Columbia Üniversitesi Ekonomi Profesörü Joseph Stiglitz’in 2012 yılında “The Price of Inequality: How Today’s Divided Society Endangers Our Future” adıyla çıkardığı kitabı 2014 yılında İletişim yayınları tarafından “Eşitsizliğin Bedeli” adıyla Türkçeye çevrilip yayınlanmıştır. Dünyanın en etkili iktisatçılarından birisi olarak gösterilen Stiglitz, 1979 yılında 40 yaşın altındaki iktisatçılara verilen John Bates Clark ödülünü, 2001 yılında ise Nobel İktisat ödülünü kazanmıştır. 1995-1997 yıllarında Clinton Hükümeti’nde İktisadi Danışmanlar Kurulu başkanlığı ve 1997-2000 yıllarında Dünya Bankası başkan yardımcılığı ve baş iktisatçısı görevlerinde bulunmuştur. Yazar kitabı boyunca, piyasaların serbestliğinin, rekabetin sınırsızlığının ve finansal kurumların etkinliğinin gelir dağılımını nasıl adaletsiz hâle getirdiğini göstermeyi amaçlamaktadır.
On bölümden oluşan kitap, günümüz temel iktisadi ve sosyal problemlerinin kaynağında yatan fırsat, servet ve gelir eşitsizliklerinin kökenlerini Arap Baharı’ndan Occupy Wall Street hareketine kadar geniş bir yelpazede ele almakta, kemikleşmiş sosyo-ekonomik sorunların aşılması için çeşitli öneriler sunmaktadır.
Amerika’nın %1 Sorunu
On bölümden oluşan kitap, günümüz temel iktisadi ve sosyal problemlerinin kaynağında yatan fırsat, servet ve gelir eşitsizliklerinin kökenlerini Arap Baharı’ndan Occupy Wall Street hareketine kadar geniş bir yelpazede ele almakta, kemikleşmiş sosyo-ekonomik sorunların aşılması için çeşitli öneriler sunmaktadır.
Amerika’nın %1 Sorunu
Amerikan toplumunda eşitsizlik her zaman mevcut olmakla birlikte ara gittikçe açılmaktadır. Amerika’nın en yüksek gelire sahip %1’i 2002-2007 yılları arasında ekonomide yaratılan tüm büyümenin % 65’ini, 2010’da %93’ünü ele geçirmiştir. Zenginlerin varlığı artarken orta sınıfın ve alt gelir gruplarının da varlığı artsaydı mesele yoktu. Fakat böyle olmadı. Onlar yerinde sayarken veya islerini, varlıklarını kaybederken CEO’lar ücretlerini ortalama bir isçinin 243 katına çıkarmayı başarmışlardır.
Bugün her yüz kişide bir kişi oranıyla Amerika dünyanın en yüksek tutuklu oranına sahiptir. 2.3 milyon tutuklunun getirdiği mali yük toplumun yararına değil zararına olduğu halde GSMH istatistiklerinde herhangi bir harcama kalemi gibi kabul edilmektedir.
Halkın % 37 si yoksulluk sınırının altında yasamakta, 1,5 milyon kişide günde 1,5 doların altında gelirle geçinmeye çalışmaktadır. Bu rakamlar OECD ülkeleri arasında Amerika’yı en alt sıralara yerleştirmektedir. Tüm çocukların % 25’i yoksul sınıfındadır. Onların tecellisini düzeltecek girişimde bulunmamak ülkemize uzun dönemde çok kötü sonuçlar doğuracaktır.
Rant Pesinde Koşmak
Eşitsizlik bizzatihi yeni bir oluşum değildir. Siyasi ve iktisadi gücün belli ellerde yoğunlaşması, kapitalizm öncesi toplumlarda birçok açıdan daha uç noktalardaydı. O zamanlarda eşitsizlik din yoluyla açıklanıyor ve haklı gösteriliyordu. Üst tabakadakiler tanrı buyruğuyla oradaydılar. Bunu sorgulamak tanrı buyruğuna karsı gelmekti.
Eşitsizlik düzeyini belirleyen şey piyasa güçleri olmakla birlikte bu güçleri şekillendiren hükümet politikalarıdır. Hükümet, parayı ister aşağıdan yukarıya, ister yukarıdan aşağıya taşımaya muktedirdir.
Günümüzdeki eşitsizlikte teknoloji ve az bulunan beceri sahipliği önemli rol oynar. Ancak hükümet başroldedir. Modern ekonomide oyunun kurallarını belirleyen ve uygulanmasını sağlayan hükümettir; adil rekabet nedir, neler rekabete aykırı ve yasadışıdır; iflas, borçlanma, dolandırıcılık yasaları, kuralları ve cezaları nelerdir v.s. Hükümet ayrıca açık veya üstü örtülü olarak kaynakları dağıtır, vergiler ve sosyal harcama yoluyla gelir paylaşımını düzenler. Hükümetin yasa ve yönetmeliklerde yaptığı ufacık değişiklikler kaynakların dağılımında büyük etki yaratır. Örneğin gelire göre artan vergi oranları ve harcama politikaları eşitsizlik düzeyini sınırlayabilir. Aksine kaynakların zengin ve nüfuzluların emrine sunulması söz konusu düzeyi yükseltir.
Rant sağlamanın çeşitli yöntemleri vardır: devletten açık veya sözlü teşvik ve ödenekler, piyasada rekabeti azaltan yasalar, mevcut yasaların uygulanmasında gevşeklik, şirketlerin toplumu istismarına izin veren yönetmelikler seklinde. “Rant” teriminin kökeni “icar” yani toprağın kiralanmasından elde edilen gelirdir. Toprak sahibi çalışıp üretmediği, sadece zilliyeti sayesinde gelir elde ettiği durumu tanımlayan bu terim daha sonra yaygınlaşarak benzeri tüm durumlarda kullanılmaya başlanmıştır.
Bilgisayar, telekomünikasyon gibi sektörlerde tekelcilik egemendir. Buna en iyi örnek Microsoft’tur. Microsoft gerçek bir innovatör olmadığı halde korku, belirsizlik ve şüpheye dayalı bir stratejiyle gerçek innovatörleri sindirdi. Piyasayı tek basına ele geçirdi. Yeni girenleri önledi. 2011’de 23 milyar $’lık kara bu şekilde ulaştı.
Piyasalar ve Eşitsizlik
Çıkarılan her yasa ve yönetmelik, oluşturulan her kurum, gelir dağılımını doğrudan etkiler. Bizim yaptığımız ise Amerika’nın piyasa ekonomisini üsttekilerin yararlanacağı, alttakilerin ezileceği şekilde düzenlemektedir. Basta Çin olmak üzere, yükselen piyasalar eğitim, teknoloji ve altyapıya yatırım yaparak rekabet güçlerini arttırınca Amerika’nın Global imalat sektöründeki payı düşmüştür. İmalat sektöründe nispeten yüksek ücretlerde çalışan isçiler ya yeni is bulmada zorlanmakta, yahut da düşük ücretlerde çalışmaya razı olmaktadırlar.
Bu sektörel kayma Amerika’daki eşitsizliği arttıran ana etkenlerden biridir. Bir diğer etken de gelişen teknoloji sonucunda düz isçilerin yerini makinaların almasıdır. Düz isçiye talebi azaltan her türlü innovasyon ve yatırımın işsizliğe veya düşük ücretlere yol açtığı aşikardır. Ve ne yazık ki teknolojik gelişme hep böyle devam ederse bu trend de devam edecek demektir. Ayrıca, yüksek teknolojiye dayalı bile olsa üretimler isçilik ücretinin çok çok düşük olduğu ülkelere kaydırılmaktadır. Sonuçta Amerikan is gücü “kutuplaşma” ya uğramıştır. Yani üst tarafta yüksek bilgi ve beceriye dayalı istihdam, alt tarafta ise teknolojinin ortadan kaldıramadığı hasta bakımı, garsonluk gibi hizmet sektöründe istihdam artmaktadır.
Sermayenin yurt dışına çıkısının kolaylaşması, isçilerin hak ve ücret taleplerini tehdit etmekte, baskı altına almaktadır. Daha on yıl önce serbest sermaye hareketinden herkesin kazançlı çıkacağı zannediliyordu. Oysa değil yalnızca gelişmekte olan ülkeler, IMF bile sınırsız ve aşırı finansal entegrasyonun tehlikelerine işaret etmektedir. Bir ülkede sorun yaşanması, çabucak diğer ülkelerdeki sorunları da tetiklemektedir. Nitekim son krizde dünya çapında bir salgın olur korkusuyla bankaların kurtarılmasına yüz milyarlarca dolar akıtılmıştır. Nihayet 2011 baharında IMF sermaye denetimi getirilmesini, özellikle kriz zamanlarında sermayenin sınır aşırı hareketinin kısıtlanmasını talep etmiştir.
Küreselleşmenin başka bir etkisi, isçilerin pazarlık gücünü ortadan kaldırdığı için ücretleri daha da düşürmesidir. Sermaye hareketleri kolay ve hızlı, gümrük duvarları adamakıllı düşük olduğu için patronlar isçilere, daha az ücreti ve daha kötü çalışma şartlarını kabul etmedikleri takdirde üretimi başka bir ülkeye kaydıracaklarını söyleyebilirler. Beri yanda aynı patronlar hükümete dönüp “vergilerimizi düşürün, yoksa başka ülkeye gidebiliriz diye tehdit ederler. Ülkenin kapılarını ardına kadar açınca, ithalat da artınca işsizlik adamakıllı yükselir. Ülkeyi sermaye piyasalarının ve emtia piyasalarının volatilite risklerine maruz bırakır. Risklerin artması firmaları daha güvenli, ancak ekonomiye katkısı daha az olan sektörlere yönlendirir. Sonuçta hemen herkes zararlı çıkar.
Piyasa güçleri, politikalar ve rantiyelik toplumsal eşitsizliği yükseltmek yanında toplumumuzda normları ve kurumları da değiştirmektedir. En önemli değişim, sendikalaşma oranının düşmesindedir. 1980’de Amerika’da %20 olan sendikalı isçi oranı 2010 da %12’ye inmiştir. Bu da ekonomik güç dengesizliği ve siyasi vakum doğurmuştur. Sendika koruması olmayan isçi daha da ezilmekte, kalan sendikalar üretimin başka ülkeye kaydırılacağı endişesiyle pazarlık gücünü kaybetmektedir. Ücreti az ama kötü bir is, işsizlikten evladır.
Vergide en yüksek dilim Carter zamanında % 70 ti, Reagan %28’e indirdi, Clinton %40’a çıkardı, nihayet Bush zamanında %35 te karar kılındı. İndirimin istihdam ve tasarrufu teşvik edeceği sanılıyordu ama sonuç hiç de öyle olmadı.
Son vergi politikasının en affedilmez yönü, sermaye kazançlarından alınan verginin %15 e düşürülmesidir. Bu durumda, gelirinin önemli bir kısmını sermaye kazançlarından elde eden çok zenginlere neredeyse üste para verilecek. Boşluklar ve özel istisnalar yüzünden 1950’lerde toplam gelirlerde şirketlerin %30 olan vergi payı bugün %9’a düşmüştür. Aynı şekilde satıştan alınan vergi (KDV benzeri) nin payı çok yükselmiştir. Fakirler gelirinin en büyük kısmını ihtiyaçlarına harcadığı için bir kez daha sistem aleyhlerine işlemiş olur.
Neden Önemli?
Eşitsizliğin büyük olduğu toplumlar uzun vadede ne istikrarlı olabilir, ne de sürdürülebilirdir. Bir çıkar grubu elinde bütün gücü ve iktidarı tutuyorsa tüm toplumun değil, sadece kendi yararına olan politikaları belirlemeyi başarır. Böylece gelirler de doğrudan grubun cebine gider.
Paranın aşağıdakilerden yukarıdakilere aktarılması tüketimi azaltır zira yüksek gelire sahip olanlar düşük gelirlilere oranla kazançlarının çok daha küçük bir kısmını tüketime harcarlar, %15-25 ini tasarruf ederler. Oysa alt gelir grupları gelirlerinin tamamını harcamak zorundadır. Sonuçta, yatırım ve ihracatta artış olmadığı takdirde ekonomi yavaşlar, işsizlik artar.
Bush zamanında yapılan vergi indirimleri tüketimi teşvikte ise yaramayınca talebi yükseltmek FED’e düşmüştür. Esas görevi enflasyonu ve işsizliği düşük, büyümeyi yüksek tutmak olan FED tüketimi arttırmak için faiz oranlarını düşürüp bankalara para temin eder. Ancak normalde yatırımı teşvik etmesi gereken bu eylem her zaman öyle sonuç vermez. Teknoloji, konut gibi balonlara da yol açabilir. Balon patladığında ise durgunluk kaçınılmaz hale gelir.
Rantın ekonomiye / topluma bir bakışta fark edilmeyen bedelleri de vardır. GSMH hesaplanırken çevre maliyeti dikkate alınmaz. Kaydedilen büyümenin sürdürülebilir olup olmadığına bakılmaz. Bir doğal kaynak yeryüzüne çıkarıldığında eğer bu zenginlik toprak üstünde insani veya fiziki sermayeye yatırım maksadıyla kullanılmıyorsa, ülkenin zenginliği azalıyor demektir. Balık stoklarının veya yeraltı sularının tükenmesinden doğan büyüme de aynı şekilde geçicidir, fakat istatistikçilerimiz bundan hiç söz etmezler. O yüzden GSMH hesapları gerçeği yansıtmamaktadır.
Zenginlere tanınan vergi kolaylıkları bütçe açığını ve ulusal borcu adamakıllı yükselttiğinden eğitim, altyapı ve teknoloji için bütçeden ayrılan pay azalır. Kimse kendi basına başarılı olamaz. Gelişmekte olan ülkelerde akıllı, çalışkan ve dinamik olduğu halde yoksulluktan kurtulamayan pek çok insan vardır. Yeteneksiz veya gayretsiz olduklarından değil, iyi islemeyen ekonomilerde çalıştıkları için. Amerikalıların hepsi nesiller boyu ülkenin kolektif çabaları sonucu ortaya çıkmış olan fiziki ve kurumsal alt yapıdan yararlanırlar. Acı olan, en üst %1 sistemin sağladığı bu faydaların en büyük kısmını kendi lehlerine çevirmeye kalkışmaları ve belki de tüm sisteme zarar vermeleridir. Şimdiye kadar sahip olduğumuz ve fair play, fırsat eşitliği, topluma bağlılık gibi erdemleri içeren Amerikan kimliği erozyona uğramaktadır.
Demokrasi Tehlikede
Tarih boyunca serpilip gelişen ekonomiler hep “sözüm senettir” denen ve el sıkışmanın kontrat sayıldığı ekonomiler olmuştur. Sosyal bilimciler bunu “sosyal sermaye” diye adlandırırlar. Sosyal sermayesi fazla olan ekonomiler daha üretkendir; tıpkı beşeri ve fiziki sermayesi fazla olanlar gibi. Her an aldatılma korkusu olmayınca sigortalara, karmaşık kontratlara, açılan davalara emek ve para harcamaya gerek kalmaz.
Toplumsal işbirliğinin mutlak elzem olduğu arena siyasettir zira herkesi ilgilendiren kolektif kararlar siyasette alınır. Tabi ki yasamı organize etmenin başka yolları da vardır. Polis devletleri kuralları koyar, tehdit eder ve itaat etmeyeni cezalandırır. Fakat bu toplumlar iyi islemezler. Kuralları uygulatanlar her an her yerde olamazlar ki itaat edilip edilmediğini görsünler. Üstelik bu kural ve yönetmeliklerin adil olmadığına inanılıyorsa ihlal etmek için halk elinden geleni yapar. Üretkenlik düşer, hayat çekilmez olur.
Finans piyasalarını savunanlar, açık sermaye piyasalarının bir erdeminin de “disiplin” sağlamak olduğunu iddia ederler. Oysa piyasalar kafasına estiği gibi not verir, bir bakarsın A vermiş, arkasını dönmüş F vermiş. Miyopturlar; tüm ülkenin değil finansörlerin çıkarlarını gözeten siyasi ve ekonomik masaları vardır. Giriş çıkış tamamen serbest olduğu için bir gecede tüm parayı ülke dışına çıkarmakla tehdit ederler, özellikle de kısa vadeli sermaye akısını. Bu tür bir liberalizasyon ülkede ekonomik büyümeyi sağlamak bir yana, istikrarsızlık ve eşitsizliğe yol açar.
Küresel düzen de değişiyor. Yükselen piyasalar uluslararası forumlarda söz sahibi olmak istiyorlar. Küresel ekonomik politikayı belirleyen en zengin sanayi ülkelerinin oluşturduğu G-8 den G-20 ye geçmek zorunda kaldık. Çin artık ikinci en büyük küresel ekonomi, ikinci en büyük ticaret ekonomisi, en büyük imalat ekonomisi, en büyük tasarruf ülkesi ve küresel gaz salınımına en fazla katkı yapan ülkedir.
Herkes için Adalet mi Dediniz?
“Hiç kimse bir ada değildir” der şarkı. Herhangi bir toplumda kişinin her yaptığı başkalarına yarar veya zarar verir. Başkalarını incitenler eylemlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda değillerse, incitmemek ya da gerekli önlemleri almak için çaba sarf etme gereği duymayabilirler. Bu yüzden başkalarının sağlığına, mülklerine ve çevreye zarar verilmemesi için yasalar koyuyoruz.
Konut balonunda bankalar eğitimsiz, finanstan anlamayan kişileri hedef alarak onlara yüksek faizli, içinde bir sürü ek masraf barındıran mortgage’lar sattılar.
Hemen hemen her ülkenin bir icra-iflas yasası vardır. Bu yasalar borçluyu kayıran türden de olabilir, alacaklıyı kayıran türden de. Nasıl olduğu ve nasıl etki yaptığı tabii ki çok önemlidir. Yeni yasalarla bankalara yeni haklar tanınmış, borcunu ödeme güçlüğü çekenlerin varlıklarının elinden alınması kolaylaşmıştır. Bu da zor durumda olan birçok orta gelirliyi daha güç durumda bırakmıştır. Finans sektörü burada da hukuku kendi çıkarlarına göre yönlendirmeyi becermiştir.
Geciken adalet, adalet değildir. Şirketler her türlü masrafı üstlenecek ve gecikmelerden etkilenmeyecek güce sahip oldukları için şirketlere karsı dava açmak ve sonuç almak adamakıllı zordur. Öyle ki Amerikan hukuk sistemi “ Herkes için Adalet” olmaktan çıkmış.” Gücü yetene Adalet ” haline gelmiştir.
Bütçe Savaşları
Bütçe açığına çeki düzen vermek için öncelikle bu meseleler ele alınmalı, yani vergiler yükseltilmeli, savaşlar bitirilmeli, ilaç pazarlığı yapılmalı ve en önemlisi istihdam arttırılmalıdır.
Bush 2003’de sermaye ve temettü kazançlarının vergisini %15 ‘e indirtti. Bu oran ücret ve maaş gelirlerinden alınan verginin yarısının da altındadır. Çeşitli kılıflar altında finans sektörünü sübvanse ediyoruz. Artık finans sektörüne bazı vergiler, örneğin mali akit vergisi gibi, döviz alım satım vergisi gibi vergiler konması için artan bir talep var. Yeni vergiler konması basit bir ilkeye dayanır. “Paranın oldugu yere git” Para da ha bire en üste gittiğinden, yeni vergiler de oraya getirilmelidir. İyi tarafı su: zenginler pastadan o kadar büyük pay kapıyor ki onların vergisinin birazcık arttırılması bütçeye büyük katkı yapacaktır.
Bütçe açığını vergilere dokunmadan azaltabilmek ancak harcamaları kısmakla, yani devleti küçültmekle mümkündür. Eğitim, araştırma ve altyapı ödeneklerini azaltmadan askeri harcamalar kısıtlanmalıdır. Eğitime ve çevreye yatırım ise kalifiye işgücünü ve teknolojiyi geliştirmek suretiyle yüksek geri dönüş sağlayan, açığın kapanmasına katkıda bulunan faydalı yatırımlardır.
Avrupa’daki kriz bir kaza olmamakla birlikte borç, bütçe açığı veya sosyal devlet harcamaları dolayısıyla da ortaya çıkmamıştır. Sebebi aşırı kemer sıkma ve hatalı para politikalarıdır. Euro ilk piyasaya sürüldüğünde aklı basında ekonomistler kuşkuyla yaklaşmışlardı. Genel olarak döviz fiyatlarında ve faiz oranlarında oynamalar ekonominin kendini uyarlaması için elzemdir. Eğer bütün Avrupa ülkeleri aynı şokla sarsılsaydı kambiyo ve faiz oranlarında tek bir ayarlama herkes için kurtarıcı olacaktı. Fakat farklı ülkeler farklı şoklar yasadı.
Makroekonomik politika ve Merkez Bankası
Her zaman üst %1 in arkasında olan FED faizler düşük tutulursa borsanın yükseleceğini savunuyor. Fed bankalara sıfıra yakın faizle borç verir. Bankalar da dönüp bu parayla yüksek faizli devlet tahvili alırlar. Böylece oturdukları yerde para kazanırlar.
Alışılagelmiş düşünce tarzı, merkez bankalarının bağımsız olması gerektiği yolundadır. Siyasi baskılara maruz kalırlarsa siyasetçiler para politikasını kısa vadede kendi çıkarlarına, fakat uzun vadede ülke aleyhine olacak şekilde yönlendirirler. Seçimler öncesinde harcamalar çok artar sonra toparlaması zor olur. Oysa Amerika ve Avrupa Merkez Bankaları son krizde doğru bir performans sergilememişler, daha az bağımsız olan Çin, Brezilya ve Hindistan merkez bankalarından zayıf kalmışlardır. Sebebi aşikardır: Amerika ve Avrupa merkez bankalarını finans sektörü ele geçirmiştir. Bankacılar düşük enflasyon, kuralsız finans sektörü ve gevsek denetim talep etmişler ve bu taleplerine kavuşmuşlardır.
İleriye Doğru
Amacımız zengin düşmanlığı değil. Amacımız verimlilik ve adalet. Üsttekilerin bir kısmı topluma muazzam katkı sağlıyor. Ancak çoğu gelirlerini ranttan elde ediyor. Toplumumuza eğitim, teknoloji, altyapı yatırımı yapmak ve sıradan vatandaşlara daha fazla güvence sağlamak daha üretken ve dinamik bir ekonomi yaratacak ve bu durum en üst %1’e de fayda sağlayacaktır.
Ekonomimize nasıl çeki düzen vereceğimizi düşünürken GSMH fetişizmine yenik düşmemeliyiz. GSMH ekonomik performansın iyi bir ölçüsü değildir; halkın çoğunun yasam standardındaki değişimleri doğru yansıtmadığı gibi büyümenin sürdürülebilir olup olmadığını da söylemez.
Küreselleşmenin daha dengeli bir hale getirilmesinin çeşitli yolları vardır. Bir çok ülkede sıcak paranın bir girip bir çıkması ülkede yıkıcı etki yapmış, ekonomik ve finansal krizler seklinde ortalığı alt üst etmiştir. Özellikle kısa dönemli, spekülatif türde olanlar olmak üzere sınır ötesi sermaye akışlarına bir denetim getirilmesi lazımdır. Pek çok ülkede böyle bir kısıtlama yalnızca ekonomiyi daha istikrarlı hale sokmakla kalmaz, aynı zamanda sermaye piyasalarının toplumun geri kalanının üzerindeki ağırlığını azaltır.
Amerikan şirketlerinin yalnızca ülkeye soktukları karlar üzerinden vergilendirilmeleri, üretimin yurt dışına kaydırılmasını teşvik etmektedir. Bu da küresel ekonomiyi saptırmakta ve sermaye üzerine adil bir vergi konmasını önlemektedir. Onun yerine Amerikan şirketleri nerde üretim yaparlarsa yapsın, Amerika içi satışlarından elde ettikleri kar üzerinden vergilendirmelidir.
Adalet, hakkaniyet ve fırsat ilkeleriyle tutarlı, halkın tümüne hizmet eder türde bir toplum ve hükümet kendi basına gerçekleşmez. Dikkat edilmezse devletimiz ve kurumlarımız özel çıkarların eline geçer. Kimse büyük şirketleri isçilerini istismar ettikleri, çevreyi kirlettikleri veya rekabete aykırı işlemler yaptıkları için kapatmayı teklif etmiyor. Çünkü değerli bir hizmet yapıyorlar. Önemli olan sakıncalarını tanımak, gerekli kuralları koymak ve tutumlarını değiştirmeye zorlamaktır.
Önerdiğim ekonomik ve siyasi reformun dayandığı varsayım sudur: Mevcut eşitsizlik durumunda piyasa güçlerinin bir miktar rolü olmakla birlikte piyasa güçleri de neticede siyaset tarafından yönlendirilmektedir. Tabii ki eşitsizliğin tamamen ortadan kalkması ve herkese tam bir fırsat eşitliği sağlanması mümkün değildir. Ancak alacağımız önlemlerle her ikisini daha iyi duruma getirmek mümkündür. Soru su. Oraya ulaşabilir miyiz?
Bundan elli yıl sonrasının Amerika’sı için önümüzde iki vizyon var: Biri, varlar ve yoklar arasında bölünmüş bir toplum; Bir tarafta zenginlerin özel sitelerde yaşadığı, çocuklarını pahalı okullara gönderdiği ve birinci sınıf sağlık hizmetleri aldığı bir ülke. Öte yanda geri kalanının güvensizlik içinde yasadığı, olsa olsa vasat bir eğitim aldığı, hastalanmamak için dua ettiği bir dünya. En altta topluma küs, umudunu yitirmiş milyonlarca genç. Bu resme bir çok gelişmekte olan ülkede rastladım. Ekonomistler buna bir isim de takmış: Çifte ekonomi; yan yana yasayan fakat birbirini pek tanımayan, diğerinin nasıl yaşadığını tahayyül bile edemeyen iki toplum. Duvarların ha bire yükseldiği, halkın daha da fazla bölündüğü bazı ülkeler gibi olacak mıyız, bilmiyorum. Fakat bu kabusa doğru adım adım ilerlediğimiz kesin.
Diğer vizyonda varsıllarla yoksullar arasındaki mesafe daralmış, paylaşılan bir kader duygusu hakim, fırsat ve hakkaniyete bağlılık, “herkes için özgürlük ve adalet” deyimi anlam taşıyor, vatandaşlık hakları kadar ekonomik hakları da gözeten “İnsan Hakları Evrensel beyannamesi” ciddiye alınıyor.
Alışılagelmiş düşünce tarzı, merkez bankalarının bağımsız olması gerektiği yolundadır. Siyasi baskılara maruz kalırlarsa siyasetçiler para politikasını kısa vadede kendi çıkarlarına, fakat uzun vadede ülke aleyhine olacak şekilde yönlendirirler. Seçimler öncesinde harcamalar çok artar sonra toparlaması zor olur. Oysa Amerika ve Avrupa Merkez Bankaları son krizde doğru bir performans sergilememişler, daha az bağımsız olan Çin, Brezilya ve Hindistan merkez bankalarından zayıf kalmışlardır. Sebebi aşikardır: Amerika ve Avrupa merkez bankalarını finans sektörü ele geçirmiştir. Bankacılar düşük enflasyon, kuralsız finans sektörü ve gevsek denetim talep etmişler ve bu taleplerine kavuşmuşlardır.
İleriye Doğru
Amacımız zengin düşmanlığı değil. Amacımız verimlilik ve adalet. Üsttekilerin bir kısmı topluma muazzam katkı sağlıyor. Ancak çoğu gelirlerini ranttan elde ediyor. Toplumumuza eğitim, teknoloji, altyapı yatırımı yapmak ve sıradan vatandaşlara daha fazla güvence sağlamak daha üretken ve dinamik bir ekonomi yaratacak ve bu durum en üst %1’e de fayda sağlayacaktır.
Ekonomimize nasıl çeki düzen vereceğimizi düşünürken GSMH fetişizmine yenik düşmemeliyiz. GSMH ekonomik performansın iyi bir ölçüsü değildir; halkın çoğunun yasam standardındaki değişimleri doğru yansıtmadığı gibi büyümenin sürdürülebilir olup olmadığını da söylemez.
Küreselleşmenin daha dengeli bir hale getirilmesinin çeşitli yolları vardır. Bir çok ülkede sıcak paranın bir girip bir çıkması ülkede yıkıcı etki yapmış, ekonomik ve finansal krizler seklinde ortalığı alt üst etmiştir. Özellikle kısa dönemli, spekülatif türde olanlar olmak üzere sınır ötesi sermaye akışlarına bir denetim getirilmesi lazımdır. Pek çok ülkede böyle bir kısıtlama yalnızca ekonomiyi daha istikrarlı hale sokmakla kalmaz, aynı zamanda sermaye piyasalarının toplumun geri kalanının üzerindeki ağırlığını azaltır.
Amerikan şirketlerinin yalnızca ülkeye soktukları karlar üzerinden vergilendirilmeleri, üretimin yurt dışına kaydırılmasını teşvik etmektedir. Bu da küresel ekonomiyi saptırmakta ve sermaye üzerine adil bir vergi konmasını önlemektedir. Onun yerine Amerikan şirketleri nerde üretim yaparlarsa yapsın, Amerika içi satışlarından elde ettikleri kar üzerinden vergilendirmelidir.
Adalet, hakkaniyet ve fırsat ilkeleriyle tutarlı, halkın tümüne hizmet eder türde bir toplum ve hükümet kendi basına gerçekleşmez. Dikkat edilmezse devletimiz ve kurumlarımız özel çıkarların eline geçer. Kimse büyük şirketleri isçilerini istismar ettikleri, çevreyi kirlettikleri veya rekabete aykırı işlemler yaptıkları için kapatmayı teklif etmiyor. Çünkü değerli bir hizmet yapıyorlar. Önemli olan sakıncalarını tanımak, gerekli kuralları koymak ve tutumlarını değiştirmeye zorlamaktır.
Önerdiğim ekonomik ve siyasi reformun dayandığı varsayım sudur: Mevcut eşitsizlik durumunda piyasa güçlerinin bir miktar rolü olmakla birlikte piyasa güçleri de neticede siyaset tarafından yönlendirilmektedir. Tabii ki eşitsizliğin tamamen ortadan kalkması ve herkese tam bir fırsat eşitliği sağlanması mümkün değildir. Ancak alacağımız önlemlerle her ikisini daha iyi duruma getirmek mümkündür. Soru su. Oraya ulaşabilir miyiz?
Bundan elli yıl sonrasının Amerika’sı için önümüzde iki vizyon var: Biri, varlar ve yoklar arasında bölünmüş bir toplum; Bir tarafta zenginlerin özel sitelerde yaşadığı, çocuklarını pahalı okullara gönderdiği ve birinci sınıf sağlık hizmetleri aldığı bir ülke. Öte yanda geri kalanının güvensizlik içinde yasadığı, olsa olsa vasat bir eğitim aldığı, hastalanmamak için dua ettiği bir dünya. En altta topluma küs, umudunu yitirmiş milyonlarca genç. Bu resme bir çok gelişmekte olan ülkede rastladım. Ekonomistler buna bir isim de takmış: Çifte ekonomi; yan yana yasayan fakat birbirini pek tanımayan, diğerinin nasıl yaşadığını tahayyül bile edemeyen iki toplum. Duvarların ha bire yükseldiği, halkın daha da fazla bölündüğü bazı ülkeler gibi olacak mıyız, bilmiyorum. Fakat bu kabusa doğru adım adım ilerlediğimiz kesin.
Diğer vizyonda varsıllarla yoksullar arasındaki mesafe daralmış, paylaşılan bir kader duygusu hakim, fırsat ve hakkaniyete bağlılık, “herkes için özgürlük ve adalet” deyimi anlam taşıyor, vatandaşlık hakları kadar ekonomik hakları da gözeten “İnsan Hakları Evrensel beyannamesi” ciddiye alınıyor.
İkinci Vizyonun geleneklerimiz ve göreneklerimizle uyusan tek manzara olduğuna inanıyorum. Bunda halkın refahı, hatta ekonomik büyümemiz bile daha iyi olacak. Ancak vaktimiz daralıyor, umutlar kayboluyor.
KİTABA YÖNELİK GÖRÜŞÜM
Kitabı boyunca Stiglitz, gelir dağılımı adaletsizliğinin mevcut resmini, bu durumun sebeplerini, günümüzdeki sonuçlarını ve gelecekteki tehlikelerini belirttikten sonra söz konusu soruna çare olacak reçeteleri okuyucuya sunmaktadır. Yazar, gelir dağılımı adaletsizliğinin ve toplumsal bölünmüşlüğün giderilmesi hususunda sunduğu reçetesinde, siyaset kurumunun düzenlenmesi ve rant ekonomisinin sonlanması gerektiğini vurgulamıştır. Bununla birlikte vergi reformunun yapılmasını savunmaktadır. Sabit oranlı dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı arttıkça, hâlihazırda uygulanan vergi oranları, reel olarak azalan oranlı hâle gelmektedir. Adil vergi sisteminin uygulanabilmesi için doğrudan vergiler artan oranlı olarak düzenlenmelidir. Yoksullara yardım edilmesi, finansal sistemde sömürüye varan faizli kredi uygulamalarının sonlandırılması ve emlak kredisi gibi borç vermelerde ortak risk paylaşımı yapılması gibi hususlar gelir dağılımı adaletsizliğini ortadan kaldırıp toplumumuzu daha yaşanabilir hâle getirecektir.
Yazar söz konusu problemlere getirdiği çözümlerde genel olarak kurumların geliştirilmesi, politikaların % 1’lik kesim için değil toplum menfaati için yapılması, rant arayışının sonlandırılması gibi hususlara değinmiş, bu minvalde siyaset kurumu üzerinde özellikle durmuştur.
Kitabın odaklandığı ana tartışmalardan bir tanesi devlet ve piyasanın rolleri üzerinedir. Yazar piyasa aktörlerinin yarattığı eşitsizliğe dikkat çekerken; gözlemlenen tabloda kamu kesiminin önemli payını da vurgulamaktadır.
Yazar devletin ön planda olmadığı hiçbir ekonominin başarılı olamadığını aktarmakta ve yaşanan başarısız serbestleşme-özelleştirme açılımlarını eleştirmektedir.
Ekonomik canlanmanın aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşeceğini öne süren yazar ABD’de uygulanan daraltıcı sosyal güvenlik düzenlemelerini eleştirmekte ve kamu harcamalarının çarpan etkisine dikkati çekmektedir.
Stiglitz’e göre Amerikalılar sınıf analizinden her zaman kaçınmışlardır; onlar ABD’nin bir orta sınıf ülkesi olduğuna inanmak ister ve bu inanç onları bir arada tutar. Üst ve alt sınıflar arasında, burjuvaziyle işçiler arasında bölünmeler olmamalıdır. Ancak, bir Amerikan vatandaşının en aşağıdan en yukarıya yükselme şansı, diğer gelişmiş endüstriyel ülkelerin vatandaşlarına kıyasla daha düşüktür. Buna tekabül eden bir başka efsaneye göre –yoksulluktan zenginliğe üç nesilde geçilebildiği efsanesi– üst kesimdekilerin yukarıda kalmaya devam etmek için çok çalışmaları gerekir; eğer bunu yapmazlarsa kendileri (veya kendi soylarından gelenler) hızlıca aşağıya ineceklerdir.
Stiglitz, bağımsız merkez bankalarının enflasyon saplantıları nedeniyle faydalı iktisadi reçeteler yaratmakta yetersiz kaldığını ileri sürmekte ve enflasyon hedeflemesini merkez bankası yöneticilerinin “yeni dini” olarak tanımlamaktadır.
Ancak yazar her ne kadar eleştirse de yine de FED’i; Avrupa Merkez Bankası’na (ECB) oranla daha başarılı bulmaktadır. FED’in enflasyona ek olarak büyüme ve istihdamdan da sorumlu olması hareket alanını genişletmektedir. Oysa sadece enflasyon ile faize odaklanan ECB bir nevi finans sektörü temsilcisi gibi davranmakta ve yeri geldiğinde bankaların çıkarlarını birlik üyesi halkların çıkarlarından üstün tutmaktadır. Uzun vadede enflasyon ve işsizlik arasında sabit bir ilişki olmadığını vurgulayan yazar; işsizliğin enflasyona göre daha hayati bir iktisadi problem şeklinde nitelemekte ve gelir dağılımı eşitsizliğinin kökenlerini yetersiz toplam talepte aramaktadır.
Sonuç olarak Stiglitz; hem dünya genelinde hem de ABD özelinde günümüzde yaşanan ekonomik ve toplumsal huzursuzluğun temelinde eşitsizliğin yattığını, bunun gelir dağılımı ve fırsat eşitsizliği; sosyal gönenç ve barışı olumsuz etkilediğini, tüm dünya halklarının artan huzursuzluğunun başlıca nedeninin piyasaların açgözlülüğü ve buna zımni olarak müsaade eden kamu kesiminin pasifliği olduğunu kitabı boyunca kapsamlı bir şekilde ele almıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder