerçek egemenin yalnızca tanrı değil kral olduğunu savunarak “ Devletin Egemenliği” teorilerini öne sürdüler. Aynı dönemde ticaretin ve imalatın yaygınlaşmasıyla B. Avrupa’da kapitalizmin emareleri görülmeye başlanmıştı. Bir taraftan da kendi kurallarına ve milis birliklerine sahip özerk kentler gelişiyordu. Matbaanın icadıyla birleşen reform hareketi insanların incili okuyup kilise gibi bir aracının müdahalesi olmadan inanç yolunu bulmasını sağladı. Avrupa devlet inşa projesinin gecikmesi, Avrupalıların ilerleyen zamanlarda elde edeceği siyasi özgürlüğün kaynağını oluşturuyordu. Hukukun üstünlüğü ve hesap sorulabilirliğin görülmediği erken gelişmiş devler inşası, devletlerin halka daha etkili bir şekilde zulmedebileceği anlamına gelmektedir.

Zayıf Mutlakıyet

Zayıf bir devletin nispeten iyi örgütlenmiş bir toplumla karşılaştığı ancak onu yine de egemenliği altında tuttuğu Fransa ve İspanya’da zayıf bir mutlakıyet kurulmuştu. Her ikisinde de devletin iktidar tabanı sarayın kraliyet toprakları ile doğrudan vergilendirebildiği, bağlı topraklardan oluşuyordu. Kral fetihlerle etki ve yetki alanını genişletmeye kalkınca yüksek savaş giderleri Fransa ve İspanya monarklarını iflasın eşiğine getirdi.

Fransa’da devleti temsil eden kral başlangıçta elitlere özel hak ve imtiyazlar vererek karşılığında onların sadakatini satın aldı. 1557’de İflastan ve borçların Grand Parti’ye temlikinden sonra devlet dairelerini zengin bireylere satmaya başladı.

İspanya, Yeni Dünya’dan gelen gelirlerle 17.yy’ın sonuna kadar idare etti ancak İtalya ve Belçika – Hollanda ile giriştiği hanedan savaşlarına dayanamadı ve iflas ederek devletin topraklarının bir bölümünü toptan açık arttırmayla satmak zorunda kaldı.

Fransa ve İspanya monarklarının sahip oldukları iktidar gücünü arttırma imkanı, öteden beri mevcut hukuk sistemiyle ciddi biçimde kısıtlanmıştı. Monarklar tebalarının feodal hak ve imtiyazlarına saygı göstermek zorundaydılar. Her fırsatta vergilendirme ve savaşa çağırma yetkilerini genişletmeye uğraşıyorlar, hukuku eğmeye, bükmeye çalışıyorlar ancak asla hukuku ortadan kaldırmaya veya görmezden gelmeye kalkışmıyorlardı.

Devletin zafiyeti her iki ülke için de ölümcül oldu. Devletin kurulma süreci elitlere vergi muafiyeti tanınmasına dayandığından yük tamamen esnaf ve köylünün sırtına binmişti. Her iki ülke de yöneticilerinin emperyalist hırslarını karşılamaya yetecek gelire sahip değildi. Sonuçta iki devlet de meşruiyetini kaybetti. Fransa’nın başarısız reform çabaları ihtilalin yolunu açtı.

Fransa onay prensibini kabul etmediği için vergiler zorla alınıyordu. Hükümet aynı dönem içinde asla milli gelirinin %12 – 15’inden fazlasını vergi olarak toplayamıyor, hatta çoğu zaman bu oranın çok daha altında kalıyordu. Fransız toplumunda vergileri en rahat ödeyebilecek kesim olan elitler kendilerine özel muafiyetler ve ayrıcalıklar satın almayı başarmıştı; bu nedenle vergi yükü toplumun en zayıf üyelerine düşüyordu. Sonuç olarak, nüfusu İngiltere’nin neredeyse dört katı olan Fransa, 1715’te XIV. Louis’in ölümüyle kendini iflasın eşiğinde bulmuştu.

