Wisconsin-Milwaukee Üniversitesi tarih profesörü Merry Wiesner Hanks’ın “Gender In History” kitabı Şubat 2020’de Türkçeye çevrilerek Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından “Tarihte Toplumsal Cinsiyet” adıyla yayımlandı. Erken Modern Dönem Avrupa tarihi üzerine çalışan yazar ayrıca 7 ciltlik Cambridge Dünya Tarihi serisine baş editörlük yapmıştır.
Bir kadın olarak ayrıca bir önem atfettiği bu eserinde yazar, paleotik zamandan günümüze kadar uzanan geniş bir zaman diliminde çeşitli dünya kültürlerinde cinsiyet hiyerarşisinin nasıl kurulduğunun etkileyici bir özetini sunuyor. Kitap boyunca yazar dişi ve eril olmanın anlamını, bu kavramların toplumları ekonomik ve siyasi olarak nasıl etkilediğini sorgularken, aynı zamanda kültürel ve dini kuralların cinsiyet etrafında nasıl şekillendiğine de ışık tutuyor.
Yazar cinsiyet kavramını insanın ortaya çıktığı ilk zamanlardan günümüze kadar ayrıntılı bir şekilde aldığı için ben de özeti Antik, Klasik ve Modern Dönem olarak üç ana bölüm halinde ele alacağım.
Antik Dönem
Ataerkin kökenleri nereye kadar uzanmaktadır? Bu soruya muhtelif cevaplar verilebilir, birçok bilim insanı, ataerkin kökeninin insanlık öncesi döneme uzandığı görüşünde. Dişi memeliler diğer hayvanlara kıyasla, hamilelik ve beslenme için epey zaman ve enerji harcarlar, zira üreyip çoğalmaları buna bağlıdır. Erkekler ise yalnızca, dişiyi döllerler. Bu yüzden, dişinin üreme başarısı bir nitelik, erkeğin üreme başarısı bir nicelik meselesidir. Dişiler barınma ve yiyecek sağlayacak veya yavruları büyütürken yardım edecek bir eş seçerken erkeklerden daha titizdirler. Bu bir ihtilaf yaratır ve ihtilaf bazen erkeğin cinsel zorlamasıyla çözülür: Erkek genellikle cinsel şiddet uygulayarak, bazen de dişinin var olan yavrusunu öldürerek onu cinsel ilişkiye zorlar. Erkeğin cinsel zorlamadaki başarısı, büyük maymunlar ve primatlar arasında farklılık gösterir. En az cinsel zorlama ise bonobonlarda görülmektedir.
Erkekler tüm memelilerde olduğu gibi, milyonlarca sperm üretirken kadınlar çok daha az sayıda olgun yumurta üretirler. Erkek için üremedeki başarı en çok sayıda kadınla cinsel ilişkiye girmek iken, kadınlar için yavrularına bakmaktır.
Peki bu güç ayrımı nasıl oluştu? Yazar burada kadınların hamile olmasının statüyü değiştirdiğini savunuyor. Şöyle ki; hamilelik ve emzirme, kadınları yiyecek bulma ve korunma açısından başkalarına bağımlı hale getirdi, insanlar iki ayakları üzerinde durup yürümeye başlayınca, erkeklerin üs gövdelerinin daha güçlü olması, egemenlik kurmalarını, avlanmalarını ve elleriyle silah kullanmalarını sağladı. Bu noktada, kadının hamilelik sürecinde erkeğin getireceği besine bağımlı olması günümüze kadar uzanan cinsiyet hiyerarşisinin “doğal” temeli oldu.
Aynı konuyu Harari’nin de Sapiens kitabında ele aldığı üzere “Hamilelik süresi boyunca kadın çok az yiyecek bulma fırsatı bulduğundan yardıma muhtaçtı, kısacası bir erkeğe ihtiyacı vardı. Hem kendisinin hem de çocuklarının hayatta kalmasının garanti altına alınmasını garanti etmek için kadının erkeğin sunduğu koşulları kabul etmekten başka çaresi yoktu. Zamanla, sonraki nesillere aktarılan kadın genleri uysal bakıcı kadınların genlerini aldı.”
İnsanda erkek şiddeti, giderek erkekler arası hiyerarşi oluşturan kurallarla denetlenmeye başlandı. Kaynakların özellikle etin bölüşülmesi konusunda örnekler oluşturuldu ve erkeklerin dişi cinselliğini güç kullanma dışında bir şeyle, yani kurallarla kontrol altında tutmalarının önü açıldı. Elbette kurallar, ihlal edilmeleri durumunda şiddetle kullanılarak savunulmaktaydı, ancak böylece günlük yaşamdaki şiddet miktarı azaldı ve kurallar da giderek siyasi yapılar, ekonomik sistemler ve yasalara dönüştüler.
İşte, tarım öncesi toplumlarda cinsiyet hiyerarşisinin durumu böyleydi. Peki, insanın tarımı bularak yerleşik hayata geçmesiyle cinsiyet anlamında ne değişti?
Dünyanın birçok bölgesinde, sebep sonuç ilişkisi çok belirgin değilse de, tarımın gelişimi kadının giderek daha fazla ikincil konuma gelmesine sebep oldu. Yoğun tarım, özellikle saban kullanımı erkeklerin kaynakları ve kadınların hareketlerini denetlemelerini kolaylaştırdı.
Yazarın daha önce bahsettiği avcı toplayıcı toplumlarda erkek yine hiyerarşik olarak üstünken kaynakların hepsini temin edemiyordu. Yapılan araştırmalar, o zamanlarda insanların, büyük oranda kadınların gerçekleştirdiği toplayıcılık sayesinde elde edilen besinlerde beslendiğini, erkeklerin avlayarak elde ettiği etin çok küçük bir kısmı oluşturduğu görülüyordu. Ancak, tarım devrimiyle birlikte bu durum değişti. Özellikle, saban tarımı fiziksel anlamda sadece erkeğin yapabileceği nitelikte bir iş olduğu için kadın tamamen arka plana itiliyor ve erkeğin getireceği besine muhtaç oluyordu.
Saban tarımı yiyecek tedarikini arttırdı, ancak aynı şekilde, bu yiyeceği üretmek için gerekli kaynaklara olan gereksinimi de arttırdı. Erkekler gitgide daha fazla kaynakla arazilerini sürdükçe, arazinin ve diğer malların bir sonraki nesle geçmesini sağlamak üzere miras sistemini kurdular. Ataerkil miras sisteminde mülk kendi çocuklarına intikal ettiğinden, erkekler kadınların cinsel eylemlerini daha fazla gözaltında tutmaya başladılar.
Gördüğümüz üzere, sabanlı tarım yapılan kültürlerdeki miras sisteminde erkekler, kadınlara göre daha imtiyazlıydılar ve bu nedenle ekonomik yaşamın bu yönünde de üstünlükleri devam etti. Eğer erkek evlat yoksa mirasçı listesinde sıra erkek kardeşlere, yeğenlere, dedelere veya diğer akrabalara geliyordu.
Anaerkil kültürlerde mallar ortaktı, ancak tarımın ve hayvancılığın yayılmasıyla erkekler mahsulün, hayvanların ve arazilerin üzerinde hak iddia etmeye başladılar. Böylece özel mülkiyet kavramı gelişti. Erkekler özel mülkiyeti ele geçirir geçirmez, birçok kültürde olduğu gibi, mülkiyetin babanın soyundan gelen erkeklere bırakıldığı ataerkil miras sistemi kuruldu. Erkekler, mirası kendi varislerine bırakmayı fazlasıyla önemsemeye başladılar ve çocuklarının meşru olduğundan emin olmak için kadınların cinsel yaşamını denetlemeye çalıştılar. Hükmetme hakkı, miras yoluyla geçtiğinden, erkek seçkinler için eşlerinin doğurduğu çocukların kendilerinden olması aşırı önemliydi. Bu nedenle birçok devletteki seçkin kadınlar gitgide daha fazla tecrit edildiler ve zinaya ilişkin (bir erkeğin karısı dışında evli bir kadınla cinsel ilişkisi olarak tanımlanır) katı yasalar yürürlüğe konuldu; bu yasalar bazı durumlarda seçkin olmayan kadınları da etkiledi.
Görüldüğü gibi, tarım devrimi ile birlikte mülkiyet kavramının ortaya çıkması kadının toplumsal hiyerarşideki rolünü daha da kötü etkilemiş, tamamen eril bir sosyo-ekonomik sistemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Klasik Dönem
Klasik Dönem olarak adlandırdığımız MÖ 600 ile MS 1750 arasında toplumsal cinsiyet bağlamında pek bir değişiklik olmadı. İnsanlar tarıma dayalı toplum hiyerarşisine tabiydiler ve bunlar zamanla dinler vasıtasıyla kurala bağlandı.
