Ana içeriğe atla

Yoksulluğun Sonu


Columbia Üniversitesi The Earth Institute başkanı, Birleşmiş Milletler eski genel sekteri Ban ki-Moon’un özel danışmanlığının yanı sıra Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı başkanı olan Jeffrey Sachs’ın “The End Of Poverty” kitabı 2004 yılında yayınlanmıştır. Uzun yıllar boyunca Dünya Bankası’nda ekonomist olarak çalışmış olan Sachs, özellikle Latin Amerika ve Afrika ülkelerine sürdürülebilir kalkınma konusunda danışmanlık yapmıştır.

İngilizce baskısı 15 bölümden ve 413 sayfadan oluşan kitabın ilk dört bölümü ana çerçeveyi oluşturmakla birlikte; sonraki bölümlerde ülkeler özelinde durum tespiti yapılmıştır. Bu anlamda; kitap özetin daha sade olması adına ilk dört bölümü üzerinden ele alınacaktır.

1.KÜRESEL AİLE FOTOĞRAFI

Afrika’nın güneyinde yer alan Malawi’nin hangi köyüne gitseniz, giderek ciddileşen kuraklık sorunu nedeniyle tarlada kuruyan ekinlerle, yetersiz beslenmeden dolayı gelişimini tamamlayamayan çocuklarla, sağlıklı içme suyu, temel eğitim ve sağlık hizmetleri gibi standart kabul ettiğimiz ihtiyaçlardan mahrumiyetle karşılaşırsınız. Yetişkin sayısının azlığı, insanın hemen dikkatini çeker. Yaşlı anneanne ve babaannelerin canla başla 5-6 çocuğa büyük zorluklarla tek öğün çıkarabilme telaşının ardında yatan sebep, neredeyse tüm ebeveynlerin AIDS hastalığından yaşamını yitirmiş olmasıdır. 14 milyonluk Malawi’de, tahminlere göre 900 bin AIDS hastası bulunmaktadır.

Bangladeş, en umutsuz görünen durumlarda bile ilerlemenin yolları olduğunun kanıtı gibi. Yeter ki, doğru stratejiler uygulanıp etkin yatırımlar yapılsın. Bu ilerlemenin arkasında yatan ilk etken, büyük bir hızla gelişen tekstil ve hazır giyim sektörüdür. Çalışma koşulları ağır olsa da, böylesi iş imkanları, genç köylü kadınların hayatlarına yeni bir yön kazandırmaktadır. Köylerinde kalmış olsalar, sıkı bir ataerkil toplumda erken yaşta evlendirilip çocuk yapmaya zorlanacakken, sahip oldukları iş sayesinde az da olsa para biriktirebiliyor; kendi gelirlerini idare ediyor; kiminle evleneceğine ve ne zaman, kaç tane çocuk yapacağına karar verebiliyorlar. Birikimlerini, yaşam standartlarını yükseltmeye ve her şeyden önemlisi, eğitim sistemine tekrar katılmak için ayırabiliyorlar. Bir önceki kuşak için, bunu hayal etmek bile imkansızdı.

Ekonomik bağımsızlığını ilan edebilen kadınlar, haklarına ve özgürlüklerine kavuştu. Bu kapsamda çocuk ölümleri azaldı; kızların okuma yazma oranı arttı; sağlıklı aile planlaması uygulamaları hayata geçirildi. Azalan doğurganlık oranı, kişi başına düşen geliri yükselteceği gibi her bireyin daha fazla olanağa sahip olması anlamına da gelmektedir.

Bilişim devrimi bu Ülkede, Malawi’de akla bile gelmeyecek, Bangladeş için hala çok uzak görünen iş kolları yaratmakta, genç kadın ve erkeklere gelir sağlamaktadır.

Fakat, yaşadığımız Dünyada gelişim göstermek, başkaları tarafından çoğunlukla bir tehdit olarak algılanmakta. Hindistan ve Çin’in yakın zamandaki yükselen grafiği, ABD’de büyük tedirginlikle karşılandı. Amerikalılara göre bu Ülkelerin elde edeceği başarı, kendi ellerinden uçan gelir anlamına gelmekte.

Son yıllarda, 11 milyon insanın yaşadığı Pekin, Dünyanın sayılı finans merkezlerinden biri haline gelmiştir. Ülkede kişi başına milli gelir 4000$’a ulaştı ve %8’lik inanılmaz bir büyüme oranı yakalandı. 25 yıl öncesi, Kültürel Devrim karmaşasında, tamamen kapalı bir toplumken Çin, sadece bir kuşak sonra, Dünyanın sayılı ekonomilerinden ve ihracat odaklı ticari güçlerinden birine dönüştü. İhracatın bu kadar gelişmesinde başrolü oynayan yabancı yatırım, teknoloji ve ucuz sayılabilecek vasıflı işgücü, çok çeşitli sanayi ve iş kollarının serpilmesine katkıda bulunmuştur. Çin’in ihracat hacmi, işte bu nedenden, 1980’de 20 milyar dolarken, 2004’te 400 milyar dolar sınırını aşmıştır.