Fransa ve İspanya’da parlamenter hesap sorulabilirlik prensibinin oluşmadığı zayıf bir mutlakıyet ortaya çıkmıştı. Her iki devletin de bu sonuca varmasının sebebi, kendilerini geniş bir elit kesime ufak ufak satması ve elitlere devlet gücüne karşı koruma sağlayan ayrıcalıklar ce muafiyetler vermesi, ancak bu ayrıcalıkları toplumun geri kalanına sunmamasıydı. Rusya’da Çin tarzında daha esaslı bir mutlakiyet kurulmuştu: bu sistemde monarşi elitleri devlet hizmetinde kullanılarak üzerlerinde hakimiyet kuruluyordu.

Devletin zayıflığı hem Fransa hem de İspanya için ölümcül oldu. Devlet inşası elitlere vergi muafiyeti tanınmasına dayandığından yük tamamen köylünün ve sıradan esnafın sırtına binmişti. Her iki ülke de liderlerinin emperyalist hırslarını karşılamaya yetecek kadar gelir üretemiyordu. Fransa, vergi tabanı parlamenter hesap sorulabilirlik prensibiyle güvence altına alınmış olan, daha ufak boyuttaki İngiltere’yle rekabet edemiyordu. İspanya ise yüzyıllar süren askeri ve ekonomik bir düşüşe geçmişti. Her iki ülkenin devleti ilk başta ortaya koydukları yolsuzluk nedeniyle meşruiyetini kaybetti ve Fransa’nın kendini yenileme çabalarının başarısız olması sonucunda ihtilalin yolu açıldı.

Güçlü Mutlakıyet

Rusya süvarilere dayalı ordulara hiçbir fiziksel engel çıkarmayan dümdüz açık steplerin bulunduğu fiziki coğrafyası nedeniyle güneybatı, güneydoğu ve kuzeybatıdan gelen ve genellikle aynı anda yapılan saldırılara maruz kalıyordu. Bu durum askeri seferberliği teşvik etmenin yanı sıra askeri baskı kurmak için harekete geçen ilk diktatörün rakiplerine karşı büyük avantajlara sahip olduğu anlamına geliyordu. Bu atlı akınlarla savaşan Rus beyleri arasında bulunan Muscovy dükü Tatarlara karşı savaş kazanarak diğer beylere üstünlük sağladı ve Muscovite devletini kurdu. Ülkedeki Moğol istilası henüz yeni sona ermiş olduğundan yerleşik soylular yoktu. Batı’ya benzer hukuk gelişmemişti. Patrik Bizans’taki Doğu Kilisesi tarafından seçiliyordu ve siyasette etkin değildi. B. Avrupa’dakinin aksine, serfler-köylülerin her türlü özgürlüğü kısıtlanmıştı, kaçabilecekleri özgür kentler yoktu. Dışarıdan reform, aydınlanma gibi hiçbir fikir girip yayılamıyordu. Bu yüzden devletin güçlü olduğu bir mutlakıyet yerleşti Rusya’ya.

Rusya’daki pomest’ia sistemi ile Osmanlı’daki tımar sistemi arasındaki benzerlikler çarpıcıdır ve büyük olasılıkla tesadüf değildir; çünkü Ruslar bu dönemde Türklerle iletişimi arttırmıştı. Tıpkı Osmanlı sipahileri gibi, Rus ordusunun temeli de Avrupa’nın diğer bölgelerinde alt soylular olarak adlandırılacak bir sınıftan oluşuyordu; askerler toprağa ve kaynaklara erişmek için devlete bağımlıydı. Moskova rejiminin bu tür bir ordu kurma amacı Osmanlılarına amacına benziyordu; yalnızca statü için kendisine bağlı olan ve nakit ödeme yapılması gerekmeyen bir askeri örgütlenme oluşturmuştu. Bu güç, kendi topraklarına ve kaynaklarına sahip prenslerin ve boyarların gücünü dengelemek için kullanılabiliyordu.