Yazar, kitap boyunca birçok din ve inanıştan detay örnekler vererek ele aldığı için bu kısımda dinler özelinde ben de birkaç önemli nokta üzerinde duracağım.
Şeref her dinde büyük ölçüde toplumsal cinsiyetleştirilmiş bir vasıftır; erkeğin şerefi genellikle bazı tür hareketlerle, dişinin şerefi ise hareketsizlikle değerlendirilirdi. Erkekler, ailelerini korumak, fiziksel kahramanlık göstermek, otorite kullanmak ve cesaret göstermekle şerefini yüceltirken; kadınlar sadece iffetlerini korudukları sürece şerefli kabul edilirdi.
Her dini gelenek, düzgün toplumsal cinsiyet ilişkileri, kendini dine vermenin görece değeri ve dişi veya eril inananların ibadetine ilişkin fikirler ileri sürer; her biri erkeklerin ve özellikle kadınların davranış biçiminin kurallarını koyar ve önerir.
Ancak, toplumsal hiyerarşideki kadının ikincil konumu maalesef her dinde ve kültürde aynıydı;
Yunan felsefesinde ise kategorik olarak, erkeğe göre aşağı konumda tanımlandılar. Batı kültürünün kaynağı kabul edilen Kitabı Mukaddes ve Antik Yunan (özellikle Aristoteles felsefesi), kadınların ikincil konumunu teyit etti. Platon rahmi, fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açan, kadın bedeninde serbestçe gezinen bir hayvan olarak tanımladı.
Roma toplumlarında kadınlar erkeğin malıydı, genellikle de babalarının, kocalarının ve erkek kardeşlerinin. Çoğu yasal sistemde, tecavüz mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirilirdi. Başka bir deyişle, kurban tecavüze uğrayan kadın değil, ona sahip olan erkekti.
Mezopotamya dininde ve Musevilik’te kadınlar, tanrı ile doğrudan bağlantının dışında tutuldular.
Konfüçyüsçü felsefede kadınların konumu, kozmik düzen içindeki yer kürenin konumuna benzetilmiştir; kadınların ast ve hürmetkar olmaları beklenir; bu beklentiler üçlü itaat adıyla sistemleştirilmiştir. Kadın, kız evlat olarak babasına, karı olarak kocasına ve dul olarak kendi oğluna tabiydi.
Yeni Ahit’e göre evli bir kadının, kocası dışında başka bir erkekle cinsel ilişkiye girmesi, tıpkı ensest ilişki, hayvanlarla cinsel ilişki veya erkekler arası ilişki gibi iğrenç olarak adlandırılmıştır. Ancak, erkekler karıları dışında cariyelerle, hizmetçilerle ve kölelerle cinsel ilişkiye girmekte serbesttiler.
Dünyanın birçok yerindeki Müslüman kadınlar peçeyi ve kendilerini örten giysileri, erkek tacizine maruz kalmaksızın ev dışında çalışmanın veya seyahat etmenin bir çıkış yolu olarak benimsediler.
Çin’de MS 1000 yılı civarında, imparatorluk sarayındaki eğlendiriciler arasında başlayan bu uygulama, 1200’lerdeki Çin’in kuzeyindeki üst ve orta sınıf arasında kök saldı. Bir kızın ayaklarını bağlamak için ayak parmakları aşağıya doğru bastırılır, topuğunun altına kadar bükülür ve zamanla kemikleri kırılırdı. Ayak bağlama geleneği, toplumsal değerlerin böylesine merkezinde yer alması nedeniyle Kuzey Çin’de kökleşti; bazı aileler, devlet görevlilerinin ve misyonerlerin çabalarına rağmen 1930’lara kadar kızlarının ayaklarını bağladılar. Nihayet komünist lider Mao Zedong bu uygulamaya son verdi.
Avrupa’da ise durum pek farklı değildi. Cadılık, Avrupa’da birçok insanın sorgulanmasına, yargılanmasına ve elli ila yüz bin insanın idam edilmesine yol açtı. Tüm bu olaylardaki cinsiyet dengesi Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde farklılıklar gösterdiyse de, sorgulanan ve mahkemeye çıkarılan kişilerin yüzde seksenini kadınlar oluşturuyordu; 1500 yılından sonra idam edilenlerin ise tamamı kadındı.