Dünyanın bu dört farklı yerinde olanlar, zengin ile en fakir bölgeler arasında ne kadar büyük bir uçurum olduğunu; bilim ve teknolojinin gelişim sürecinde ne kadar önemli roller üstlendiğini; gelişim sürecinin kaba hatlarıyla, kendine ancak yeten tarımdan basit sanayileşme ve şehirleşmeye, oradan da yüksek teknoloji hizmetlerine doğru nasıl hızla ilerlediğini göstermektedir. Kırsal nüfus Malawi’de %80, Bangladeş’te %76, Hindistan’da %72 ve Çin’de ise %61 düzeyindedir. Skalanın öteki ucundaki ABD’de ise bu oran sadece %20. Dünyada Malawi halkı gibi yaşayan yaklaşık 1 milyar insan bulunmaktadır. Yani dünya nüfusunun 1/6’i. Bu kesim “aşırı fakir” olarak nitelendirilir. Bu insanların tamamı, her gün yaşam mücadelesi vermekteler. Ekonomik gelişmeyi, üst basamakların ekonomik refahı temsil ettiği bir merdiven olarak düşünürsek, birkaç basamak yukarıda düşük gelir grubunun üst kesimini teşkil eden yaklaşık 1,5 milyar insan mevcuttur, Bangladeş’teki tekstil işçileri gibi bir yaşam sürdürmektedir. Her gün ölümle yüz yüze değiller; ancak geçim sıkıntısı günlük hayatlarının bir parçasıdır. Bu iki grup dünya nüfusunun %40’ına karşılık gelir.

Fakir nüfusun büyüklüğü, nerede yaşadıkları ve ekonomik durumlarının zaman içinde nasıl değiştiğiyle ilgili sayısız tanım ve tartışma bulunmaktadır. Tanımlama açısından üç farklı seviyedeki fakirliği ayırmakta fayda vardır: aşırı fakirlik, orta dereceli fakirlik ve göreceli fakirlik. Aşırı fakirlik, hane halkının temel yaşam gereksinimlerini karşılayamadığı seviyedir. Yetersiz beslenir, temel sağlık hizmetlerinden faydalanamazlar; çocuklarından bazısını veya hiçbirini okula gönderemezler; hatta belki hava koşullarına dayanıklı bir evden bile yoksundurlar. Orta dereceli fakirler, genellikle ucu ucuna da olsa temel yaşam gereksinimlerini karşılayacak durumdadır. Göreceli fakirlik ise, hane gelir seviyesinin, ortalama ulusal gelirin belli bir oranda altında kaldığı durumdur. Zengin ülkelerdeki göreceli fakirler, kaliteli sağlık-eğitim hizmetlerine erişemez, sosyal-kültürel faaliyetlerden faydalanamazlar.

Fakirliği sınıflandırmak için Dünya Bankası, uzunca bir süredir aynı istatistiksel standardı uygulamaktadır. Buna göre “aşırı fakirler” günde 1 dolar, “orta dereceli fakirler” günde 1-2 dolar arasında kazananlar olarak kabul edilmektedir. Bu hesapla, 1981’de, Dünyada 1,5 milyar aşırı fakir varken, bu rakam 2001’de 1,1 milyara gerilemiştir. Dünyadaki aşırı fakirlerin %97’si üç bölgede yoğunlaşır: Doğu Asya, Güney Asya ve Sahra altı Afrika. Orta dereceli fakirlere baktığımızda, 1,6 milyar insan görürüz. Bu kesimin %87’si, yine aynı üç bölgede bulunmaktadır. Aşağıdaki grafikler konuyu daha detaylı şekilde ifade edecektir.


Aşırı fakirliği sona erdirmek için iki hedef olmalıdır:

1. Dünya nüfusunun aşırı fakirlik içinde yaşayan 1/6’inin hayatta kalma mücadelesi vermek zorunluluğundan kurtarılması.

2. Dünyadaki yoksulların hepsine gelişimin basamaklarını tırmanacak bir şans tanınması.

Bu zorlukların üstesinden gelmek için bu duruma nasıl geldiğimizi iyice anlamamız gerek. Bunu becerirsek, başarılı bir şekilde ilerleyebiliriz.

2. İKTİSADİ REFAH DAĞILIMI

Tarih boyunca, tüm Dünyaya hakim olan fakirlikten, refahın farklı kademelerine geçiş, çok hızlı olmuştur. Sadece birkaç yüzyıl öncesine kadar, Dünyadaki refah dağılımında adaletsizlikten söz etmek mümkün değildi. Avrupalılar yeni kıtaları keşfetmek için yola çıktığı sırada, örneğin Çin, Hindistan, Avrupa ve Japonya’da yaşayan halkların geliri arasında belirgin bir fark yoktu.

Günümüzde zenginle fakir arasında var olan ciddi uçurumun nedenini anlamak istiyorsak, bu farklılaşmanın meydana geldiği yakın geçmişe dönmemiz gerek. 1800’lü yılların başından beri geçen yaklaşık 200 yıllık süre, iktisadi tarih anlamında benzersiz bir dönemdir.

Miladın başında Dünyada yaklaşık 230 milyon insan varken, bu rakam birinci binyılın sonunda 270 milyona, 1800’li yıllara gelindiğinde ise 900 milyona ulaşmıştır. Reel yaşam standartlarındaki gelişim, daha da yavaş gerçekleşmiştir. Çağdaş iktisadi büyüme çağı sürecindeyse, hem nüfus hem de kişi başına düşen gelir, inanılmaz bir ilerleme kaydetmiştir. Bu dönemde nüfus 6 kat büyüyerek 6,1 milyara ulaşmış, Dünya ekonomisiyse 9 kat büyümüştür. Ekonomi ABD’de 25, günümüz zengin ülkelerinde ise, 15 kat büyümüştür. Tarım yöntemleri, teknolojik gelişmelere paralel olarak, çok daha verimli hale gelmiştir. Dünya üzerindeki ekonomik faaliyet bu süreçte inanılmaz bir şekilde artıp, 49 katına çıkmıştır. Buna göre, günümüzde zengin ve fakir ülkeler arasındaki uçurum yeni bir olgudur. 1820’de, Dünyanın en büyük ekonomisiyle (Britanya Birleşik Krallığı) Dünyanın en fakir bölgesi (Afrika) arasında kişi başına düşen gelir açısından 4 kat fark vardı. 1998’e gelindiğinde, Dünyanın en büyük ekonomisiyle (ABD) Dünyanın en fakir bölgesi (Afrika) arasındaki kişi başına düşen gelir farkı, 20 kata çıkmıştı. Tüm dünya ülkelerinin, 1820’de kabaca aynı noktada olduğunu düşünürsek, günümüze kadar olan süreçte böylesi uçurumların meydana gelmesi, bazı ülkelerin ilerlediğini, bazılarının ise yerinde saydığını işaret eder.

ABD’nin dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi (Çin’in günümüzdeki %8 oranı gibi) aşırı hızlı büyümeye değil, uzun dönemlere yayılan küçük ama istikrarlı (%1,7’lik) bir büyümeye dayanır. Afrika ekonomilerine bakacak olursak aynı süreçte %0,7’lik bir gelişme kaydedildiğini görürüz. Bu rakam ABD’nin %1,7’lik oranından çok da farklı görünmese de 180 yıllık sürecin sonunda herşeyi değiştirecek boyuta ulaşır. Afrika’da kişi başına düşen gelir, bu dönemde 3 kat artarken (400$’dan 1.300$’a) ABD’de bu oran 25 kat artmıştır (1.200$’dan 30.000$’a). İkisi arasındaki gelişme farkı, 7 katlık bir gelir uçurumuna neden olmaktadır.

O halde, günümüz Dünyasının tanık olduğu gelir adaletsizliğini anlamak için, çağdaş iktisadi büyüme çağı süresince Dünyanın değişik bölgelerinde büyümenin neden farklı oranlarda olduğunu kavramak gerek. Öncelikle gelişme oranlarının uzun süre boyunca neden değişiklik gösterdiğini anlamamız gerekir ki, günümüzde geri kalmış bölgeleri ekonomik açıdan kalkındırmanın yollarını belirleyebilelim.

Modern zamanların en önemli gerçeği, gelirin bir bölgeden diğerine zorla veya başka bir şekilde aktarımından ziyade, genel olarak küresel gelirde görülen artıştır. Zengin Dünyanın elde ettiği gelir düzeyindeki uzun vadeli artışın itici gücü ve asıl nedeni, fakirin sömürülmesi değil teknolojik gelişimdir.

Modern zamanların tarih öncesi çağlardan en önemli farkı, teknolojik gelişmelerdir. Bugünün standartlarına göre Dünya, 1700’lerin ortasına kadar büyük ölçüde fakirdi ve salgın hastalıklarla kıtlığın pençesinde kıvranıyordu. Ortalama yaşam süresi çok kısaydı ve zengin ya da fakir fark etmeksizin tüm ülkelerde çok sayıda çocuk ölümü görülmekte; veba, çiçek vb. pek çok bulaşıcı hastalık nedeniyle toplu ölümler meydana gelmekte; iklim değişimleri ve olumsuz hava koşulları nedeniyle toplumlar zarar görmekteydi.

Dünyanın gidişatında asıl değişikliği yaratan Kuzey Batı Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi ve onu destekleyen tarımsal üretimdeki artıştır. Tarımsal faaliyetlerdeki düzenli gelişme, gıda miktarını arttırdı. En büyük ilerleme, 1750 civarında İngiltere’de sanayinin doğmasının ardından, üretime yönelik yeni enerji biçimlerinin daha önce görülmemiş düzeyde harekete geçirilmesiyle kaydedildi. Başlıca enerji kaynağı olarak fosil yakıtları kullanan buhar makinesi, gıda ve hizmet üretiminde yeni bir çığır açtı. Kimyasal gübre üretimini mümkün kılan fosil yakıtlarla gıda üretimi; demir-çelik, kimyasal maddeler, ilaç, tekstil vb. fabrikalarla endüstriyel üretim de arttı. 20.yy başında fosil yakıt çağının en önemli buluşlarından olan elektrik sayesinde güçlenen hizmet sektörüne paralel olarak, iletişim teknolojileri de gelişti. Kömür, sanayiye güç verirken, sanayi de siyasi gücü tetikledi. Britanya İmparatorluğu, Sanayi Devrimi’nin küresel anlamda görünen ilk siyasi gücüdür. 19.yy başında İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, ülkenin Viktoryen döneminde askeri ve finansal açıdan insanlığın 1/6’i üzerinde egemenlik kurmasını sağladı. Modern tarihin dönüm noktası, buhar makinesinin bulunması oldu. Her alanda ekonomik kalkınmanın başlangıcı buna dayanır. Sanayi Devrimi’nin neden M.S. 500 ve M.S. 1500 arasındaki binyıl boyunca dünyanın teknolojik lideri konumundaki Çin’de değil de İngiltere’de gerçekleşmiş olduğuysa, ekonomi tarihçilerince çok tartışılan bir konudur.

1. Neden: O dönemde, Dünyanın geri kalanında katı kuralları olan toplumsal hiyerarşi düzenleri hakimken İngiltere’nin göreceli olarak açık bir toplum oluşu; bireysel inisiyatif ve toplumsal sınıflar arasında geçişe izin veren bir yapıya sahip olması; Avrupa’nın çoğunluğunda hala serflik hüküm sürerken, İngiltere’de feodal dönemin sabit toplumsal düzeninin, büyük ölçüde zayıflamış ve 1500’lere gelindiğinde tamamen sona ermiş oluşu.

2. Neden: İngiltere’nin politik özgürlük alanında giderek güçlenen kurumlara sahip oluşu; yeni fikirlere açık İngiliz parlamentosu; ifade ve tartışma özgürlüğü; bireysel inisiyatife destek oluşturan mülkiyet haklarının korunması.

3. Neden: Batı’nın, bilimsel fikirleri yüzyıllar boyunca genelde Asya’dan ithal etmesinden sonra Avrupa bilimi Rönesans’la birlikte büyük ilerleme kaydettiğinde, İngiltere’nin bilimsel devrimin başını çekenlerden oluşu; siyasi açık görüşlülük ve kuramsal bilimsel düşünce sayesinde bilimsel buluşların patlaması.

4. Neden: Coğrafi konumun getirdiği avantajlarla refaha ulaşan İngiltere’nin, Kıta Avrupa’sına yakın bir ada oluşu ve yurt dışında düşük maliyetli deniz taşımacılığında, yurtiçinde de nehir taşımacılığında çok ilerlemiş oluşu; toprak verimliliği ve yeterli yağış miktarı sayesinde tarıma oldukça elverişli oluşu. Ayrıca Güney Amerika’ya yakın oluşu da hayati önem taşımaktaydı. Yeni kıtadaki kolonilerden elde edilen gıda ve İngiliz sanayisine sağladığı pamuk gibi hammaddeler sayesinde ilerleme hızlandı. Adam Smith’in 1776 tarihli “Ulusların Zenginliği” Kitabında belirttiği gibi, İngiltere’nin doğal avantajları, ticari ve ekonomik gelişimini desteklemiştir.

5. Neden: Britanya’nın bağımsız bir egemen güç oluşu; komşularına göre çok daha az tehdit altında olan bir ada devleti olması sayesinde Avrupa’nın kalkınmasında lider rolünü üstlenebilmesi.

6. Neden: İngiltere’de kömürün bol olması. Buhar makinesinin icadıyla İngiliz toplumu, insanlık tarihi boyunca ekonomik üretimi kısıtlayan enerji sıkıntısından kurtuldu. Kömür, dünya üzerinde, daha önce hiçbir enerji kaynağından elde edilmemiş bir kaynak yaratarak seri üretimi başlattı.

Özetle İngiltere’nin avantajlı durumu sosyal, politik ve coğrafi etkenlerin birleşimine bağlıdır. Siyasi açıdan istikrarlı ve göreceli olarak özgür ve dinamik bir toplum oluşu, coğrafyasının tarıma ve deniz ticaretine elverişli oluşu ve kömür madenlerinin zenginliğiyle dünyanın diğer bölgelerinden daha şanslı olduğu için hızla kalkınmıştır. Daha az şanslı olan ülkelerin ise, modern ekonomik gelişimi gecikmiş, avantajsız yerlerin gelişimi ise bugüne kadar gecikmeye devam etmiştir.

Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçiş kentleşmeyi de hızlandırırken, toplumsal hareketlilik, aile ve cinsiyet rollerinde yeni açılımlar, demografik değişim ve mesleki uzmanlaşmayı beraberinde getirdi. Tarımsal üretim arttıkça, gıda fiyatları düşer ve çiftçi sayısı azalır. Dolayısıyla çiftçilerin çocukları da, tarımsal faaliyetler dışındaki işlere yönelir. Kentsel yaşam, ticaret ve hizmet sektörünün talep ettiği yüz yüze iletişime uygun ortamı sağlar. Öte yandan, modern ekonomik gelişmeyle birlikte toplumsal hareketlilikte de bir devrim yaşanmıştır. Babadan oğula geçen meslekler ve sosyal statü yerini, hızlı bir değişime bırakmıştır.

Geleneksel toplumlarda kadının yeri evinde çocuk yetiştirmekken, modern ekonomik gelişme sayesinde dinamikler değişti. Kentsel yaşamda kadınlar kendilerine iş bulurken, aynı zamanda toplumsal ve politik anlamda da güçlendiler. Yaşam koşullarında ve ekonomik faaliyetlerde meydana gelen değişim, aile yapısını da değiştirdi. Evlenme yaşı yükseldi. Cinsel ilişkiler artık doğrudan üremeye ve çocuk yetiştirmeye yönelik değil. Kentlerde yaşayan ailelerin çocuk doğurma oranları büyük ölçüde azaldı. Daha az çocuk yapma eğilimi yaygınlaştı. Bu demografik değişim, modern ekonomik gelişme döneminde yaşanan toplumsal dönüşümün temelini oluşturmaktadır.

Modern ekonomik gelişmenin İngiltere’de başlamasını sağlayan koşullar sadece İngiltere’ye özgü olmadığından, Sanayi Devrimiyle birlikte aynı modern teknolojiler ve toplumsal düzen, Dünyanın diğer yerlerine de yayılabilecek ve Kuzey Avrupa’da başlayan devinim, eninde sonunda tüm gezegene ulaşabilecekti.

Farklı yerlerde farklı boyutlarda meydana gelen ekonomik gelişme, küresel zenginlik ve gücün adaletsiz dağılımına sebep olmuştur. Avrupa’nın 19. yy itibariyle hızla sanayileşmesi sonucunda, Asya, Afrika ve Amerika kıtasına hakim bir Avrupa İmparatorluğu oluşmuştur. Sonunda bu büyük güç, farklılıkları toplumsal anlamda hala yakamızı bırakmayan kusurlara sebep oldu. Ekonomik olarak güçlü olan bir toplumun bireyleri, bunun bir üstünlük olduğu yanılgısına kapılarak, dinsel, ırksal, genetik, kültürel veya kurumsal açıdan diğerlerine baskın olduklarını zannetmeye eğilimli hale geldiler. Böylelikle 19.yy’da Avrupa’nın lehine işleyen iktidar ve ekonomik eşitsizliğe, ırkçılığın ve egemen kültürcülüğün yeni biçimlerinin yayılması eşlik etti. Bunu desteklemek adına bilimsel dayanağı olmayan kuramlar ortaya atılarak, mevcut eşitsizlik meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Sömürge yönetimi altındaki yoksulların ezilmesini, işkence görmesini, mallarına ve topraklarına el konmasını haklı çıkarmaya yönelik uydurulan bu teoriler, köleliği bile teşvik etmiştir.

Modern ekonomik gelişmenin yayılması, üç farklı şekilde gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, Sanayi Devriminin, İngiltere’nin sömürgeleri olan Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya doğrudan aktarılmasıdır. Sömürgeci güçler yerli halkları katletmiş, hor görmüş veya yerlerinden etmiştir. Ama, İngiliz nüfusu yeni kolonilerde yayılmış ve ardından Kuzey Amerika ve Okyanusya’da ekonomik gelişme kaydedilmiştir. Yayılmanın ikinci türü ise, Avrupa’nın içinde meydana gelmiştir. Kuzeybatı Avrupa, Atlantik kıyısında olmanın verdiği avantajdan yararlanarak, Amerika ve Asya kıtalarıyla ticarette gelişme kaydetmiştir. Kömür madenleri, kereste ve nehirler gibi doğal kaynakların fazla olması, ayrıca, iklim koşullarının Doğu ve Güney Avrupa’ya göre sıtma gibi salgın hastalıkların yayılması için elverişsiz olması, gelişmeyi hızlandırmıştır. Sanayi Devrimi, özellikle Napolyon Savaşları sırasında ve sonrasında Güney ve Doğu Avrupa’daki gelişimin önünde duran engellerin ortadan kalkmasıyla, yayılmaya başladı. Anayasal devlet idaresine geçildi. Avrupa’nın tüm bölgeleri demiryoluyla birbirine bağlandı. Daha yüklü miktarda finansal sermaye akışı, yeni teknolojiler ve fikir alışverişi kolaylaştı. Politik ve sosyal koşulların uygunluğu ve serfliğin ortadan kalkmış olması nedeniyle kuzeybatıda başlayan ekonomik gelişme, kuzeyden güneye, batıdan doğuya yayıldı. 19.yy sonunda sanayileşme, Avrupa’nın her köşesinde hissedilir hale gelmişti. Üçüncüsü ise, modern ekonomik kalkınmanın Avrupa’dan Latin Amerika, Afrika ve Asya’ya yayılmasıdır. Bu süreç çok çalkantılı geçti. Giderek sanayileşip zenginleşen Avrupa’nın, Dünyanın henüz sanayileşmemiş, kırsal ve askeri açıdan güçsüz toplumlarıyla karşılaşması da buna dahildir. Köklü geleneklere sahip Çin ve Japonya ile, seyrek nüfuslu tropik Afrika gibi eskiden beri süregelen uygarlıklar da bunlar arasındadır. Fakat en büyük trajedi, birbirinden çok farklı ekonomi ve kültüre sahip bu toplumların yüzleşmesiyle ortaya çıkan kargaşadır.

Büyük çaplı fabrika üretimi ve makineleşme, Sanayi Devriminin gelişmelerinin ilk dalgasını oluştururken, 19.yy ortasında demiryolu ve telgraf, bilginin ve imalatın paylaşımını sağlamıştır. Teknolojik ilerlemenin ikinci dalgası, buharlı gemilerle küresel boyutta ticaret ve ticaret süresini kısaltan Süveyş ve Panama Kanalı gibi devasa altyapı projeleridir. Üçüncü dalga ise, sanayi tesisleri ve şehirlere elektrik bağlanmasıdır.

Ticaret ve yabancı yatırımların yayılması sayesinde, Dünyaya açılan teknolojik ilerlemelerle birlikte ekonomik refah da, Dünyanın diğer bölgelerine yayıldı. Ancak, aynı zamanda Batı’nın siyasi egemenliği de Dünyaya yayıldı. 20.yy başında Dünyadaki baskın güç Avrupa olmuştu.

20. yy’daki çöküş, 1914 yılıyla başladı ve Avrupa önderliğindeki küreselleşmeyi bitiren, dramatik ve travmatik I. Dünya Savaşı oldu. Yüzyılın geri kalanına yansıyan büyük yıkımlar bırakan Savaşta ölü sayısı, tüyler ürperticiydi.

Dünya Savaşı’nın Avrupa’da yarattığı uzun süreli maddi istikrarsızlık da, çok kötü sonuçlara yolaçtı. Yenilen ülkelerin borçları; Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının yıkılıp parçalanması; onların yerini küçük ve istikrarsız devletlerin alması; savaşın yol açtığı iç içe geçmiş finansal ve ekonomik sorunlar arasındaydı.

Büyük Bunalım, ticarette muhafazakârlığın yayılmasını, Almanya’da Nazilerin yükselişini, Japonya’da askeri cuntayı tetikledi. II. Dünya Savaşı sonunda, 1914 öncesinin küresel sistemi paramparça oldu. Uluslararası ticaret can çekişmekteydi. Ulusal para birimleri birbirine çevrilemediğinden, uluslararası ticaretin temel mekanizması bozulmuş durumdaydı. Neyse ki, Batı emperyalizminin de, tamamen sona ermesi on yıllar ve birçok savaşı gerektirecek olsa da, artık sonuna yaklaşmıştı. II. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları üzerinde duran küresel piyasanın nimetleri maziye karışmış, iki Dünya Savaşı ve bir büyük bunalımının enkazı altında ezilmişti. II. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 ve Sovyetler Birliği’nin çöktüğü 1991 yılları arasında yapılanların çoğu, yeni bir küresel ekonomi sistemi oluşturmaya yönelikti. İşlerin başında, yeniden yapılanma vardı. Ulusal ekonomik üretimi ve uluslararası ticareti sağlayan yollar köprüler, limanlar yıkılmıştı; yenilenmeliydi. Döviz ayarlamaları ve uluslararası ticaret kuralları belirlenmeliydi.

II. Dünya Savaşı sonrasında yeni bir Dünya kurma çabaları üç adımda gerçekleşti:

1. 1945 itibariyle sanayileşmiş ülkeler Avrupa, Japonya ve ABD, ABD’nin siyasi önderliğinde yeni bir uluslararası ticaret düzeni oluşturdu. Uluslararası piyasada ticari ödemelerin yapılabilmesi için, işletmelerin ve bireylerin, piyasa fiyatından döviz alış ve satışı yapabileceği şekilde para birimleri arasında değişim, yeniden uygulamaya kondu. Günümüz Dünya Ticaret Örgütü’nün tohumları, ticari engelleri kaldırmak ve yeni kurallar düzenlemek üzere, o dönemde yapılan Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması ile atıldı. Buna rağmen, Kapitalist Dünya’da ticaretin yeniden yapılanması, küresel ekonominin yeniden oluşturulması anlamına gelmedi. Durum, döviz ayarlamaları ve ticari engellerin kaldırılmasından çok daha kapsamlıydı. Dünya, ekonomik çöküşü yansıtan biçimde, siyasi anlamda da bölünmüştü. On yıllarca sürecek olan bu ayrım, ancak şu sıralarda iyileştirilmeye başlanmıştır.

2. İkinci Dünya’yı oluşturan sosyalist ülkeler, 1989’da Berlin Duvarının yıkılması ve 1991’de Sovyetler’in dağılmasına kadar Dünyanın geri kalanından, ekonomik anlamda kopuk yaşadı. Sayıları 30’u bulan bu ülkelerde yaşayanlar, Dünya nüfusunun üçte birini oluşturuyordu. En önemli özellikleri; üretim araçlarının devlet tekelinde oluşu, merkezi planlama ve komünist tek-parti yönetimi, Sosyalist Dünyanın ekonomik entegrasyonu -ki bu takas mantığıyla işliyordu.- ve Dünyanın geri kalanından kopukluk idi.

3. Üçüncü Dünya ülkelerini, sayıları giderek artan sömürge sonrası toplumlar oluşturuyordu. Günümüzde “Üçüncü Dünya” deyimi, -aklımıza sadece fakir ülkeler gelse de- daha önceleri kendi bağımsızlıklarını ilan edip emperyalist güçlere karşı koyan ve ne Kapitalist Dünyanın ne de Sosyalist İkinci Dünyanın parçası olmayı seçen devletlere toplu olarak verilen isimdi. Aslında, ekonomik açıdan kendi kendilerine yetmeyi amaç edinen bu ülkeler, sanayilerini geliştirirken, hem kamu şirketlerini hem de özel teşebbüsü destekleyerek, bir üçüncü yol bulma eğilimindeydi. Dış Dünyaya güvenmedikleri için, yabancı yatırımları ve çokuluslu şirketleri işin dışında tutmayı ve siyasi açıdan Doğu ve Batı bloklarının dışında kalmayı yeğlediler. 

3. BAZI ÜLKELER NEDEN GELİŞEMEZ?

İkinci ve Üçüncü Dünyanın, ekonomilerini dış dünyaya kapatması, hem küresel ekonomik gelişmeden, hem de teknolojik gelişmelerden uzak kalmalarına neden oldu. Ortaya çıkardıkları çok masraflı yerel sanayinin, uluslararası rekabete yetişebilmesi imkansızdı. Kapalı toplum oluşları ve yerel işletmelerin rekabetten uzak oluşu yolsuzluğu da beraberinde getirdi. Böylece, Birinci Dünyanın gelişimine yetişme şansını kaçırmış oldular. Egemenliklerini koruma adına, egemenlikleri tehdit altında değilken bile, aşırı temkinli davrandılar; ama dış borçlara ve enflasyona yenik düştüler. Sonunda, uluslararası ekonomiye yeniden katılmaya niyetlenmeye mecbur kaldılar. Ekonomist olarak benim görevim de, yeni uluslararası sistemin bağımsız bir parçası olmak isteyen bu ülkelere yardım etmek oldu.

Fakirlikle boğuşan Doğu Asya ülkeleri, gelişim basamaklarını, geliştirdikleri teknolojiler sayesinde değil, beraberlerinde teknoloji getiren yabancı yatırımcıları cezbedebildikleri için tırmanabildiler. 1960’lı yıllarda başta Singapur olmak üzere Doğu Asya’ya konuşlanan ABD’li teknoloji şirketleri çok büyük karlar elde ettiler. Bu şirketler, normalde yoksul sayılabilecek ekonomilere, gelişmiş bilimsel temelli teknoloji ve ileri yönetim süreçleri getirdiler. Yoksul ülkeler, teknoloji şirketlerinin bazı işlerini yaptırabildiği cazip bir yer olabiliyorsa, bu ülkelerde gelişmiş üretim ve yönetim uygulamaları da var olabilir demektir. Böyle faaliyetlere ev sahipliği yapmak, bilginin aktarımına, modern üretim yöntemlerinin uygulanmasına ve ulusal şirketlerin bunlardan faydalanmasına zemin hazırlar.

Bu süreç, hazır giyim gibi teknolojik olarak daha mütevazi sektörlerde bile işlemektedir. Yabancı giyim markaları bir ülkeye geldiğinde o ülkedeki yerel üretim tesisini, uluslararası tedarik zincirine entegre eder. Bu tesisler, toplumun teknolojik gelişim basamaklarını tırmanmayı en iyi öğrenebileceği merkezler halini almaktadır. Bir tesis, başta sadece sipariş üzerine çalışırken, belli bir süre sonra kendi tasarımcılarını istihdam edip, yeni modeller geliştirecektir. Bu süreç, Dünyanın her köşesinde kendini defalarca tekrarlamıştır.

Şangay, Singapur, Tayvan, Hong Kong gibi yabancı yatırımın cazibe merkezlerinin, adalarda veya deniz-akarsu kenarında konuşlanmış olması, elbette bir tesadüf değildir.

Kişi başına geliri 3000 $’dan az olan, petrol ihracatçısı olmayan 58 ülkeden 22’si ekonomik anlamda gerilerken, diğer 36’sı gelişme kaydetti. Gelişen ve gelişmeyen ülkeleri karşılaştırınca başarı hikayelerinin ortak özelliklerinin başında gıda üretiminde verimlilik gelir. 1980’lerde yüksek verimli tohumlar ve gübre kullanan ülkeler, ekonomik olarak gelişmiştir. Aynı dönemde, düşük verimli tohum kullanan ülkeler, 1990-2000 döneminde ekonomik gerileme yaşamıştır.

Tanık olduğumuz başka bir eğilim, kalabalık nüfuslu fakir ülkelerin az nüfuslu fakir ülkelerden daha fazla ilerleme kaydettiğidir. Daha çok insan, daha büyük bir ulusal pazar anlamına geldiğinden, yabancı yatırımcıya her halde daha cazip gelmiştir. Bununla birlikte, nüfus yoğunluğu olan yerlerde elzem olan altyapı hizmetlerinin tamamlanması da daha kolay olabilmektedir.

Sonu gelmeyen fakirliğin diğer bir sorumlusu, hükümetlerin başarısızlıklarıdır. Sermaye birikimi sağlayacak sosyal yatırımların, en fakirlere mutlaka ulaşması gerekir. Haneler ekonomik gelişmeyle zenginleşse de hükümet, vergilendirme sorunları nedeniyle daha fazla yatırım yapacak kaynağı bulamamaktadır. Hükümetler, bazı durumlarda kaynağı olsa da, bunu fakirlere veya dini/etnik azınlıklara aktarmaz.

4. KLİNİK İKTİSAT: EKONOMİLERE TIBBİ YAKLAŞIM

Kalkınma ekonomisinin, modern tıp gibi, acilen bir revizyondan geçerek özenli, pratik ve iç görü sahibi bir yaklaşım edinmesi gerekmektedir. Geride bıraktığımız son 25 yılda yoksullaşan ülkeler, zengin ülkelerden yardım istediğinde, Dünyanın para doktoru IMF’ye yönlendirilmişlerdir. IMF’nin reçetesi ise, bütçe kısıtlamasına gidilmesi olmuştur. Oysaki bu hasta ülkelerin, bırakın kemerlerini sıkacak gücü bulmasını, kendilerine ait kemerleri bile yoktur. IMF önderliğindeki tasarruf programları sıklıkla ayaklanmalara, darbelere ve kamu hizmetlerinin çöküşüne yol açmıştır. Geçmişte bir IMF programının başarısız olması, hep hükümetlerin zayıflığına ve beceriksizliğine bağlanmıştır. Neyse ki bu anlayış son zamanlarda değişmeye başlamış, IMF yoksul ülkelere yarar sağlayacak daha etkin ve verimli yaklaşımlar arayışına girmiştir.

Ne yazık ki, IMF çoğu zaman sorunları derinlemesine inceleyeyim derken, ekonomileri çöküşten kurtarmakta gecikir. Çünkü IMF, hastalığın altta yatan nedenlerini ayırt edici tanılama yaklaşımının tam aksine daracık bir alana odaklanır. Yolsuzluk, özel sektörün önündeki engeller, bütçe açıkları ve üretimin devlet elinde olması gibi konularla uğraşır durur. Ekonomik sorun yaşayan ülkenin içinde bulunduğu özel şartları neredeyse hiç göz önüne almadan önerdiği standartlaşmış tedavi de, bütçe kısıntısı, serbest ticaret ve kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesidir. IMF, yoksulluk tuzakları, bilimsel destekli tarım, iklim, hastalıklar, ulaşım, cinsiyet sorunları vb. ekonomik kalkınmayı engelleyen acil konuları gözden kaçırmaktadır.

Bir ülkenin ekonomik sorunlarına çözüm ararken, yer aldığı fiziki coğrafya ve toplumun çevreyle olan ilişkisini kapsayan insan ekolojisi de gözden kaçırılmaması gereken ana hususlardandır. Aşırı fakirliğin bertaraf edilmesi ve teşhisinde birinci derecede önem taşımasına rağmen, ekonomi uzmanları bu alanda oldukça eğitimsizdir. Ülkenin kentsel ve kırsal nüfus dağılımı, nüfus yoğunluğuna sahip bölgeleri, bu bölgelerdeki altyapı masrafları, ulaşım imkanları, nüfusun ne kadarının hava ve deniz limanlarına, karayolu ve demiryollarına yakın yaşadığı, gübre, tarım mahsulleri, makine ve endüstriyel ürünlerin yurtiçi ve uluslararası nakliye masrafları, nüfusun tümüne yol, su, elektrik ve haberleşme imkanının ulaştırılması gibi koşullar yoksulluğun önüne geçilmesinde belirleyici rol oynar. Bu sorulara verilecek cevaplar, ekonomik kalkınma için atılacak adımların belirlenmesinde büyük önem taşır.


Ayırımsal tanılamada, bütçe sürecinin özellikleri ve detaylı ekonomi politikalarının belirlenmesi kadar, yönetim kalıpları da çok büyük önem taşır. Tarih, ekonomik kalkınma için demokrasinin şart olmadığını göstermiştir. Öte yandan, despot, keyfi ve kanunsuz rejimlerde, ekonomilerin çöküşü kaçınılmazdır. Hukukun üstünlüğü çok önemlidir. Tek bir adamın sözünün kanun sayıldığı bir yerde, yaygın bir ekonomik gelişmeden söz edilmesi olanaksızdır.

Ekonomik gelişimin önündeki olası engellerden bir diğeri de, kültürel boyutludur. Toplumun sınıf, etnik köken, din veya cinsiyet ayrımcılığıyla bölünmüş olması, ekonomik kalkınmayı engelleyen başlıca nedenlerdendir. Kadın ve kızların kişisel haklarının çiğnenmesi, eşlerini ve cinsel tercihlerini dilediklerince yapma hakkına sahip olmamaları, eğitim, sağlık, aile planlaması hizmetlerinden gereğince yararlanamamaları, bir toplumun geri kalmasında en büyük etkendir. Kadınlar, resmi veya gayrı resmi biçimde mülk edinmekten, miras hakkından mahrumsa; evde üretim dışındaki kadınlar, ekonomiye katkıda bulunmak açısından eşit fırsatlara sahip değilse; azınlıkların ekonomik faaliyetlerini kısıtlayan kültürel kurallar ve uygulamalar varsa; etnik gruplar arasında karşılıklı şiddet yaşanıyorsa; ekonomik kalkınmanın önünde bir an önce aşılması gereken kültürel engeller var demektir.

Bir ülkenin güvenliği ve Dünyanın geri kalanıyla olan ekonomik ilişkilerini kapsayan jeopolitik durumu, ekonominin incelenmesi açısından çok ayırt edici bir özelliktir. Bir ülkenin, uluslararası yaptırımlara, ticari faaliyetleri kısıtlamalara maruz kalıp kalmaması önemli bir belirleyicidir. Bunların sonucunda ekonomik gelişmeye olan etkilerin incelenmesi gerekir. Sınır güvenliğini tehdit eden mülteci hareketleri, terörizm, sınır-ötesi savaş gibi kritik unsurlar var mı? Komşularla olan ilişkiler nasıl? Bölgede etkin rol oynayan bir ticari grup var mı; varsa ticaretin yayılmasını destekliyor mu? Zengin ülkeler tarafından uygulanan ve gelişmeye ciddi biçimde ayak bağı olan ticaret engelleri neler? Ekonomik kalkınmaya yönelik ayırt edici tanılamada tüm bu sorular sıralandıktan sonra, sistematik biçimde ele alınarak cevaplar aranmalı; sürekli güncellenerek karşılaştırmalı; bir çerçeve içinde kesin bir analiz yapılmalıdır.


Yorumlar