İngiltere Farkı

Bu örneklere bakınca, İngiltere’nin başarısının daha da çarpıcı olduğu görülür. İngiltere’de krala karşı haklarını korumak için kilit sosyal guruplar arasında çok daha fazla dayanışma vardı. Bu dayanışmanın merkezi olan parlamento üst soylulardan toprak sahibi köylülere kadar ülkenin bütün mülk sahibi temsilcilerini kapsıyordu. İngiltere de tıpkı Fransa, İspanya, Macaristan ve Rusya gibi önce kabile, daha sonra feodal bir toplum yapısındaydı. Merkezi devlet 16.yy’ın sonları ile 17.yy’ın başlarında oluşmaya başladı.

Parlamento kendi ordusunu oluşturarak kralı iç savaşta yenmiş, idam etmiş ve ardından yabancı taht talibi Oranjlı William’ı tahta geçirmek adına hükümdar II. James’i feragat etmeye zorlamıştı. Bu sürecin sonunda, İngiliz devleti kıtadaki rakipleri gibi mutlakıyetçi bir hükümdar tarafından değil parlamento tarafından yönetilir hale gelmişti.

Dolayısıyla, Norman Fethi’nden önce bile tüm İngiliz toplumu köy düzeninden çıkıp yüksek katılımcı siyasi birimlere örgütlenmişti. Bu örgütlenme, siyasi rol üstlenen yerel toplumsal örgütlenmeye ilişkin bir halk hareketi değildi; daha ziyade yerel hayatı şekillendirmek ve toplumun kaynağı olarak köklerini derinleştirmek için yerel katılıma davet çıkaran ulusal hükümetti.

Dolayısıyla, İngiltere’nin yerel ve özerk kurumlar şeklinde örgütlenmesi, mülkiyet haklarının kutsallığına ilişkin kanunların ve inancın köklü olması ve monarşinin küresel bir Katolik komplosuna karışması, parlamenter kanatta çarpıcı bir dayanışmanın doğmasına katkıda bulunmuştu.

Birinci cildin üçüncü kitabının başında Smith “refah” adını verdiği ekonomik büyümede gelişmiş bir tarımsal verimlilikle başlayan, kırsal kesim ile kent arasındaki iç ticaretin artmasına yol açan ve uluslararası ticaretin artmasıyla sonuçlanan doğal bir ilerleme olması gerektiğini belirtmiştir. Ancak modern Avrupa devletlerinde bu düzenin tersine işlediğini not düşmüştür: Uluslararası ticaret iç ticaretten önce gelişmiş; büyük baronların ve toprak sahiplerinin siyasal hegemonyasındaki kırılma ancak uluslararası ticaretin filizlenmesinden sonra gelişmiştir.

Muhteşem Devrim’in önemi, bazılarının öne sürdüğü gibi İngiltere’nin mülkiyet haklarının başlangıcını işaret etmesi değildir. Güçlü mülkiyet hakları yüzyıllar önce konmuştur. Kadınlar dahil bireyler on üçüncü yüzyılda bile mülk alma ve satma hakkına sahipti. Ortak Hukuk ve kraliyet, kontluk ve yüzyıllık mahkemelerin çeşitliliği nedeniyle elit olmayan toprak sahipleri mülkiyet anlaşmazlıkları için derebeyinin yetki alanı dışındaki mahkemeye başvurabiliyordu. Güçlü kapitalist ekonomi on yedinci yüzyılın sonunda zaten ortaya çıkmıştı ve Stuart mutlakıyetine karşı mücadele veren katılımcılarla giderek büyüyen bir orta sınıf da mevcuttu. Dolayısıyla Muhteşem Devrim’in başarısı güçlü, güvenilir mülkiyet haklarının nedeninden ziyade sonucunu oluşturuyordu. Mülkiyet sahibi İngilizler savunulacak önemli bir şeye sahip olduğunu hissediyordu.

