Ana içeriğe atla

Petrol

ABD’nin önde gelen enerji politikaları uzmanı ve Cambridge Energy Research Associates’in (CERA) başkanı Daniel Yergin’in 1990 yılında çıkarmış olduğu “The Prize - The Epic Quest for Oil, Money, & Power” isimli kitabı 1995 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından “Petrol: Para, Güç ve Çatışmanın Öyküsü” adıyla yayınlandı. 1992 yılında Birleşik Devletler Enerji Ödülü ve Pulitzer ödülünü alan kitap, petrolün etrafında kümelenen güç ve zenginlik savaşını kronolojik olarak anlatmayı amaçlamaktadır.

Yirminci yüzyılda petrolün, doğal gaz ile birlikte sanayi dünyasının güç kaynağı olan “Yakıtlar Kralı Kömür”ü tahtından indirdiğini görüyoruz. Daha da ötesi, petrol, savaş sonrası oluşan büyük kentleşme hareketinde bu hareketin temeli sayılır. Bugün petrole o denli bağlıyız ve petrol yaşantımıza o denli girdi ki, artık onu yaşantımızın doğal bir parçası olarak kabul ediyoruz ve olağanüstü önemi üzerine durup düşünmüyoruz bile…

Petrolün modern anlamdaki tarihi gelişmesi on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlamasına karşın, tam anlamıyla etkilediği ve değiştirdiği yüzyıl, yirminci yüzyıl olmuştur. Petrolün öyküsü aslında üç büyük aşamaya dayanmaktadır:

Bunlardan birincisi kapitalizm ve modern iş yaşamının doğuşu ve gelişimidir. Petrol giderek dünyanın en büyük ve en yaygın işi konumuna geliyordu. On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında türeyen büyük endüstriler içinde petrol, bu endüstrilerin en büyüğü olmuştu. Öyle ki, daha yüzyıl bitmeden petrol endüstrisine tümüyle egemen “Standard Oil” dünyanın çokuluslu şirketleri arasında ilk kurulanlardan birisi ve en büyüğü konumuna geldi.

İkinci görüşe göre; petrol milli stratejilerle ve dünya politikaları ile sıkıca kucaklaşmış bir mal olarak görülüyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında, yurtiçinde kullanılan “içten patlamalı motorlar” atların ve kömürle çalışan lokomotifin yerini alınca, petrol milli gücün bir simgesi haline geldi. Gerek Uzakdoğu’da gerekse Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın çıkışında petrol en önemli etken oldu.

Petrol tarihinin üçüncü tezi de toplumumuzun nasıl olup da “Hidrokarbon Toplumu”na dönüştüğünü ve bizlerin antropologlar dilinde nasıl birer “Hidrokarbon Adam” olduğumuzu açıklıyor. Elektrik ampulünün icadı ile birlikte petrol modasının geçtiğine inanılırken, yeni bir çağ açıldı. İçten patlamalı motor çağı. Böylece petrol endüstrisi yeni bir Pazar buluyor ve yeni bir uygarlık doğuyordu.

Yergin, 19. Yüzyıldan başlayıp 21. Yüzyıla kadar petrolün dünya tarihine etkisini çok detaylı bir şekilde ele aldığı için kitabın, olayların geçtiği bölgeler özelinde incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda; kitap, petrolün dünya sahnesine girdiği Birleşik Devletler’den günümüz Ortadoğu’suna kadar dönem ve bölge bazında incelenecektir.

AMERİKA

Petrolü kazarak çıkartmak mümkün değildi. Fakat alternatif bir yöntem vardı. 1500 yıl önce tuz madenlerinde yerin 900 m altına inen delgi veya sondaj yöntemi geliştirmişlerdi. Bu teknik petrol çıkarılmasında kullanılamaz mıydı? Peki bu “çılgın” proje kime emanet edilecekti? Yatırımcılar bu iş için birçok işe girip çıkmış, dolayısıyla elinden her iş gelen Colonel Drake adında birini bir posta arabasıyla Pennsylvania’nın yoksul mu yoksul, 1.250 nüfuslu Titusville kasabasına gönderdiler. 1858 baharından 1859 Ağustosuna kadar uğraşan Drake tam paralar adamakıllı suyunu çekip projeden vazgeçileceği sırada 20 m derinlikte petrole rastladı. Haber yangın gibi yayıldı. Minnacık Titusville kasabasında nüfusu bir gecede, arazi fiyatları anında fırladı.

Pennsylvania kaya yağının kerosen olarak piyasada yerini bulması çok sürmedi. Mevcut aydınlatıcılara olan üstünlüğü açıkça belliydi. Yeni kuyuların da açılmasıyla “Petrol Bölgesi” adını alan bölgede pek çok rafineri inşa edildi. Başlangıçta alıcılar at sırtında kuyudan kuyuya dolaşıp petrol topluyorlardı. 1870’lerden itibaren Petrol bölgesinde ve Newyork’ta daha resmi petrol borsası kuruldu.



İşe ilk teşebbüs etmiş olanlardan George Bissell köye ilk gelenlerden ve en aceleci olanlardandı. Oil Creek yöresinde yüz binlerce dolar harcayarak çılgınca alışveriş yapıyor, çiftlikler kiralıyor, araziler satın alıyordu. Eşine yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Burada eşine rastlanmayan bir heyecan yaşıyoruz. Ama emin olduğum tek bit şey var; geleceğimiz çok parlak ve çok güvenli, bundan hiç kuşkum yok… Büyük bir servet kazanacağımız anlaşılıyor.”



Petrol sektörünü şekillendiren en önemli figür Rockefeller’ dır. 1865 de bir açık arttırmada satın aldığı rafineri, Standart Oil adı altında modern petrol sanayinin başlangıcı oldu. Rafinerileri satın almakla işe başlayan Rockefeller ortağı Flagler ile birlikte üretimden başlayarak, ürettiği petrolü tüketiciye ulaştıran taşımacılığa kadar muazzam bir imparatorluk kurmuştu. Şirket hiçbir dış finansman kaynağı kullanmadan tamamen öz kaynaklarıyla yürüdüğü ve çok büyük hacimde optimum verimle iş yaptığı için diğer rafineri sahiplerine nazaran etkin indirimler alıyordu. Böylece 1879’ a gelindiğinde Amerika’daki rafineri kapasitesinin % 90’ını ve petrol bölgesinden petrol toplayan pipeline sisteminin tümüne sahip olmuştu.

Amerika’nın en zengin adamı olmasına rağmen ilginç bir şekilde tutumluydu. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen her gün işe giderken eski, giyilmekten parlaklaşmış takım elbiseyi giyerdi. En sevdiği yiyeceklerden biri süt ekmekti. Söylentiye göre bir defasında Cleavand’dayken, oranın ünlü bir işadamı ile eşini yaz aylarını geçirmeleri için Forest Hill’deki malikanesine davet etmiş. Altı hafta süreyle burada kalıp güzel bir tatil geçiren ünlü çift, evlerine döndükten sonra garip bir sürprizle karşılaşmışlar. Kendilerini bir fatura bekliyormuş ve fatura Rockefeller tarafından onun evinde geçirdikleri altı güzel haftanın karşılığı olarak gönderilmiş.

Para kazanır kazanmaz kiliseye katkı ile başlayan yardımseverliği git gide büyüdü ve varlığının önemli bir kısmına ulaşarak bilim, tıp ve eğitimi kapsar hale geldi. Filantropiye de aynı işine gösterdiği sistematik ve araştırıcı yaklaşımı gösteriyordu. 1880’li yıllar sonunda, kendisini tam anlamıyla Protestan üniversitesinin gerçekleşmesine adadı ev bu uğurda Chicago Üniversitesi’nin kurulması için gereken mali desteği sağladı. Yapmış olduğu bağışların toplamı ise 550 milyon dolardı.



RUSYA

Her ne kadar dünyanın geri kalan kısmı Amerika’dan gelecek “yeni ışığı” beklemekteyse de, bu maddeyi isteyen pazarlar içinde en ümit veren ülke, sanayileşmeye başlayan ve yapay ışığın kendisi için özel önem taşıdığı koskoca Rus İmparatorluğu’ydu. Aspheron Yarımadası’nda bazı petrol sızıntılarına rastlandığı söylentileri yüzyıllardan beri duyulmaktaydı. 13. Yüzyılda Marco Polo, Bakü yakınlarında yağ çıkaran bir kaynaktan söz edildiğini duyduğundan bahsetmektedir. Bakü, Zerdüştlerin taptığı “sonsuz ateş kuleleri”nin bölgesiydi. Gerçekte bu “Kuleler” kayalardaki çatlaklardan sızan petrol gazlarıydı. İlk petrol kuyuları 1871 - 72 de açıldı. 1873’te rafineri sayısı 20’yi aşmıştı. Kısa süre sonra Robert Nobel (Dinamiti icad eden ve Nobel Ödüllerini koyan Alfred Nobel’in ağabeyi) isimli bir kimyacı Bakü’ye gelerek bir rafineri satın aldı. Verimlilik ve karlılığa bilim, innovasyon ve iş planlamasını ekleyerek kısa sürede “ Bakü Petrol Kralı” oldu. Ancak, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylüler için aydınlatma büyük bir ihtiyaç değildi, en azından parayla satın alabilecekleri bir şey değildi. Bu nedenle Bakü’deki üreticiler gözünü imparatorluk dışına çevirmek zorunda kaldılar. Fakat Bakü petrollerinin sorunu, büyük pazarlara ulaşım güçlüğü idi. Bu yüzden en yakın liman olan Batum’a bir demiryolu inşa edilmesi ihtiyacı doğmuştu.

O günlerde Rusya’da Yahudi ırkından olanlara karşı ateşli bir düşmanlık hüküm sürmekteydi. 1882 yılında imparatorluk kararıyla Museviler’in imparatorluk sınırları içinde daha fazla toprak alması ve kiralaması yasaklanmıştı. Rothschild’ler ise dünyadaki en ünlü Musevi ailesiydi. Faka konu onlar olduğu için Rothschild’ler olayında imparatorluk kararı dikkate alınmadı. Rothschild’lere göre Rus petrolü Parisli Rothschild’lerin projesiydi. Özellikle de Baron Alpfhonse’un çünkü Baron Fransa’nın 1871 Prusya yenilgisinden sonra, ortaya çıkan onarım borçlarının ödenmesini ayarlamış kişiydi. Baron Alphfonse’a tüm Avrupa’nın istihbaratı en kuvvetli adamlarından biri gözüyle bakılıyor ve kıtanın en güzel bıyıklara sahip kişisi olarak düşünülüyordu. Küçük kardeşi Baron Edmond ise Museviler’in Filistin’e yerleşmesinde parasal desteği sağlamış kişiydi. Rothschild kredisi sayesinde Bakü demiryolu 1883 yılında tamamlandı ve bunun sonucunda Batum bir gecede dünyanın en önemli petrol limanlarından biri oldu.



Rothschild’lerin finansmanıyla Bakü-Batum demiryolu tamamlanarak Rus petrolüne Batı kapısı açıldı. Ancak bu noktada Standart Oil devreye girerek çeşitli ali cengiz oyunlarıyla Avrupa satışlarını engelledi. Rothschild’ler yeni pazarları ellerine geçirmek için Londralı Yahudi Marcus Samuel’in yardımını istedi. Bu bir Yahudi için – hem de ataları İspanya ve Portekiz’den gelmiş Sefardik ailelerinden değil, Londra’nın ucunda yaşayan, 1750 yılında Hollanda ve Bavyera’dan gelmiş göçmenlerin torunlarından olan bir Yahudi için – hiç de küçümsenecek bir başarı değildi. Samuel babası Marcus Samuel’le aynı ismi taşıyordu ki bu da Yahudiler’de hiç alışılmış bir şey değildi. Marcus Samuel ilk ticaretine Londra’nın doğusunda limana gelen gemicilerden aldığı ufak tefek hediyelik eşyaları satın almakla başlamıştı. 1851 yılı nüfus sayımında mesleklere ait listede adı “Sedef tüccarı” olarak geçer. Marcus Samuel’in babası Emanuel, deniz kabuklarından çeşitli biblolar yapar, “Brighton Hatırası” diye satardı. Marcus kendi tasarladığı güvenli tankerlerle petrol taşıyarak iyi tanıdığı Uzak Doğu pazarlarına girmeyi önerdi. Bir deniz kabuğu türünden adını alan “ Murex” isimli ilk tanker 1892’de Batum’dan aldığı petrolü Singapur ve Bangkok’a götürdü. Murex’i takibeden bütün tankerler isimlerini hep deniz kabuklarından aldı.





Kafkasya çok kötü idare edilen bir yerdi. Bu bölgenin yaşama ve çalışma koşulları kabul edilemeyecek kadar kötüydü. İşçileri çoğu Bakü’de, ailelerinden uzakta yaşıyorlardı. Batum’daki işçiler günce on dört saat çalışıyor, ayrıca zorunlu olarak iki saat fazla mesai yapıyorlardı. 1904 Aralığı’nda Bakü’deki petrol işçileri grev yaparak ilk toplu iş sözleşmesini elde etmeyi başardılar. İhtilalciler bir bildiri yayınlayarak “Kafkasya işçileri, intikam saat geldi” diyeceklerdi. Bu bildiri bizzat Stalin tarafından kaleme alınmıştı. Ertesi gün, St. Petersburg’da Çarlarına dilekçe vermek için Kış Bahçesi’ne doğru yürüyen bir işçi grubuna polis ateş açtı. İşte o gün “Kanlı Pazar” diye anılan, 1905 İhtilali’nin başlangıcı oldu. – Lenin bu günden “Büyük Prova” günü diye söz eder. Haber Bakü’ye ulaştığında petrol işçileri yeniden greve gittiler. Grevin ihtilale yol açacağından korkan hükümet, Müslüman Tatarlara silah verdi. Tatarlar da içlerinde petrol endüstrisinin liderleri de olan Hıristiyan Ermenileri toplu halde katletmeye başladılar.




1901 ve 1902 yıllarında Stalin, Batum’daki en başarılı sosyalist organizatör olmuştu. Yerel petrol sanayiinde yapılan grev ve gösterilerde ve aynı zamanda Rothschild’lerin işyerlerinde uzun zamandır devam eden grevde işin planlayıcısı, beyin adamıydı. Asıl adı Josef Çukaşvili olan bu genç, yeraltı faaliyetlerinde Türkçe’de “baş edilemez” anlamına gelen “Koba” adını kullanırdı.



ORTADOĞU

Antoine Kitapçı adında İranlı şık giyimli bir hükümet görevlisi 1900’de Paris’e geldi. Amacı, İran’dan petrol imtiyazı almak isteyen Avrupalı bir yatırımcı bulmaktı. Şahın harcamaları yüzünden hükümet iyice bataktaydı. Kitapçı aradığı yatırımcıyı William D’arcy adında bir İngiliz’de buldu. D’arcy’ye İran’da petrol bulma olasılığı cazip geldi. Bu girişimle D’arcy Orta Doğu petrol sektörünün kurucusu oldu. Bu girişim için kurulan Anglo- Persian Petrol Şirketi halka açıldığında projeyi finanse eden Bank of Scotland önünde izdiham yaşandı. Petrol için yeni bir kaynak bulunmuş ve İngiliz himayesine alınmıştı. Anglo- Persian’ın uzunca bir süre finansman sıkıntısı devam etti. Ürettiği petrolü pazarlama fırsatı bulamıyordu. İmdadına Deniz Kuvvetleri Komutanı Churchill yetişti. 1914’te çıkarılan bir kanunla İngiliz Deniz Kuvvetlerinin bütün gemilerinin yakıtı kömürden petrole dönüştürülme kararı alındı.


İngiltere hükümeti donanmanın yakıt ihtiyacını karşılamak için Anglo-Persian hisselerini satın almıştı. Ancak oradan tedarik pek kolay olmuyordu. Anglo Persian, esasta bir ham petrol şirketiydi. Başkan Greenway İngiltere’nin en büyük dağıtım şirketi British Petrol’ü satın alarak şirketi entegre hale getirdi ve adını değiştirdi.

Savaş sonrasında en önemli soru, barışın nasıl yapılacağı ve harap haldeki dünyanın nasıl tekrar düzene sokulacağıydı. Petrol, savaş sonrası siyasetin ayrılmaz parçası olmuştu. Mezopotamya Bölgesi, petrol potansiyeli olduğuna dair raporlar dolayısıyla savaş öncesinde girift diplomatik ve ticari imtiyaz kapma rekabetine maruz kalmıştı. 1912 de sahneye Türk Petrol adlı bir şirketin girdiği görüldü. Royal Dutch Shell ve Deutche Bank ile Türk Milli Bankası’nın ortaklığında kurulmuştu. Ortakları bir araya getiren Kalust Sarkis Gülbenkyan adlı bir Osmanlı ermenisiydi. Petrol zengini bir babanın kapalı çarşıda yetişmiş oğlu olarak alavere dalavereden anlayan, müzakereci bir yapıda olan Gülbenkyan Türk hükümetine mali danışmanlık yapıyordu. Türk Milli Bankası’nın da % 30 unun sahibiydi. İngiliz Hükümeti Türk Petrole dahil olmak için baskı yapıyordu. Nihayet 1914’te Anglo Persian’ın da dahil olduğu yeni bir konsorsiyum kuruldu. Gülbenkyan bu ve bundan sonraki bütün anlaşmalarda kendine  %5 pay kaptığı için “Bay yüzde beş” olarak anılır oldu. Tarafların hepsi birden sözleşmenin belirli bir maddesine uymayı kabul etmişti. Bu Türkçe’ye “özünü yoksun bırakma” veya “özveri” olarak çevrilebilecek “self-denying” maddesiydi. Bu madde tarafların Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir yerinde üretilecek petrolden hiçbir şekilde pay almamalarını öneren maddeydi. Daha sonra Gülbenkyan şunları söylemişti: “İşte benim 1914’te bildiğim eski Osmanlı İmparatorluğu budur. Benim bunu unutmamam gerekir. Ben orada doğdum, orada yaşadım, orada hizmet verdim.”



Ancak savaşlar bütçeyi adamakıllı boşaltmıştı. Buhran dolayısıyla eskisi kadar hacı da gelmiyordu. Birkaç yabancı girişimci kurak topraklarında petrol bulunabileceği, bunun için de yabancılara imtiyaz verilmesi ve sondaj yapılması gerektiği konusunda ikna etmeye çalıştı. Kral önceleri ülkesine yabancıların girmesini istemiyordu. Fakat büyükçe bir altın peşinat karşılığında SoCal (Standard Oil of California) şirketine 63 yıllık imtiyaz vermeyi kabul etti. Aynı para sıkıntısı Kuveyt için de söz konusuydu. Ülkenin bir numaralı ihraç kalemi olan inci, Japonların kültür incisini geliştirmesinden sonra eski değerini kaybetmişti. Ülke iflasın eşiğindeydi. Emir Şeyh Ahmet Amerika şirketlerine imtiyaz vermek istiyor, fakat körfezi hakimiyeti altında tutan İngiltere’yi kendine düşman etmekten korkuyordu. Zira İngiltere bir imtiyaz verilecekse mutlaka İngiliz şirketine verilmesi konusunda ısrarlıydı. Sonunda Anglo–Persian ve SoCal’ın ortaklığıyla Kuveyt Petrol Şirketi kuruldu ve Emir’den 75 yıllık imtiyaz aldı. Kuveyt’te aramalar 1935’te başladı, 1938 de ilk kuyudan şaşırtacak debide Petrol fışkırdı. SoCal’ın ilk petrol tankerinin Ras Tanura’ya yanaşması vesilesiyle kral ve avenesi 400 arabayla gelip 350 çadıra yerleştiler. İbni Suud’un bizzat kendisi vanayı açıp ilk damla petrolün Suudi Arabistan’ı terk etmesini sağladı.



Suudi hanedanı 1700’lü yılların başında Arabistan’ın merkezinde bir plato olan Nejd’deki Dariya kasabasında Muhammed Bin Suud tarafından kurulmuştu. Muhammed Bin Suud bu bölgede, ruhani liderleri olan ve İslamiyet’in katı prensiplerini benimsemiş Abdul Vahab’ın davasını benimsemiş olarak onun izinden gidiyordu. İslamiyet’in bu yönü ileri yıllarda hanedanın kurulmasında temel taşı, dinsel harcı olmuştur. Suudi ailesi, Vahabiler’le birlikte, kısa sürede gerçekleştirmek istedikleri bir zafer programı yaptılar. Bu program yarım yüzyıl içinde onları Arap Yarımadası’nın çoğu yerinde egemen kılacaktı. Ancak Suudi Krallığı’nın genişlemesi Osmanlı Türkleri’nde panik yaratmış ve Osmanlı hükümeti bir seferberlik düzenleyip, 1818’de Suudi Arabistan’ı yenilgiye uğratmıştır. Bu arada Muhammed Bin Suud’un torununun torunu Abdullah İstanbul’a götürülüyor, orada başı kesiliyordu.



Gerek Uzakdoğu’da gerekse Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın çıkışı ve gelişmesinde petrol en önemli etken oldu. Nitekim Japonlar Pearl Harbour’a, Doğu Hint Adaları’ndaki petrol yataklarına el koyan ordularını korumak amacıyla saldırmıştır. Hitler’in Sovyetler Birliği’ni işgal etmesindeki en önemli stratejik hedef, Kafkasya’daki petrol yataklarını ele geçirmekti.

II. DÜNYA SAVAŞI

Almanya’nın 1880 – 1930 arası kaydettiği dikkat çekici ekonomik büyüme ağırlıklı olarak, bol miktarda bulunan enerji kaynağı kömüre dayanıyordu. Fakat Hitlerin planları geleceğe yönelikti ve bu planlarda petrol temel yakıttı. 1934 te iktidarı ele geçirdikten hemen sonra “Alman motor trafiğinde dönüm noktası ” dediği motorlu taşıt kampanyasını başlattı. Hız sınırı olmayan otoyollar tüm ülkeyi sararken bir taraftan da yeni bir tip arabanın da planları yapıldı: Volkswagen - Halkın arabası. Kömürden sentetik yakıt elde etmek için ön çalışmalar Almanya’da I. Dünya Savaşından önce başlamıştı. Tartışmasız dünya kimya lideri olan ülkede Friedrich Bergius adlı bir kimyager hidrojenasyon adı verilen bir süreçle kömürden sıvı yakıt elde etmeyi başarmıştı. Almanya’nın Rusya’ya savaş açmasının bir çok sebebi olsa da Hitler’in en baştan beri esas hedefi Bakü ve diğer Kafkas petrol yataklarını ele geçirmekti. Petrolü tam bir takıntı haline getirmişti. Petrolü Sanayi devriminin ve ekonomik gücün tek hayati meta olarak görüyordu. 1930’lu yılların sonunda kömür, Amerika’nın toplam enerjisinin yaklaşık yarısı kadarken Almanya’da, üretilen toplam enerjinin %90’ı kadardı. Petrol ise sadece %5 dolayındaydı. 1944 yılının ilk üç ayında sentetik yakıt fabrikaları toplam üretimin sadece %57’sini, uçak benzini üretiminin ise %92’sini üretmiştir. İkinci Dünya Savaşı içinde sentetik yakıt tek başına Almanya’nın toplam petrol üretiminin yarısını kapsamıştır.



Mihver devletleri hem Rusya hem de kuzey Afrika’ da yenilmiş, Alman ordularının iki koldan Bakü ve Orta Doğu petrol yataklarında kavuşması hayalden öteye geçememişti. Almanlar bu arada jet uçaklarını icat etmişlerdi. Fakat uçaklar yakıt yokluğundan dolayı havalanamıyordu bile. Böylece müttefikler bütün stratejik noktaları pek kayıp vermeden bombalamayı başardılar. Aslında Nazi hayallerinin ve vahşetinin sonunun geldiği aylar öncesinden belliydi. Reich’in savaşı kaybetmesinin başlıca sebeplerinden biri müttefiklerin geçtiği yollarda açıkça görülüyordu. Yüzlerce Alman askeri kamyonunun her birini dört öküz çekiyordu, zira yakıtları bitmişti.




Rommel defalarca Hitler ve Mussolini’ye daha fazla yakıt göndermesi için yalvardı fakat Hitler verdiği sözlerin hiç birini tutmadı. Bu arada Montgomery’nin komutasındaki müttefikler de karşı saldırıya geçmişlerdi. Efsane çökmüştü. 1943 Martında Rommel hain suçlamasıyla komutanlıktan alındı. Hitlere yapılan suikast girişiminde rol aldığı iddia edilerek intihara zorlandı. Rommel ölümünden sonra bulunan evraklarda yakıtın önemine değinerek şöyle diyordu: “Daha vuruşma başlamadan muharebenin sonunu levazımcılar belirliyor. En cesur ordu bile silah olmadan; silahlar, bol cephane olmadan; ne silah ne cephane de onları taşıyacak araçlar petrol dolu olmadan hiçbir şey yapamaz”.



1929 yılında Amerika’daki her motorlu araca beş kişi düşüyordu. İngiltere’de ise bu sayı 30 kişi, Fransa’da 33, Almanya’da 102, Japonya’da 702, Sovyetler Birliği’nde ise araç başına 6.130 kişiydi. 1930’ların sonuna doğru Japonya tükettiği petrolün sadece %7’sini kendi başına üretebiliyordu. Geri kalan ihtiyaç dışarıdan, %80’i Birleşik Devletler’den, %10’u Doğu Hint Adaları, Hollanda kesiminden ithal ediliyordu.

Japonlar askeri stratejilerini, Güney Asya’daki başta petrol olmak üzere diğer hammadde ve gıda gibi zengin kaynaklarını ele geçirecekleri, böylece “kısır” topraklı vatanlarının ihtiyaçlarının karşılanacağı üzerine kurmuşlardı. Savaşın başlangıcında kendilerine iki yıl yetecek petrol rezervleri vardı; daha doğrusu öyle sanıyorlardı. Yakıt yetersizliğinden Japonya’nın hem deniz hem hava kuvvetleri büyük zarar gördü. Pilotlar hiç eğitim uçuşuna çıkmadan hedeflere gönderildi. Depolarına yakıt diye terebentin- alkol karışımı koydular. Kötü yakıt, eğitimsiz pilotlar ve test edilmemiş uçakların bileşimi ölümcül oldu: Japon uçaklarının %40’ı daha hedefe gitmeden düşüyordu. Savaş gemilerini de tekrar kömürle çalışır hale döndürmüşler, fakat bu sefer de esneklik ve hızdan ödün vermişlerdi.



Benzin sıkıntısından çaresizlik içinde olan Japon donanması sonunda bir karara vardı. Bu arada “200 çam kökü 1 uçağı bir saat havada tutar” sloganı altında tüm Japon adaları halkı ellerinde kazma, çam köklerini çıkarmaya yönlendirilmişti. Bu çam kökleri on iki saat süreyle ısıtılıp, bu yöntemle bir çeşit hammadde elde edilirdi. Bu arada her birinin günde üç, dört galon petrol üretmesi amacıyla gerekli yerlere otuz dört bin kazan, damıtma yeri ve küçük çapta arıtma üniteleri yerleştirildi. Ancak, bütün bu emekler çok sayıda insan gücü gerektirdiğinden boşa gitmeye mahkumdu. Bir galon dolusu petrol elde edebilmek için 2,5 günlük insan mesaisi gerekiyordu. Amaçlanan resmi hedef günde on iki bin varil petrol üretimi olduğuna göre bu hedefe ulaşmak için her gün 1,5 milyon işçinin yalnızca bu işte çalıştırılması gerekiyordu.

1954 Haziran ayı ortalarında gelen sonuçlar Japon savaş ekonomisinin yakıt yokluğu ve Amerikan hava saldırılarının çok çetin oluşu yüzünden neredeyse bir felç durumda olduğunu gösteriyordu. Veriler de Japonya’nın ne derece çaresiz olduğunu ayrıca kanıtlıyordu. 1937 Nisan’ında 230 milyon varil olan mazot envanteri, 1945 Temmuz’unda 0,8 milyon varile kadar düşmüştü. 1 milyon varilden aşağı düşüldüğünde zaten donanma operasyona giremezdi.

SÜVEYŞ KANALI

Yüz mil uzunluğunda dar bir suyolu olan, Kızıldeniz’, Akdeniz’e bağlamak için Mısır çöllerini delerek yapılmış Süveyş Kanalı on dokuzuncu yüzyılın en büyük harikalarından biridir. Kanal, Ferdinand de Lesseps adında, ismi sonrada “Büyük Mühendis” olarak anılacak bir Fransız’ın eseridir. Günün birinde Lesseps Süveyş Kanalı adında özel firmasını kuracak, bu şirket Mısır’dan bir kanal inşa etmek için imtiyaz kazanacak ve böylece 1859’da inşaata başlanacaktı. 1875’te ülkenin hükümdarı olan Hıdiv’in ödeme güçsüzlüğü yüzünden, Mısır’ın Kanal üzerinde sahip olduğu %44’lük hisse satışa çıkarılınca şimşek hızıyla harekete geçen İngiltere’nin Başbakanı Benjamin Disraeli, el çabukluğuyla ve Rothschild’lerin de mali yardımıyla bu hisseleri ele geçirecekti. Böylece Süveyş Kanalı bir İngiliz-Fransız ortak malı oluyor, Disraeli de Kraliçe Viktoria’ya yazdığı, İngilizlerce çok dokunaklı ve ölümsüz mesajında “Süveyş sizindir Madam” diyordu.

İngiltere Mısır ve dolayısıyla Süveyş kanalı üzerinde önceleri açıkça işgal ve askeri güçle, sonra da siyasi ve ekonomik baskıyla hâkimiyet kurmuştu. Ancak alttan alta kaynayan milliyetçilik ateşi 1952 de albay Cemal Abdül Nasır’ın komutasındaki ordunun Kral Faruk’u devirmesiyle iyice alevlendi. Sıkı bir milliyetçi olan Nasır’ın hedefi Mısır’ı yeniden inşa etmek ve bağımsızlığına kavuşturmak yanında, bütün Arap dünyasını birleştirerek “Tarihteki en büyük suç” dediği İsrail işgaline son vermekti. Tıpkı Musaddık öncesi İran petrollerinde olduğu gibi, Süveyş kanalında toplanan geçiş ücretlerinin büyük bir çoğunluğu Avrupalı hissedarlara, özellikle de baş hissedar İngiltere’ye gidiyordu. Eğer Mısır kanalın kontrolünü ele geçirilirse geçiş ücretleri umutsuzca yoksul ülkenin gelirlerine büyük katkı yapacaktı. Nitekim 1956’da Süveyş millileştirildi. İngiltere ve Fransa hop oturup hop kalktı. Sevre’de toplanıp Musaddık’a yaptıkları gibi Nasır’ı devirerek kanalı askeri müdahaleyle ele geçirme planları yaptılar.



Taşeronluk görevini üstlenen Israil Sina yarımadasından saldırıyı başlattı. Ancak bu komplolardan haberi olmayan ve bu tür sömürgeci zihniyetin kömünizmi teşvik edeceğinden korkan Amerika şiddetle karşı çıktı. Başkan Eisenhower İngiltere Başbakanı Anthony Eden’ı arayarak “canına okudu”. Nasır’ın da saldırıya karşı koyup petrol geçişlerini engellemesiyle İngiltere, Fransa ve İsrail ordularını geri çekmek zorunda kaldılar. Nasır kazanmış, kanalın işletimi tamamen Mısır’a geçmişti.

Bu olayın bazı yansımaları şunlar oldu: Ortadoğu petrollerini gerektiğinde Ümit burnundan dolaşarak nakletmek için Japonlar tarafından o güne kadar yapılmayan büyüklükte süper tankerlerin imaline başlandı. Süveyş’te askeri saldırının başlamasıyla pound büyük bir dalgalanma göstermişti. İngilizler bu dalgalanmanın Eisenhower idaresinin rızasıyla, hatta destek ve kışkırtmasıyla meydana geldiğinden emindi. IMF de Amerikalıların da desteklemesi ile Londra’nın yaptığı acil mali yardım başvurusunu reddediyordu. İngiltere ile Amerika’nın arası açıldı. İngiltere’nin uluslararası prestiji yerlere serildi ve dünya gücü olmaktan çıktı. Amerika’nın Arap dünyası ile ilişkileri güçlendi.

6 Ekim 1973 tarihi o yılın takvimine göre Museviler’in en kutsal bayramı olan Yop Kippur’a rastlamıştı. O gece saat 2 Eden birkaç dakika evvel 222 Mısır jeti aniden gökyüzünü yarıp korkunç şekilde gürlemeye başladı. Hedefleri Süveyş Kanalı’nın doğu yakasındaki komuta merkezleri ve Sina idi. Hemen birkaç dakika sonra da 300 sahra topuyla bütün bölgeye ateş açıldı. Hemen aynı dakikalarda Suriye hava kuvvetleri İsrail’in kuzey sınırına saldırı düzenledi ve arkasından 700 topçu bir barikat ateşi kurdular. Böylece Ekim Savaşı denen Arap-İsrail savaşlarının dördüncüsü ve hepsinden daha tahrip edici olanı başlamış oldu. Bu savaşta tarafların her ikisinin kullandığı silahlar süper güçlerce, yani Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği’nce sağlanmıştı. Ancak, silahların en güçlü olanı sadece Ortadoğuda’ydı. Bu, ambargo görünümüne bürünmüş silahtı ve üretimin kesilmesi ve ihracatın kısılmasıyla uygulanıyordu. Bu durum Henry Kissinger’ın sözleriyle “savaş sonu gelişen dünyayı geri dönülemeyecek kadar altüst etmişti”.

1973 yılına gelindiğinde petrol, dünyanın endüstri ekonomileri için artık damardaki kan kadar önemli olmuştu. Petrol üretildiği gibi tüketime sevk ediliyor, yedekte hemen hiç petrol bırakılmıyordu. Savaş sonu yıllarda hiçbir zaman arz-talep dengesi bu denli uç uca olmamış, petrol üreticisi ülkelerle şirketler arasındaki ilişki çözülme noktasına gelmemişti. Bu, herhangi bir ek baskının krize yol açabileceğini ve bu defa krizin global çapta olacağını gösteren bir durumdu.


KİTAP HAKKINDA GÖRÜŞÜM

Türkçe baskısı 15 bölümden ve 750 sayfadan oluşan kitabı 3 sene önce işe girdiğim ilk aylarda okumuştum. Konusu itibarıyla zaten zor olan kitap, yayınevi tarafından küçük puntolarla basılmış ve kesinlikle akıcı bir üslupla yazılmamış. Bu sebeple, kitabı bitirmem bir ay kadar sürmüştü. Kitabı okuyacaklara ilk tavsiyem oldukça sabırlı olmaları. Her ne kadar ağır bir dille yazılmış olsa da Yergin’in olayları ele alış biçimi ve detaycı anlatımı kitabın en önemli özelliklerden. Petrolün hayatımıza girişi, günümüz siyasetini ve devletlerin stratejilerini belirleyişini anlamak açısından kitap kesinlikle taktire şayan. Dünya savaşlarından ihtilallere, ikili anlaşmalardan çatışmalara kadar siyasi tarihin her alanında kilit rol oynayan yegane meta olan petrolün tarihine bakarken Yergin, Rockefeller’dan Alfred Nobel’e, Ibn Suud’dan Henry Kissinger’a kadar dünya tarihinde rol oynamış kişilerin hayatlarına da dokunmaktadır. Genel anlamda kitap, özellikle Ortadoğu tarihini anlamak ve yorumlamak açısından kilit bir öneme sahip. Nihai olarak kitaba yönelik görüşüm her ne kadar okunması çok zor olsa da kesinlikle buna ayırdığınız zamana değeceğidir.

KAYNAKÇA

Yorumlar