Ana içeriğe atla

21. Yüzyılda Kapital

Paris Ekonomi Okulu Ekonomi Profesörü Thomas Piketty’nin 2013’te “Le capital au XXI siècle” adıyla çıkardığı kitabı, 2014’te “Capital in the Twenty-First Century” adıyla İngilizceye, 2015’te de “21. Yüzyılda KAPİTAL” adıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Türkçeye çevrilerek yayınlandı. Kitap, 21.yüzyılda sermayenin yapısının ve birikiminin neden büyük eşitsizlikler yarattığını açıklamayı amaçlamaktadır. Kitabın ana çatısını 15 yıllık bir araştırmanın ürünü olan verilerin incelenmesiyle ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde servet dağılımındaki eşitsizliği 1800’lü yılların sonundan günümüze kadar açıklayan ilk iki bölümü oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu eser, gelir ve servet bölüşümü alanındaki tarihsel bütünlüklü analiz eksikliğini geniş bir veri tabanıyla doldurmaktadır.

İsmiyle Karl Marx’ın “Das Kapital” eserini çağrıştırmasının yanında kitabın geniş kitlelerce tanınmasına yol açan bir diğer olay, Piketty’nin Fransa’nın en yüksek devlet madalyalarından “Legion d’Honneur”e layık görülmesi ve bu ödülü “I don’t believe it’s the role of the government to decide who is honourable.” sözleriyle geri çevirmesidir. Yayınlandığı aydan itibaren Amerika’da bestseller olan kitap (ekonomi kitaplarında pek görülmeyen bir durum), Joseph Stiglitz ve Paul Krugman gibi tanınmış ekonomistlerden de övgü almıştır.

Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital kitabı 4 ana bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler:

1.Gelir ve Sermaye,
2.Sermaye/Gelir Oranının Dinamikleri,
3.Eşitsizliklerin Yapısı
4.21. Yüzyılda Sermayenin Düzenlenmesi

Bu sebeple, kitap bu 4 ana bölüm üzerinden incelenecektir.


GELİR ve SERMAYE

Gelir ve Üretim

Bugün sermayenin yol açtığı eşitsizlik, uluslararası olmaktan ziyade ulusal bir sorundur; sermayenin mülkiyetindeki eşitsizlik, bir ülkeyi diğerine düşürmekten ziyade, her ülkenin kendi içinde zenginler ve yoksulları karşı karşıya getirmektedir. Ancak, tarih boyunca bu hep böyle olmamıştır ve dolayısıyla bu durumun 21. Yüzyılda hangi koşullar altında yeniden ortaya çıkabileceği gayet meşru bir sorudur. 

Bir ülkede milli gelir yurtiçi hasıladan daha fazla ya da daha az olabilir, bu yurtdışı gelirlerinin artı ya da eksi olmasına bağlıdır.

Milli Gelir = Yurtiçi Hasıla + Yurtdışı Net Gelirler

Küresel seviyede ise, yurtdışı net gelirler ile yurtdışına ödenen gelirler eşit olmalıdır, böylece gelir hasılaya eşit olur.

Dünyanın Toplam Geliri = Dünyadaki Toplam Üretim

Bir şirketin veya bir ülkenin hesaplarına, hatta dünyanın tamamına baktığımızda, üretim ve buradan kaynaklanan gelirler, sermaye gelirleri ve emek gelirlerinin toplamı olarak ifade edilebilir.

Milli Gelir = Sermaye Geliri + Emek Geliri

Peki, o zaman sermaye nedir? Sınırları nedir, hangi şekilleri alır ve bileşimi zaman içinde nasıl değişmiştir?

Kitabın dilini sadeleştirmek için “sermaye” ve “servet” sözcükleri eş anlamlı sözcüklermişçesine birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılacaktır. Bazı tanımlara göre, “sermaye” sözcüğü insanlar tarafından biriktirilen servet biçimleri (bina, makine, teçhizat vs.) ifade etmek için kullanılmalıdır ve dolayısıyla insanlara biriktirmelerine gerek kalmadan bahşedilmiş toprak ya da doğal kaynaklar bunun dışında tutulur. Buna göre toprak servetin bir parçasıdır, ancak sermayenin bir parçası değildir.

Özet olarak, “milli servet”i ya da “milli sermaye”yi, belirli bir zamanda, belirli bir ülkede yaşayanların ve o ülkenin devletinin sahip olduğu, bir piyasada alınıp satılabilen her şeyin toplam piyasa değeri olarak alıyoruz.

Milli Servet = Özel Servet + Kamu Serveti

Gelir ve Sermaye kavramlarını tanımladığımıza göre, artık bu kavramı ilişkilendiren ilk temel yasası olan Sermaye/Gelir Oranına geçebiliriz. Bu uygulama, toplam sermaye miktarının toplam yıllık gelire bölünmesi olarak ifade edilir.

Belirli bir ülkedeki sermaye stokunu (birikimini) ölçmek için en doğal ve en yararlı yol, bu sermaye birikiminin yıllık gelir akısına bölünmesidir. Bu bize, sermaye/gelir oranını vermektedir. Bunu Yunan harfi olan ß ile gösterelim. Örneğin, şayet bir ülkenin toplam sermaye birikimi altı yıllık milli gelirine eşit ise, bunu su şekilde formüle edebiliriz. ß=6 (ß=600%). Bugünün gelişmiş ülkelerinde, sermaye/gelir oranı genel olarak 5 ve 6 arasında değişmektedir ve sermaye birikimi de hemen hemen tamamen özel sermayeden oluşmaktadır. 2010 yılında, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya’da kişi basına düsen milli gelir 30,000-35,000 euro civarındadır. Oysaki toplam özel servet (net borç) kişi basına 150,000-200,000 euro civarında olup, yıllık milli gelirin beş veya altı katıdır.

Bir ülkede sermayenin öneminin ve göreceli düzeyinin zaman içinde stabil kalması için (sermaye/gelir oranının sabit tutulması için); ülkenin sermaye getiri oranının ekonomik büyüme oranına eşit olması gerekir (ekonomik büyüme oranı, gelirdeki artış ile ilgili olduğundan). Ülkedeki sermaye getiri oranı, ekonomik büyüme oranını aştığı zaman, ülkedeki sermayenin önemi ve göreceli düzeyi de artar ve böylece sermaye/gelir oranı da büyür. Buna karşılık, ülkenin ekonomik büyüme oranı, sermaye getiri oranından daha hızlı bir şekilde arttığında, sermayenin önemi ve göreceli düzeyi de azalır ve böylece sermaye/gelir oranı küçülür. Açıkçası, gelirle ilgili olarak; sermayenin arttığı ya da azaldığını belirleyen nokta, yapılan tasarruf oranına bağlı olacaktır. Örneğin, şayet sermaye getiri oranı büyüme oranını aşarsa, bu durumda en yüksek düzeydeki tasarruf oranı, sermaye/gelir oranını hızlı bir şekilde arttıracaktır).

Dünyadaki eşitsizliği anlamak adına en azından 19. Yüzyılın başından bu yana hakkında nispeten çok şey bilinen, üretimin küresel dağılımındaki değişimi incelemekle başlayabiliriz.

Avrupa’nın GSYH’si 1913 yılında dünya GSYH’sinin %47’sine karşılık gelirken, 2012’de bu oran %25’e düşmüştür.


Avrupa’nın nüfusu 1913 yılında dünya nüfusunun %26’sına karşılık gelirken, 2012’de bu oran %10’a düşmüştür.
 

Asya-Afrika kıtalarında kişi başına düşen GSYH, 1950 yılında dünya ortalamasının %37’siyken, 2012’de bu oran %61’e yükselmiştir.


Büyüme: Yanılsamalar ve Gerçekler

Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki büyük eşitsizlikler aynı şiddetle sürse de, dünya genelinde bir yakınsama yaşandığını ve gelişmekte olan ülkelerin arayı kapatma sürecinde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bu önemli yakınsama meselesinin ötesinde, asıl üzerinde durulması gereken, 21. Yüzyılda bir yavaş büyüme rejimine geri dönülebileceğidir. İstisnai dönemler dışında ve arayı kapatma dışında, büyümenin gerçekte her zaman düşük olduğunu göreceğiz. Bu sorunu ve onun yakınsama süreci ve eşitsizlik dinamikleriyle ilişkisini daha iyi anlayabilmek için, üretimdeki büyümeyi ikiye ayırmamız gerekiyor: Bir yanda nüfusun büyümesi, diğer yanda ise kişi başına üretimdeki büyüme.

1700 yılında 600 milyon olan dünya nüfusu 2012 yılında 7 milyar kişiye yükselmiştir. 1700-2012 arasında gözlemlenen demografik büyüme ritmi – yıllık ortalama %0,8- ilkçağdan beri gerçekleşseydi, dünya nüfusunun 0-1700 arasında yaklaşık 100.000 katına çıkmış olması gerekirdi. 1700 yılındaki nüfusun yaklaşık 600 milyon olduğu tahmin ediliyorsa, tutarlı kalabilmek için, İsa’nın yaşadığı çağda nüfusun komik bir düzeyde olduğunu (gezegenin tamamında en fazla 10.000 kişi) varsaymak gerekecekti. Bin yedi yüz yıl boyunca biriken yıllık %0,2’lik bir büyüme oranı bile, milat civarında dünya nüfusunun yalnızca 20 milyon olduğu anlamına gelir; oysa erişebileceğimiz bilgiler o çağda nüfusun 200 milyonu geçtiğini, sadece Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaklaşık 50 milyon insan yaşadığını gösteriyor. Bu iki tarihe dair tarihsel kaynaklar ve nüfus tahminleri ne derece hatalı olursa olsun, 0-1700 arasındaki ortalama demografik büyüme oranının %0,2’nin altında kaldığı ve büyük ihtimalle %0,1’den küçük olduğu konusunda bir şüphe yoktur.


1700-2012 yılları arasında ise dünya nüfusu yılda ortalama %0,8 oranında büyümüştür. Üç yüzyılda gerçekleşen bu kümülatif büyüme, dünya nüfusunun en az 10 katına çıkmasına neden olmuştur. Eğer bu ritim gelecek üç yüzyılda da sürerse, dünya nüfusu 2300 yılında 70 milyarı geçecek demektir.


1913-2012 arasında dünya GSYH’sinin büyüme oranı yıllık %3 seviyesindeydi. Bu büyüme oranı dünya nüfusu için %1,4 ve kişi başına düşen GSYH için %1,6 olarak ayrıştırılabilir. İlk tespit, büyümede 18. Yüzyılda başlayan hızlı artışın nispeten düşük yıllık büyüme oranlarıyla ilerlediğidir; ikinci tespit ise, büyümenin demografik ve ekonomik bileşenlerinin kabaca aynı oranlarda gerçekleştiğidir.


Ekonomik büyümenin gelecekteki gelişme durumuna bakıldığında, Piketty bu oranın %1-2 düzeyinde kalacağını öngörmekte ve hâlihazırda bulunduğu seviyenin (%1,5 düzeyinin) muhtemelen daha da altına düşeceğini öngörmektedir. Yazar, özellikle zengin ülkelerdeki büyüme oranının %1,2 düzeyinde olacağını öngörmektedir. Yazara göre gelecek konusunda herhangi bir değerlendirme yapmak çok zordur ve onun verdiği bu oranlar iyimser rakamlardır.

Gelecekte yeniliklerin hızını tahmin etmek zor olduğu gibi, gelişmeleri tahmin etmek de zordur. Geçen iki yüzyıllık dönemde kişi basına gelirlerini oldukça yükselmiş olan gelişmiş ülkeler, bu oranı her yıl %1,5 oranında büyütmeye devam edecektir. Fakat bu büyümenin gerçek oranının % 0,5’ mi, % 1’mi, yoksa %1,5’mu olacağını öngörebilecek durumda değiliz. Ortalama senaryo: gelişmiş ülkelerin uzun vadeli kişi basına düsen büyüme oranı olan %1,2 düzeyidir ki biz bunu alacağız bu da oldukça iyimserdir. Bitmekte olan hidrokarbonların yerine geçecek yeni enerji kaynakları bulunmadıkça bu seviye asılamaz.


SERMAYE /GELİR ORANININ DİNAMİKLERİ

Sermayenin Biçim Değiştirmesi

İkinci bölümde sermayenin birikim evrimine odaklanılacak, bunu yaparken hem sermayenin – sermaye/gelir oranıyla ölçülen- toplam seviyesini, hem de farklı aktif türlerinden meydana gelen ve 18. Yüzyıldan bu yana niteliği derinlemesine değişen bileşimi ele alınacaktır. Farklı zenginlik biçimlerinin uzun zamana yayılan en kapsamlı bilgilerine sahip olduğumuz İngiltere ve Fransa’dan başlayarak tarihteki gelişimini inceleyeceğiz.

Konuya, 18.yy.-19.yy. baslarında Avrupa’daki tarım toplumlarıyla başlayalım. Bu toplumlarda sermaye neredeyse tamamen tarım arazileri ve devlet tahvillerinden oluşmaktadır. Honore de Balzac ve Jane Austen’in 19.yy baslarında yazdıkları romanlarda tüm okuyucular için servetin doğası oldukça açıktı. Servet; genelde hükümet bonoları veya arazi seklinde sahibine bağlı varlıklara yapılan düzenli ödemelere bağlı bir kira getirisi olarak kendini göstermekteydi.

Araziler ve hükümet bonoları, her ikisi de ortalama olarak %4-5 oranında bir getiri sağlamışlardır: Tarım toplumlarında arazilerin ortalama getirisi %4-5dir. Jane Austen ve Honore de Balzac romanlarında belirtildiği üzere, arazi (hükümet bonosu gibi) yatırılan sermaye tutarının %5 gelir getirmektedir ve bundan pek sık söz edilmediği anlaşılmaktadır.

Öncelikle, sermaye/gelir oranının iki ülkede benzer eğrileri izlediğini; 18. ve 19. Yüzyıllarda nispeten sabit kaldığını, bunu 20. Yüzyıldaki büyük bir şokun takip ettiğini, sonra 21. Yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı arifesindeki seviyelere geri döndüğünü görüyoruz. Ulusal sermaye, 18. Ve 19. Yüzyıllar boyunca ve 1914’e dek, Fransa’da olduğu gibi İngiltere’de de yaklaşık altı-yedi yıllık milli gelire tekabül etmektedir. Ardından, sermaye/gelir oranı Birinci Dünya Savaşı sonrasında sert şekilde düşmüş, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı boyunca gerilemiştir. Sonra sermaye/gelir oranı tekrar yükselmeye başlamış ve artışı kesilmiştir. 20. Yüzyıla damgasını vuran şiddetli askeri, politik ve ekonomik mücadelelerle orantılı olarak, özellikle sermaye, özel mülkiyet ve zenginliğin küresel dağılımında ciddi dalgalanmalar olduğu görülmektedir.

Ulusal Sermaye 1700 yılında İngiltere’de neredeyse 7 yıllık milli gelire denk geliyordu.


Ulusal Sermaye 1910 yılında Fransa’da neredeyse 7 yıllık milli gelire denk geliyordu.


Ulusal Sermaye 1910 yılında Almanya’da neredeyse 6,5 yıllık milli gelire denk geliyordu


19.yy.’da ortaya çıkan köklü ekonomik değişikliklere rağmen, burada verilen grafikler zaman içinde yayılan sermaye varlıklarının görece önemini göstermenin yanı sıra sermaye/gelir oranının değişikliklerini de göstermektedir. (Bu oran 7 seviyesinde kalmıştır). Sermayenin doğası tamamen değişmiştir, ama netice itibariyle gelire kıyasla toplam tutar hemen hemen hiç değişmemiştir.


19.yy.’da kapitalin yönünün değişmiş olmasına rağmen, servet dağılımındaki eşitsizliğin değişmemiş olması ve hatta artması ilginç bir durumdur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca, sermaye birikiminin artısı ve hatta 1880 - 1913 döneminde eşitsizlik ivmesinin de artısı seklinde bir eğilim vardı. On dokuzuncu yüzyılın başlangıcında, zenginlik hiyerarşisinin üst dilimi %80-85 arasındaydı; yirminci yüzyıl sonuna kadar bu oran %90 nispetinde kaldı. Bu üst dilim, 1800- 1810 döneminde ulusal servetinin %45-50’sine sahipti; bu oran 1850-60 döneminde %50’nin üzerine çıkmış ve 1900-1910 döneminde de %60’a ulaşmıştı. Paris’te 1900-1910 döneminde nüfusun 1/20’den biraz daha fazlası ev sahibi olmuştu, ancak servetin üçte biri oranındaki yoğunluğun hala büyük bir nispet olduğu ve I. Dünya Savası öncesindeki on yıllık bir süre boyunca da limitsiz bir şekilde artış göstereceği iddia edilmişti. 19.yy.’da nüfusun üçte ikisi (ülkenin geri kalan nüfusunun yarısı ile karşılaştırıldığında) gelecek nesillerine herhangi bir miras bırakmadan ölmüşlerdir. Ancak, 20.yy. başlangıcında, servetin büyük kısmı birikmişti ve en üst dilimin hissesi %55 civarındaydı, bu oran 1880-1890 döneminde %60 nispetine ve daha sonra da I. Dünya Savası öncesinde %70 seviyesine yükselmişti. Buna bakarak, savaş yokken servet birikiminin nasıl bu kadar yüksek olduğunu sormak doğaldır

Yaşlı Avrupa’dan Yeni Dünya’ya

18. yüzyılda yapılan göçler nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri popüler bir hale gelmiştir. Ancak buraya gelenler genel olarak beraberlerinde önemli ölçüde bir sermaye getirmemişlerdi. Burada tarım arazileri bol ve bundan dolayı da ucuzdu, bu nedenle bu yolla sermaye edinme fırsatları da düşüktü. Bu iki nedenle, 18.yy. boyunca, Amerika Birleşik Devletleri’nde sermayenin düzeyi ve görece önemi oldukça düşüktü. Özellikle, 1810 yılına kadar sermaye/gelir oranı tam olarak 3 seviyesinde idi.


Sermaye/gelir oranının 19.yy.’da Avrupa’da artmasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nde artmamasının nedenlerinden biri sudur: Avrupa’daki güçlerin aksine, Amerika Birleşik Devletleri hiçbir zaman bir kolonileşme kalesi olmadı (bu yüzden de Avrupa’nın yaptığı gibi bir yabancı sermaye asla toplamadı). Ancak, Avrupa’ya kıyasla Amerika Birleşik Devletleri’nde büyüme daha hızlı oldu. Bunlara rağmen, sermaye /gelir oranı 19.yy. süresince yükseldi ve bunun bir sonucu olarak da servet eşitsizliği oluştu. Ancak, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bu eşitsizlik Avrupa’daki kadar büyük olmadı.

Uzun Dönemde Sermaye/Gelir Oranı

Piyasa yönelimle gelişmiş ekonomilerin, uzun vadede ekonomik büyüme oranının genellikle %1-2 oranında iken sermaye getiri oranının genel olarak % 4-5 oranında seyrettiğini gördük. Bunun anlamı sudur; uzun vadede sermaye getiri oranı, ekonomik büyüme oranından önemli ölçüde daha yüksek olma eğilimindedir. Uzun vadede, sermayenin önemi ve düzeyi, gelire kıyasla artma eğiliminde olduğundan sermaye/gelir oranı büyümektedir.

Uzun vadede sermaye getiri oranının, ekonomik büyüme oranının üstüne çıkma eğiliminin piyasanın bir başarısızlığı olmadığına dikkat çekmek önemlidir. Daha doğrusu, bu durum, piyasa yönelimli ekonomilerdeki faaliyetlerin doğasının bir sonucudur ve bu yüzden bu durum temel bir eşitsizliği ortaya koymaktadır.


Uzun vadede, zenginliğin doğası tamamen değişime uğramıştır: Toprak sermayesi aşamalı olarak gayrimenkul, endüstriyel ve finansal sermayeyle yer değiştirmiştir. Ancak, tüm dönüşümlere rağmen, sermaye birikiminin yıllık milli gelir cinsinden ifade edilen toplam değeri uzun vadede değişime uğramamış gibi görünmektedir. İngiltere ve Fransa’da ulusal sermaye 2010’lu yılların başında yaklaşık 5-6 yıllık milli geliri temsil etmektedir. Yani, 18. ve 19. Yüzyıllardaki ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemlerdeki seviyelerdedir. Diğer yandan, 1950 sonrası hızlı yükselme eğilimi gösteren sermaye/gelir oranının gelecekte de aynı ivmeyi yakalamasını sorgulamak gayet doğaldır.

Grafiğe bakılırsa, küresel sermaye/gelir oranı günümüzde, kabaca Birinci Dünya Savaşı öncesindeki %500 seviyesine yaklaşmaktadır. Demografik ve ekonomik büyüme tahminlerine bakarak bugün yıllık %3 olan küresel üretimdeki büyüme oranının 21. Yüzyılın ikinci yarısında aşamalı olarak %1,5 seviyesine gerileyeceğini söyleyebiliriz.



EŞİTSİZLİKLERİN YAPISI

İki Dünya

Eşitsizliklerin yapısı 19. Yüzyıldan bu yana neden ve nasıl değişmiştir? 1914-1945 döneminin şoklarının 20. Yüzyılda eşitsizliklerin azalmasında önemli bir rol oynadığını ve bu olgunun uyumlu ve kendiliğinden bir süreçle pek de alakalı olmadığını göreceğiz. Ayrıca, eşitsizliklerde 1970-1980 döneminden bu yana gözlemlenen artış ülkeler arasında çok ciddi farklılık göstermektedir; bu durum da kurumsal ve politik etmenlerin bu süreçte merkezi bir rol oynadığına işaret etmektedir.

1910-2010 arasında Fransa’da iki değişim öne çıkmaktadır: ilki gelir hiyerarşisinin en üst onda birlik kesiminin milli gelirden aldığı paydaki değişim, ikincisi de ücret hiyerarşisindeki en üst onda birlik kesimin toplam ücretten aldığı paydaki değişim.

Fransa’da gelir eşitsizliği hızla azalmıştır: En üst onda birlik kesimin milli gelirden aldığı pay Birinci Dünya Savaşı arifesinde %45 - %50 seviyesindeydi, bugün ise %30 seviyesine inmiş durumdadır. Ayrıca, eşitsizliklerde geçtiğimiz yüzyılda yaşanan düşüşün, tamamen sermayenin yüksek getirisindeki düşüşe bağlı olmasıdır. Eğer sermaye gelirlerini bir kenara bırakıp, sadece ücret eşitsizliğine odaklanırsak paylaşımın uzun vadede ne denli istikrarlı olduğunu fark ederiz.

 

Emek Gelirlerindeki Eşitsizlik

1970-1980 döneminden bu yana ABD’de ücret eşitsizliğindeki patlamayı, üst düzey yöneticilerin yükselişini ve daha genel olarak farklı ülkelerde görülen tarihi değişimlerdeki çeşitliliği nasıl açıklayabiliriz?

Servet yoğunlaşması özellikle Avrupa’da neden ve nasıl azalmıştır? Servet sahibi orta sınıfın ortaya çıkışı araştırmamız açısından önem taşıyor, zira bu olgu, gelir eşitsizliklerinin 20. Yüzyılın ilk yarısı boyunca neden azaldığını ve rantiye toplumundan süper yöneticiler toplumuna nasıl geçtiğimizi büyük ölçüde açıklıyor.

2013 yılı satın alma gücü paritesine göre ifade edilirse, saat başına düşen asgari ücret 1950’den 2013’e gelene dek ABD’de 3,80 dolardan 7,30 dolara, Fransa’da ise 2,10 eurodan 9,40 euroya yükselmiştir.


Emek piyasası da diğer piyasalar gibi, hatta onlardan çok daha bariz bir biçimde, tamamen doğal ve değişken mekanizmalar ve dizginlenemez teknolojik etmenler tarafından belirlenen matematiksel bir soyutlamadan ibaret değildir: Bu piyasa, düzenlemelere ve belli konulardaki uzlaşmalara dayanan toplumsal bir yapıdır. Fransa ve ABD’de ücret hiyerarşisinde iki dünya savaşı sırasında da meydana gelen daralmanın, kamu sektöründe ya da özel sektörde ücretler hakkında süregelen tartışmaların bir neticesi olduğunu söyleyebiliriz.

Eğer diğer Avrupa ülkelerini incelersek, geçtiğimiz otuz yıl boyunca en üst %1’lik kesimin milli gelirden aldığı payda hem Kuzey hem de Güney Avrupa’da benzer bir değişim, 2-3 puanlık bir artış olduğunu görüyoruz. Kuzey ve Güney Avrupa’da en üst %1’lik kesimin payı 1970’den bu yana Anglosakson ülkelere kıyasla çok az artmıştır.


Eğer bu ülkelerin ortalamasını Avrupa ortalaması olarak kabul edersek, Avrupa ve ABD arasında çok daha açık bir karşılaştırma yapabiliriz: 1900-1910 döneminde daha eşitlikçi olan ABD’dir. 1950-1960 döneminde Avrupa biraz daha eşitlikçi hale gelir ve 2000-2010 döneminde Avrupa ABD’den açık ara daha eşitlikçidir.




Gelişmekte olan ülkelerde ise durum biraz daha farklıdır: En üst %1’lik gelir diliminin payıyla ölçüldüğünde, gelişmekte olan ülkelerdeki gelir eşitsizliğinin 1980’lerden bu yana arttığı, ancak 2000-2010 döneminde ABD’deki seviyenin altında olduğu görülür.


Sermaye Mülkiyetindeki Eşitsizlik

Servet mülkiyetindeki eşitsizlik konusu önemlidir, zira 20. Yüzyılın ilk yarısında gelir eşitsizliğinde yaşanan azalmanın tek nedeni, aynı dönemde servet eşitsizliğinde gözlemlenen azalmadır. Gördüğümüz üzere, emek gelirlerindeki eşitsizlik 1900-1910 döneminde ve 1950-1960 arasında ne ABD’de ne de Fransa’da yapısal olarak azalmıştır ve toplam gelir eşitsizliğindeki hızlı düşüş, esas olarak, yüksek sermaye gelirlerinin çökmesinden kaynaklanmıştır. Bu soruyu önemli kılan bir diğer husus da, sermaye/gelir oranının yükselme ve büyümenin yavaşlama eğiliminde olduğu 21. Yüzyılın başında, sermaye mülkiyetindeki yoğunlaşmanın yeniden tırmanmaya başlamış olmasıdır.

Fransa’da en üst onda birlik kesim (en büyük servete sahip %10’luk kesim) 1810-1910 döneminde toplam servetin %80 ila %90’ına sahipti, bu oran bugün %60-%65 civarındadır. 


İngiltere’de en üst onda birlik kesim (en büyük servete sahip %10’luk kesim) 1810-1910 döneminde toplam servetin %80 ila %90’ına sahipti, bu oran bugün %70’tir.


ABD’de en üst onda birlik kesim (en büyük servete sahip %10’luk kesim) 1810-1910 döneminde toplam servetin %80 ila %90’ına sahipti, bu oran bugün %75’tir.

 
21. Yüzyılda Dünyadaki Servetin Eşitsizliği

Finansal küreselleşmenin kuvvetleri, henüz başlayan bu yüzyılda geçmişte olduğundan daha yüksek bir servet yoğunlaşmasına yol açabilirler mi? Günümüzün zengin ülkeleri petrol ihraç eden ülkelerin ya da Çin’in yahut kendi milyarder vatandaşlarının mülkiyetine mi geçecek? Bunları ele almadan önce, bugüne dek göz ardı edilmiş olan ve tüm bu değişimleri analiz ederken başvuracağımız bir kuvvetten söz etmemiz gerekiyor: sermaye getirisindeki eşitsizlikler.

Sermaye eşitsizliğinin temel sebeplerinden biri, sermaye sahiplerinin sahip olduğu sermaye tutarıyla ilişkilidir. Sağlam kaynakları olanlar neredeyse hiçbir şeyi olmayanlara kıyasla daha kolay risk alırlar, daha kolay sabrederler. Bu sebepten ötürü, sermayenin yıllık ortalama getirisi %4 ise, en küçük servetler ortalama yıllık %2, en büyük servetler ortalama yıllık %6 kar ederler.

Küresel sermaye hiyerarşisinin en üst onda birlik ve en üst yüzde birlik kesiminde yer alan servetler, yapısal gerçeklerle daha alt dilimdekilerden daha hızlı büyürse, servet eşitsizliği de elbette sınır tanımadan artacaktır. Sermaye getirisindeki eşitsizlik, r > g eşitsizliğinin etkilerini arttıran ve bu etkilerin bertaraf edilmesini zorlaştıran bir ıraksama kuvvetidir. Bu farkın, ekonominin tamamı için olmasa dahi, en büyük servetler için büyük olmasına yol açmaktadır.

Simülasyonlara göre dünyanın sermaye/gelir oranı 21. Yüzyıl sonunda %700’e yakın bir seviyede olabilir.


Temel senaryoya göre, Asya ülkeleri 21. Yüzyılın sonunda dünyadaki sermayenin neredeyse yarısına sahip olacaktır.



SERMAYENİN REGULASYONU

21. Yüzyıla Uygun Bir Sosyal Devlet

Geçmiş düzeni ortadan kaldıran ve eşitsizliklerin yapısında dönüşüme yol açan olay büyük ölçüde 20. Yüzyıldaki savaşlardı. Kapitalizmin aşılarak daha barışçıl ve daha dayanıklı hale geleceği bir 21. Yüzyıl hayal etmemiz mümkün mü, yoksa sadece yeni krizler ya da bu kez gerçekten tüm dünyayı kapsayacak yeni savaşlar mı beklemeliyiz? Daha önce de belirttiğimiz gibi, sonsuz bir eşitsizlik sarmalından kaçınmayı ve birikim dinamiklerini kontrol altına almayı sağlayacak ideal çözüm, sermayeden küresel ve artan oranlı bir vergi alınmasıdır.

Ekonomik ve sosyal yaşamda devletin rolünün geçirdiği değişimi ölçmenin en basit yolu vergi ve diğer yükümlülüklerin toplu olarak milli gelirdeki ağırlığını incelemektir. Grafikte görüleceği üzere vergiler tüm ülkelerde 19. Yüzyılda ve Birinci Dünya Savaşı’na dek milli gelirin %10’una tekabül etmektedir. 1920-1930 yıllarından başlayarak 1970-1980 yıllarına kadar, zengin ülkelerde vergilerin ve kamu harcamalarının milli gelir içindeki payının gittikçe arttığını gözlemliyoruz. Gelişmiş ülkelerin tamamında yarım yüzyıl içinde milli gelirdeki vergilerin payı üç ya da dört kat artmıştır.


Artan Oranlı Gelir Vergisini Yeniden Düşünmek

20. yüzyılda vergi alanında yapılan en büyük icadın gelire artan oranlı bir vergi konması olduğuna şüphe yoktur. Bu kurum geçtiğimiz yüzyılda eşitsizliklerin azaltılmasında önemli bir rol oynamıştır, ama günümüzde hem ülkeler arasındaki vergi rekabetinin tehdidi altındadır, hem de acil bir çözüm olarak düşünülüp, dayanakları konusuna gerçek anlamda kafa yorulmasına fırsat kalmadan yürürlüğe sokulduğu için birçok zaafı vardır. Aynı durum, 20. Yüzyılın ikinci büyük icadı olan, miraslardan alınan artan oranlı vergi için de geçerlidir; bu vergi türü de son dönemlerde itirazlara konu olmaktadır.

Sermayeden küresel bir vergi almak bir ütopyadır: Dünyadaki tüm ülkelerin kısa vadede böyle bir vergi konusunda mutabakata varacağını, dünyadaki tüm servetlere uygulanacak bir vergi tarifesi oluşturacağını ve sonra da elde edilen gelirin ülkeler arasında bölüştürüleceğini hayal etmek zor. Böyle bir çözümün, yüksek ve şüphesiz pek de gerçekçi olmayan bir düzeyde uluslararası bir eşgüdüm gerektirdiğinin elbette farkındayız, ama bölgesel seviyede başlayarak (mesela yeterli sayıda ülkenin bulunduğu Avrupa’da) bunu uygulamak isteyen ülkelerde aşamalı olarak gerçekleştirilmesi mümkündür.

1900-2013 döneminde en yüksek gelirlilere uygulanan vergi oranlarına baktığımızda; Birinci Dünya Savaşı’na kadar uygulanan oranların oldukça düşük seviyelerde olduğunu görüyoruz. Bu durum istisnasız her yerde aynıydı.


ABD’de (en büyük miraslara uygulanan) en yüksek veraset vergisi oranı, 1980 yılında %70 iken bu oran 2013’te %35’e gerilemiştir.



KİTAP HAKKINDA GÖRÜŞÜM

Kitabı okumaya 2016 yılında, eşitsizlik konusu üzerine merak saldığım; Joseph Stiglitz, Antony Atkinson ve Branko Milanovic gibi yazarların kitaplarını okuduğum sıralarda başlamıştım. Türkçe baskısı 742 sayfa olan kitabı bitirmem 2 ay gibi bir süre sürmüştü. Her ne kadar Piketty kitabı oldukça sade ve anlaşılır bir dille yazmış olsa da konusu ve veri çeşitliliği itibarıyla kitabı sindirmek biraz zaman alıyor. Ancak, Piketty’nin Emanuel Saez ile 15 yıllık bir araştırmasının ürünü olan kitap şüphesiz ki eşitsizlik konusunda yazılmış en kapsamlı eserlerden biri. Kitap, ekonometrik istatistiklerle sermayenin son yüzyıldaki gidişatını, yarattığı servet yoğunlaşmalarını ve buna bağlı olarak ortaya çıkan gelir uçurumunu tarihsel bir çerçevede analitik yöntemlerle anlatan, sonrasında da sermayenin gelir dağılımında yol açtığı adaletsizlik sorununu çözmek için de küresel bir sermaye vergisi önerisi getiren bir çalışma.

Piketty, 21. Yüzyılda Kapital kitabını kaleme alma amacını şu cümlelerle ifade etmektedir: “Benim yapmak istediğim, önceden bilinen, herkese uygulanabilir ve demokratik bir biçimde tartışılabilen kurallara sahip bir hukuk devleti çerçevesinde adil bir toplumsal düzenin gerçek anlamda ve etkin bir biçimde tezahür etmesini sağlayacak en doğru toplumsal örgütlenme modelinin, kurumların ve kamu politikalarının belirlenmesine mütevazı bir katkı sağlamaktır.”

Kitabın isminin Marx’ın Das Kapital eserini çağrıştırmasının aksine Piketty daha kitabın ilk kısmında klasik iktisatçılardan övgü ile söz etmekte ve kendisinin de politik iktisat geleneğinin bir sürdürücüsü olduğunu belirtmektedir. Ancak, Piketty neoklasik iktisadın hem yöntemsel yapısına hem de teorik yapısına önemli itirazlar yöneltmiş olmakla birlikte eleştirileri ideolojik olarak radikal bir nitelik taşımamaktadır.

Piketty daha kitabın ilk kısmında belirtmiş olduğu cümlelerle iktisadi ve politik dünya görüşünü açıkça belirtmektedir: “Komünist diktatörlüğün çöküşüne dair radyo haberlerini dinleyerek büyümüş ve Sovyetler Birliği için asla nostaljiye kapılmamış bir nesle mensubum. Birçoğu komünizmin başarısızlığını görmezden gelen ve onun ötesine geçmek için düşünsel araçları zorlamaktan çoğunlukla vazgeçmiş, konvansiyonel ve tembel, kapitalizm karşıtı söylemlere karşı bir ömür yetecek kadar aşılanmış durumdayım.”

Piketty’nin Karl Marx’ın Kapital’indeki analizlerine yönelik bazı sert eleştirileri kaleme aldığını da görmekteyiz: “Kendisinden önceki yazarlar gibi Marx da teknik ilerlemenin sürekli olması ve verimliliğin giderek artma olasılığını göz ardı etmişti; verimlilikteki artış, göreceğimiz üzere, sermayenin birikim ve yoğunlaşma süreçlerini belli bir dereceye kadar dengeleyebilecek bir kuvvettir. Görünüşe bakılırsa Marx, o dönemde etrafında gelişmekte olan ulusal hesapları ıskalamıştır ve bu aracın, Marx’ın yaşadığı döneme özgü muazzam sermaye birikimi hakkındaki önsezilerini doğrulamasına ve her şeyden evvel açıklayıcı modelini sadeleştirmesine yardımcı olabileceği düşünüldüğünde, bu eksikliğin üzüntü verici olduğu söylenebilir.”

Piketty, Marx’ın ifade ettiği, kapitalistlerin giderek artan miktarlarda sermaye biriktirecekleri, bunun da kar oranında önlenemez bir düşüşe neden olacağı ve kapitalistlerin mahvına yol açacağı tezinin, tarihsel gelişmelerle çürütüldüğünü belirtmektedir. Bu anlamda Korkut Boratav gibi Marksist hocalar tarafından eleştirilen Piketty’nin ayrıca bir röportajında Marx’ın Das Kapital’ini hiç okumadığını söylemesi eleştirilerin odağına oturmuştur.

Bunun dışında, Piketty’nin eserinde ekonomi kitaplarında pek görülmeyen bir durum söz konusudur. Yazar sık sık edebi başyapıtlara değinerek, bunlar üzerinden toplumsal gelir ve servet bölüşümlerine dair çıkarımlar sunmaktadır. Piketty, kitabı boyunca Jane Austen’ın “Akıl ve Tutku”, “Mansfield Park” ve ‘İkna’ eserlerinde; Honore de Balzac’ın “Goriot Baba”sında ve hatta Orhan Pamuk’un “Kar”ında yazıldıkları dönemlerin ve ait oldukları toplumların gelir ve servet bölüşümlerini gözlemlemiştir.

Piketty kitabının ilk kısmında neoklasik iktisadi analize önemli metodolojik eleştiriler yöneltmiştir. Bu anlamda, ekonomiyi, tarih, sosyoloji, antropoloji ve siyaset bilimi gibi sosyal bilimleri bir kolu olarak değerlendirdiğini belirtmiş ve bu şekilde bütüncül bir sosyal bilim anlayışına sahip olduğunu vurgulamıştır. Piketty bu anlamda “ekonomi politik” ifadesini “ekonomi bilimi” ifadesine tercih ettiğini ifade etmiş ve bunun nedenlerini aşağıdaki gibi açıklamıştır:

“Ekonomi bilimi ifadesinden pek hoşlanmıyorum, bana aşırı derece küstahça geliyor, zira bu ifade ekonominin diğer sosyal bilimlerden daha bilimsel olduğu gibi bir iddiayı taşıyor. Ben daha çok ekonomi politik ifadesini tercih ediyorum; modası geçmiş gibi görünse de, sosyal bilimler içinde ekonominin kendine özgü ve kabul edilebilir tek farkını güzel yansıtıyor: Bu fark, ekonominin politik, normatif ve ahlaki hedeflerinin olmasıdır. Ekonomistler çok uzun süre kimliklerini sözde bilimsel yöntemlerinden hareketle tanımlamaya çalışmışlardır. Gerçekte ise bu yöntemler çoğu zaman ortalığı kalabalık gösterip, içeriğin boşluğunu maskelemeye yarayan matematiksel modellerini aşırı kullanımına dayanmaktadır. Ekonomik olgulara net bir açıklama getirmeyen, toplumsal ve politik sorunlara kesin bir çözüm sunmayan saf teorik spekülasyonlara çok fazla enerji harcanmıştır, halen de harcanmaktadır.”

Piketty’nin kitabın sonucunda vardığı ilk sonuç, ekonomik determinizme itimat edilmemesi gerektiğidir. Yazara göre zenginliğin paylaşımı daima politik bir konu olmuştur ve bunu ekonomik mekanizmalara indirgemek doğru değildir. Nitekim 1900-1910 ve 1950-1960 dönemleri arasında gelişmiş ülkelerde eşitsizlikte gözlemlenen azalma, her şeyden önce savaşların ertesinde devreye giren kamu politikalarının eseridir. Bu 50 yıllık dönemde (1910 - 1960) sermayenin bir kısmından alınan vergilerin yükseltilmesinin veya millileştirme sonucu artan kamu hizmetlerinin ve sosyal güvenliğin, gelirin daha eşit dağılmasında önemli olduğunu vurgulamıştır.

Aynı şekilde, 1970-1980 yıllarından itibaren düzenli olarak artan eşitsizlik oranları da, vergi politikalarındaki ve finansal politikalardaki değişikliklerle, yani siyasal kararlarla yakından alakalıdır.

1970’lerin sonu ve 1980’lerden itibaren bu sürecin değiştiğini, ekonomik büyüme oranı (g) yavaşlarken, sermayeden alınan vergilerin azaltılmasıyla sermayeden kazancın (r) ekonomik büyüme oranını geçtiğini (r>g) ve sonuç olarak ekonomik büyüme oranı artmadıkça gelir eşitsizliğinin artacağını savunmaktadır. Nitekim küreselleşme nedeniyle ucuz işgücünün hareketli hale gelmesi ve kitlesel göçler, gelir eşitsizliği konusunda en büyük ıraksama etkisini yaratmaktadır. Dolayısıyla, eşitsizliklerin tarihi, ilgili tüm aktörlerin bileşik ürünüdür. 

Nitekim, 1980 sonrası küresel gelirdeki büyüme bize eşitsizlik hakkında çarpıcı veriler sunmaktadır. Dünya Eşitsizlik Raporu’nun 2018 baskısına göre; Dünya gelirinin en üst %1’lik dilimi, bu büyümeden en yoksul bireylerden oluşan %50’lik kesimin aldığının iki katını aldı. En alt %50 yine de yüksek büyüme oranlarından istifade etti.
 

Öncelikle grafiği yorumlamadan önce yapısını açıklayalım: yatay eksende dünya nüfusu eşit nüfuslara sahip yüz gruba bölünmüş ve her grubun gelir seviyesine göre soldan sağa azalan bir sıraya konmuştur. En üst %1’lik grup on gruba ayrılmış, bu grupların en zengini de on gruba bölünmüştür, bunların içindeki en zengin grup da yine eşit nüfusa sahip on gruba bölünmüştür. Dikey eksen 1980-2016 arasında her bir gruptan ortalama bir bireyin gelirindeki büyümeyi % biçiminden göstermektedir. Grafiği yorumlamaya gelince görüyoruz ki: En alt %50 toplam büyümenin sadece %12’sini, en üst %1’lik kesim ise toplam büyümenin %27’sini almıştır.

Piketty’nin vardığı ikinci sonuç kitabın eksenini oluşturmaktadır: “Bu kitabın merkezinde olan ikinci sonuç, zenginliğin dağılım dinamikleri, birbiri ardından birleştirici ve ayırıcı yönde akan güçlü mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır… Birleştirici temel güçler, eğitim ve yeteneğe yatırımın ve bilginin yaygınlaşmasıdır.” “Ayrıştırıcı temel güç: kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıdır.” Yazarın gelir eşitsizliğinin artarak devam edeceği öngörüsü, ekonomik büyüme oranının (g), vergi sonrası sermayenin kazanç oranından (r) küçük olacağı tezine dayanmaktadır.

Piketty’nin de editörleri arasında yer aldığı Dünya Küresel Eşitsizlik raporunun projeksiyonlarına göre geçmişteki servet eşitsizliği trendi böyle devam ederse dünyada en üst %0,1’lik servet sahibi kesimin servet payı 2050’ye gelindiğinde küresel orta sınıfın servette aldığı paya eşit olacaktır.


Piketty, neredeyse ilk çağlardan beri sermayenin getiri oranının (vergiler düşülmeden) ortalama %4-5’den uzaklaşmadığını, bunun altında kalacak bir büyümenin olması veya getiri oranını büyüme oranına yaklaştıracak küresel ve artan oranlı bir verginin olmaması halinde gelir grupları arasındaki makasın açılacağı görüşünde. Her sene giderek artan bir getirisi olan sermaye gelirine her sene giderek artan bir vergi konarak kontrolsüz servet yoğunlaşmasının önüne geçilmesi. Tabii bu vergilerin etkili olması için sermayenin ülkeler arası hareketinin kolay olduğu bu dönemde, önce kıtasal bazda başlayarak küresel bir vergiye yönelinmesi ve mevcut vergi cennetlerine sıfır tolerans politikası uygulamak. Yazar bunun bir ütopya olduğunu ancak Avrupa Birliği gibi regülasyonunu tamamlamış birliklerin aşamalı olarak bu uygulamaya geçebileceğini düşünmektedir.


Kitaba ilişkin nihai görüşüm; 15 yıllık bir çalışmanın sonucunda eşitsizlik üzerine en geniş veri setine sahip olması, Piketty'nin olayları sadece makroekonomik modellere dayanmayarak siyasi tarihi de işin içine katması ve dönemlere ilişkin grafikleri çok ayrıntılı bir şekilde hazırlaması nedeniyle kitap kesinlikle okunmayı hak ediyor.


KAYNAKÇA

Kitabın İngilizce pdf versiyonu

Piketty’nin Sitesinde Paylaştığı Grafikler

2018 Dünya Eşitsizlik Raporu

Joseph Stiglitz’in Kitap Eleştirisi

Martin Wolf’un Kitap Eleştirisi

Korkut Boratav’ın Kitap Eleştirisi

Yorumlar