Muhteşem Devrim’in başlıca başarılarından biri vergilendirmeyi meşru hale getirmesiydi, çünkü vergilendirme bundan böyle açıkça rızaya dayalı hale gelmişti. Demokratik halklar, vergilerin ulus savunması gibi önemli bir kamusal amaç için gerekli olduğunu düşündükleri takdirde yüksek vergilere direnç göstermektedir. Hoşnut olmadıkları konular, kendilerinden yasadışı olarak temine dilen vergiler veya halkın boşa savrulan ya da yolsuzluk amaçları için harcanan paralarıydı. Muhteşem Devrim’i takip eden yıllarda, İngiltere XIV. Louis dönemindeki Fransa ile iki masraflı savaşa daldı: Dokuz Yıl Savaşı (1689-1697) ve İspanya Veraset Savaşı (1702-1713). Neredeyse hiç durmadan yirmi yıl boyunca devam eden savaş hali, sırf İngiliz donanmasının 1688 ila 1697 arasında neredeyse iki katına çıkmasından anlaşılacağı gibi son derece pahalıya patlamıştı. Vergi mükellefleri bu savaşın ve bundan sonraki savaşların maliyetini desteklemeye razı gösteriyordu, çünkü savaş fikrinde kendilerine danışılmış ve üzerlerine binen vergi yükünü onaylamaları istenmişti. Açıkça anlaşılacağı üzere, son derece yükselen İngiliz vergi oranları kapitalist devrimi engellememiştir.

Mutlakçı Fransa ile arasında keskin bir zıtlık vardı. Fransa onay prensibini kabul etmediği için vergiler zorla alınıyordu. Hükümet aynı dönem içinde asla milli gelirinin %12 – 15’inden fazlasını vergi olarak toplayamıyor, hatta çoğu zaman bu oranın çok daha altında kalıyordu. Fransız toplumunda vergileri en rahat ödeyebilecek kesim olan elitler kendilerine özel muafiyetler ve ayrıcalıklar satın almayı başarmıştı; bu nedenle vergi yükü toplumun en zayıf üyelerine düşüyordu. Sonuç olarak, nüfusu İngiltere’nin neredeyse dört katı olan Fransa, 1715’te XIV. Louis’in ölümüyle kendini iflasın eşiğinde bulmuştu.

Muhteşem Devrim ve beraberinde gelen maliye ve bankacılık reformları, örneğin 1694’te İngiltere Merkez Bankası’nın kurulması, gerçekten de kamu maliyesinde devrim niteliği taşıyordu. Fransa ve İspanya’nın aksine, hükümetin şeffaf kamu piyasalarında borçlanmasına izin veriyordu. Bunun sonucunda hükümetin borçlanma düzeyleri on sekizinci yüzyılda hızla yükselerek İngiliz devletinin çok daha büyümesine olanak sağladı.

İngiliz Devleti 1689 yılından sonra Parlamento’nun kendini vergilendirmeye ve on sekizinci yüzyıldaki uzun süren mücadelelerde fedakarlık yapmaya istekli olması nedeniyle güçlü ve birleştirici kalmayı başardı.


KİTAP HAKKINDA GÖRÜŞÜM

Fukuyama’nın kitabı, tarih öncesi çağdan başlayarak Sanayi Devrimi’ne kadar uzanan sürede insan gruplarının boy, klan, kabile ve devlet şeklinde örgütlenmesinin nedenlerini ve bu gruplar arasındaki geçişin temellerini açıklaması açısından bir başyapıt niteliğindedir. Kitap boyunca, siyasi gelişme teorisinin yapı taşları, insan doğasının neden işbirliğine yatkın olması ve ihtiyaç duyması konuları ülkeler özelinde ele alınmış ve farklılıklar tarihsel bağlamda açıklanmıştır. Yazarın ilk bölümde yer verdiği kabile toplumundan devlete geçişte coğrafi faktörlerin ele alınma şekli ve günümüzde hala bazı toplumların neden kabile düzeninde yaşadığını açıklaması açısından oldukça değerlidir. Ayrıca, Fukuyama’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumları hakkında oldukça isabetli tespitleri bulunmaktadır.

Sonuç olarak, insan gruplarının örgütleşmesinin tarihsel gelişimini kavramak ve mevcut düzende sahip olduğumuz kurumları anlamak açısından Fukuyama’nın kitabı kesinlikle okuma listesine eklenmelidir.

Yorumlar