Bir kadın olarak ayrıca bir önem atfettiği bu eserinde yazar, paleotik zamandan günümüze kadar uzanan geniş bir zaman diliminde çeşitli dünya kültürlerinde cinsiyet hiyerarşisinin nasıl kurulduğunun etkileyici bir özetini sunuyor. Kitap boyunca yazar dişi ve eril olmanın anlamını, bu kavramların toplumları ekonomik ve siyasi olarak nasıl etkilediğini sorgularken, aynı zamanda kültürel ve dini kuralların cinsiyet etrafında nasıl şekillendiğine de ışık tutuyor.
Yazar cinsiyet kavramını insanın ortaya çıktığı ilk zamanlardan günümüze kadar ayrıntılı bir şekilde aldığı için ben de özeti Antik, Klasik ve Modern Dönem olarak üç ana bölüm halinde ele alacağım.
Antik Dönem
Ataerkin kökenleri nereye kadar uzanmaktadır? Bu soruya muhtelif cevaplar verilebilir, birçok bilim insanı, ataerkin kökeninin insanlık öncesi döneme uzandığı görüşünde. Dişi memeliler diğer hayvanlara kıyasla, hamilelik ve beslenme için epey zaman ve enerji harcarlar, zira üreyip çoğalmaları buna bağlıdır. Erkekler ise yalnızca, dişiyi döllerler. Bu yüzden, dişinin üreme başarısı bir nitelik, erkeğin üreme başarısı bir nicelik meselesidir. Dişiler barınma ve yiyecek sağlayacak veya yavruları büyütürken yardım edecek bir eş seçerken erkeklerden daha titizdirler. Bu bir ihtilaf yaratır ve ihtilaf bazen erkeğin cinsel zorlamasıyla çözülür: Erkek genellikle cinsel şiddet uygulayarak, bazen de dişinin var olan yavrusunu öldürerek onu cinsel ilişkiye zorlar. Erkeğin cinsel zorlamadaki başarısı, büyük maymunlar ve primatlar arasında farklılık gösterir. En az cinsel zorlama ise bonobonlarda görülmektedir.
Erkekler tüm memelilerde olduğu gibi, milyonlarca sperm üretirken kadınlar çok daha az sayıda olgun yumurta üretirler. Erkek için üremedeki başarı en çok sayıda kadınla cinsel ilişkiye girmek iken, kadınlar için yavrularına bakmaktır.
Peki bu güç ayrımı nasıl oluştu? Yazar burada kadınların hamile olmasının statüyü değiştirdiğini savunuyor. Şöyle ki; hamilelik ve emzirme, kadınları yiyecek bulma ve korunma açısından başkalarına bağımlı hale getirdi, insanlar iki ayakları üzerinde durup yürümeye başlayınca, erkeklerin üs gövdelerinin daha güçlü olması, egemenlik kurmalarını, avlanmalarını ve elleriyle silah kullanmalarını sağladı. Bu noktada, kadının hamilelik sürecinde erkeğin getireceği besine bağımlı olması günümüze kadar uzanan cinsiyet hiyerarşisinin “doğal” temeli oldu.
Aynı konuyu Harari’nin de Sapiens kitabında ele aldığı üzere “Hamilelik süresi boyunca kadın çok az yiyecek bulma fırsatı bulduğundan yardıma muhtaçtı, kısacası bir erkeğe ihtiyacı vardı. Hem kendisinin hem de çocuklarının hayatta kalmasının garanti altına alınmasını garanti etmek için kadının erkeğin sunduğu koşulları kabul etmekten başka çaresi yoktu. Zamanla, sonraki nesillere aktarılan kadın genleri uysal bakıcı kadınların genlerini aldı.”
İnsanda erkek şiddeti, giderek erkekler arası hiyerarşi oluşturan kurallarla denetlenmeye başlandı. Kaynakların özellikle etin bölüşülmesi konusunda örnekler oluşturuldu ve erkeklerin dişi cinselliğini güç kullanma dışında bir şeyle, yani kurallarla kontrol altında tutmalarının önü açıldı. Elbette kurallar, ihlal edilmeleri durumunda şiddetle kullanılarak savunulmaktaydı, ancak böylece günlük yaşamdaki şiddet miktarı azaldı ve kurallar da giderek siyasi yapılar, ekonomik sistemler ve yasalara dönüştüler.
İşte, tarım öncesi toplumlarda cinsiyet hiyerarşisinin durumu böyleydi. Peki, insanın tarımı bularak yerleşik hayata geçmesiyle cinsiyet anlamında ne değişti?
Dünyanın birçok bölgesinde, sebep sonuç ilişkisi çok belirgin değilse de, tarımın gelişimi kadının giderek daha fazla ikincil konuma gelmesine sebep oldu. Yoğun tarım, özellikle saban kullanımı erkeklerin kaynakları ve kadınların hareketlerini denetlemelerini kolaylaştırdı.
Yazarın daha önce bahsettiği avcı toplayıcı toplumlarda erkek yine hiyerarşik olarak üstünken kaynakların hepsini temin edemiyordu. Yapılan araştırmalar, o zamanlarda insanların, büyük oranda kadınların gerçekleştirdiği toplayıcılık sayesinde elde edilen besinlerde beslendiğini, erkeklerin avlayarak elde ettiği etin çok küçük bir kısmı oluşturduğu görülüyordu. Ancak, tarım devrimiyle birlikte bu durum değişti. Özellikle, saban tarımı fiziksel anlamda sadece erkeğin yapabileceği nitelikte bir iş olduğu için kadın tamamen arka plana itiliyor ve erkeğin getireceği besine muhtaç oluyordu.
Saban tarımı yiyecek tedarikini arttırdı, ancak aynı şekilde, bu yiyeceği üretmek için gerekli kaynaklara olan gereksinimi de arttırdı. Erkekler gitgide daha fazla kaynakla arazilerini sürdükçe, arazinin ve diğer malların bir sonraki nesle geçmesini sağlamak üzere miras sistemini kurdular. Ataerkil miras sisteminde mülk kendi çocuklarına intikal ettiğinden, erkekler kadınların cinsel eylemlerini daha fazla gözaltında tutmaya başladılar.
Gördüğümüz üzere, sabanlı tarım yapılan kültürlerdeki miras sisteminde erkekler, kadınlara göre daha imtiyazlıydılar ve bu nedenle ekonomik yaşamın bu yönünde de üstünlükleri devam etti. Eğer erkek evlat yoksa mirasçı listesinde sıra erkek kardeşlere, yeğenlere, dedelere veya diğer akrabalara geliyordu.
Anaerkil kültürlerde mallar ortaktı, ancak tarımın ve hayvancılığın yayılmasıyla erkekler mahsulün, hayvanların ve arazilerin üzerinde hak iddia etmeye başladılar. Böylece özel mülkiyet kavramı gelişti. Erkekler özel mülkiyeti ele geçirir geçirmez, birçok kültürde olduğu gibi, mülkiyetin babanın soyundan gelen erkeklere bırakıldığı ataerkil miras sistemi kuruldu. Erkekler, mirası kendi varislerine bırakmayı fazlasıyla önemsemeye başladılar ve çocuklarının meşru olduğundan emin olmak için kadınların cinsel yaşamını denetlemeye çalıştılar. Hükmetme hakkı, miras yoluyla geçtiğinden, erkek seçkinler için eşlerinin doğurduğu çocukların kendilerinden olması aşırı önemliydi. Bu nedenle birçok devletteki seçkin kadınlar gitgide daha fazla tecrit edildiler ve zinaya ilişkin (bir erkeğin karısı dışında evli bir kadınla cinsel ilişkisi olarak tanımlanır) katı yasalar yürürlüğe konuldu; bu yasalar bazı durumlarda seçkin olmayan kadınları da etkiledi.
Görüldüğü gibi, tarım devrimi ile birlikte mülkiyet kavramının ortaya çıkması kadının toplumsal hiyerarşideki rolünü daha da kötü etkilemiş, tamamen eril bir sosyo-ekonomik sistemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Klasik Dönem
Klasik Dönem olarak adlandırdığımız MÖ 600 ile MS 1750 arasında toplumsal cinsiyet bağlamında pek bir değişiklik olmadı. İnsanlar tarıma dayalı toplum hiyerarşisine tabiydiler ve bunlar zamanla dinler vasıtasıyla kurala bağlandı.
Yazar, kitap boyunca birçok din ve inanıştan detay örnekler vererek ele aldığı için bu kısımda dinler özelinde ben de birkaç önemli nokta üzerinde duracağım.
Şeref her dinde büyük ölçüde toplumsal cinsiyetleştirilmiş bir vasıftır; erkeğin şerefi genellikle bazı tür hareketlerle, dişinin şerefi ise hareketsizlikle değerlendirilirdi. Erkekler, ailelerini korumak, fiziksel kahramanlık göstermek, otorite kullanmak ve cesaret göstermekle şerefini yüceltirken; kadınlar sadece iffetlerini korudukları sürece şerefli kabul edilirdi.
Her dini gelenek, düzgün toplumsal cinsiyet ilişkileri, kendini dine vermenin görece değeri ve dişi veya eril inananların ibadetine ilişkin fikirler ileri sürer; her biri erkeklerin ve özellikle kadınların davranış biçiminin kurallarını koyar ve önerir.
Ancak, toplumsal hiyerarşideki kadının ikincil konumu maalesef her dinde ve kültürde aynıydı;
Yunan felsefesinde ise kategorik olarak, erkeğe göre aşağı konumda tanımlandılar. Batı kültürünün kaynağı kabul edilen Kitabı Mukaddes ve Antik Yunan (özellikle Aristoteles felsefesi), kadınların ikincil konumunu teyit etti. Platon rahmi, fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açan, kadın bedeninde serbestçe gezinen bir hayvan olarak tanımladı.
Roma toplumlarında kadınlar erkeğin malıydı, genellikle de babalarının, kocalarının ve erkek kardeşlerinin. Çoğu yasal sistemde, tecavüz mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirilirdi. Başka bir deyişle, kurban tecavüze uğrayan kadın değil, ona sahip olan erkekti.
Mezopotamya dininde ve Musevilik’te kadınlar, tanrı ile doğrudan bağlantının dışında tutuldular.
Konfüçyüsçü felsefede kadınların konumu, kozmik düzen içindeki yer kürenin konumuna benzetilmiştir; kadınların ast ve hürmetkar olmaları beklenir; bu beklentiler üçlü itaat adıyla sistemleştirilmiştir. Kadın, kız evlat olarak babasına, karı olarak kocasına ve dul olarak kendi oğluna tabiydi.
Yeni Ahit’e göre evli bir kadının, kocası dışında başka bir erkekle cinsel ilişkiye girmesi, tıpkı ensest ilişki, hayvanlarla cinsel ilişki veya erkekler arası ilişki gibi iğrenç olarak adlandırılmıştır. Ancak, erkekler karıları dışında cariyelerle, hizmetçilerle ve kölelerle cinsel ilişkiye girmekte serbesttiler.
Dünyanın birçok yerindeki Müslüman kadınlar peçeyi ve kendilerini örten giysileri, erkek tacizine maruz kalmaksızın ev dışında çalışmanın veya seyahat etmenin bir çıkış yolu olarak benimsediler.
Çin’de MS 1000 yılı civarında, imparatorluk sarayındaki eğlendiriciler arasında başlayan bu uygulama, 1200’lerdeki Çin’in kuzeyindeki üst ve orta sınıf arasında kök saldı. Bir kızın ayaklarını bağlamak için ayak parmakları aşağıya doğru bastırılır, topuğunun altına kadar bükülür ve zamanla kemikleri kırılırdı. Ayak bağlama geleneği, toplumsal değerlerin böylesine merkezinde yer alması nedeniyle Kuzey Çin’de kökleşti; bazı aileler, devlet görevlilerinin ve misyonerlerin çabalarına rağmen 1930’lara kadar kızlarının ayaklarını bağladılar. Nihayet komünist lider Mao Zedong bu uygulamaya son verdi.
Avrupa’da ise durum pek farklı değildi. Cadılık, Avrupa’da birçok insanın sorgulanmasına, yargılanmasına ve elli ila yüz bin insanın idam edilmesine yol açtı. Tüm bu olaylardaki cinsiyet dengesi Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde farklılıklar gösterdiyse de, sorgulanan ve mahkemeye çıkarılan kişilerin yüzde seksenini kadınlar oluşturuyordu; 1500 yılından sonra idam edilenlerin ise tamamı kadındı.
Modern Dönem
Klasik dönem ve sonrası kültürlerde, okuma yazmayı öğrenmiş veya hatta çok iyi öğrenim görmüş birkaç kadın her zaman vardı. Bunlar genellikle üç modelden birine uygulandılar: Ya babaları, kadınların eğitimi fikrine açık olan elit ailelere mensuptular; ya rahibelerdi veya okumaya değer veren dini grupların üyeleriydiler; ya da müzik, dans veya edebiyat eğitimiyle, güçlü ve zengin adamlara daha cazip hale gelen sosyetik metreslerdi.
Sanayileşmenin yükselişiyle ortaya çıkan yeni çalışma biçimleri, aile yaşamı üzerinde gözle görülür etkiler yarattı. Nerede veya ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, sanayileşme çoğunlukla geleneksel olarak erkeklerin yaptığı bazı tekdüze işlerin, makinelerin yardımıyla daha az beceri gerektirir hale gelmesine, bu işlerin yeniden tanımlanarak, statüsü ve ücreti düşürülerek kadınlara verilmesine yol açmıştır; buna verilebilecek en belirgin örnekler sekreterlik, dokumacılık ve ayakkabı yapımıdır.
19. ve 20. Yüzyıllarda sömürge bölgelerindeki madenciliğin ve ihracata yönelik tarımın gelişimi, birçok erkeğin aylıklı bir işte çalışmak için yıllarca ailelerinden ayrı kalmasına yol açtı. Kadınlar köylerinde kalıp hem çiftçiliği sürdürdüler, hem çocukları büyüttüler, hem de yaşlılara baktılar. Böylece hammadde üretilen bölgelerdeki ücretli işlerin ortaya çıkışı, tıpkı köle düzenindeki gibi, anneler ve çocuklar arasındaki ilişkinin eşler arasındaki ilişkiden daha yakın olduğu anaerkil aile modellerine yol açtı.
Şehirlerde ise durum farklıydı. Fabrika işçiliğinin genç kadınları anne-baba evinden koparmasıyla birlikte kadınlar para kazanmaya başlayınca, hane içindeki ataerkil otorite zayıfladı. Özellikle 1930’ların buhranlı yıllarında, gerek diktatörlüklerde gerekse demokrasilerde, çalışan kadınların, mevcut işleri erkeklerin elinden aldığı açıkça söylenmeye başlandı ve çalışmanın esasen erkek işi olduğu propagandası coşkulu kampanyalarda göklere çıkarıldı. ABD’de, İngiltere’de ve başka yerlerde kadınlar evlendiklerinden işten kovulabiliyordu.
1970’lere kadar ABD’de “kadınca” hizmet işlerinde, yaşa ve medeni duruma bağlı açık ayrımcılık devam etti, bazı ülkelerde hala devam etmektedir. Havayolu hosteslerinin durumu bu konudaki en bilindik örnektir.
Demir perdenin diğer tarafında ise durum biraz farklıydı. Kadınlar için eğitim fırsatları komünist ülkelerde büyük oranda geliştirildi ve tıp gibi belli mesleklere giren kadınların sayısı, Batı Avrupa veya ABD’dekinden çok daha yüksek bir noktaya geldi. Ancak, üst yönetim makamlarda sadece erkekler bulunuyordu. Sovyetler Birliği’nde 1968’de tıp doktorlarının %72’si, avukatların %35’i, mühendislerin %30’u kadındı. Aynı yılda ABD’de doktorların %7’si, avukatların %3’ü, mühendislerin ise %1’i kadındı.
Sonuç
20. yüzyıl boyunca kadınlar önemli emek örgütleyicisi olarak erkeklerin yanında yerlerini alarak sendika faaliyetleri kapsamında toplumsal cinsiyet eşitliği meselelerini ortaya koydular. 20. Yüzyılın sonlarında yoksulluk gitgide kadınları daha büyük oranda kapsayan bir şey haline geldi fakat yüksek ücretli profesyonel ve idari kadrolar dahil, eskiden erkek işi olarak görülen işlerde çalışan kadınların sayısı da arttı ve kadınların ortalama kazançlarının erkeklerinkine oranı yükseldi. İlaveten, işlerin gitgide daha fazla küreselleşmesi ve anormal genişleme ve daralma döngüleri, erkeklerin birçok alandaki işlerini “dişileştirdi” yani artık uzun süreli sözleşmelerle bağlı değiller veya bu işler onlara pek de iş güvencesi sağlamıyor. Bunların ve diğer değişimlerin karşılıklı etkileşimleri, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünü zaman içinde ortadan kaldıracak mı, yoksa dünya genelinde çok sayıda insan üzerindeki etkisini azaltacak mı, yaşayıp göreceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder