Ana içeriğe atla

18. YÜZYIL FELSEFE TARİHİ

18. yüzyıl felsefesine ‘aydınlanma felsefesi’, bu felsefenin içinde yer aldığı döneme ise ‘aydınlanma çağı’ adı verilir. Bu düşünce biçiminin temeli, insan aklına karşı sınırsız bir güven duyulması, her şeyin akıl süzgecinden geçirilerek eleştirilmesi, ölçülüp biçilmesidir. Aydınlanma felsefesi, insan aklının bağımsız bir güç olduğunu, kendinden başka hiçbir şeye hesap vermek durumunda olmadığını, kendi kendine yettiğini ileri sürer.

Aydınlanma nedir sorusuna yanıt olarak insanın düşünme ve değerlendirmede din ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup kendi aklı, kendi görgüleri ile hayatını aydınlatmaya girişmesidir diyebiliriz. Kant bu sorunun cevabını ve aydınlanmayı şöyle tanımlar: ‘Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.

Akla karşı duyulan bu kesin inanç, toplum yaşamına, devlete, ahlaka, dine ve insan aklını sınırlayarak boyunduruk altına almak isteyen her türlü otoriteye karşı şiddetli bir eleştiri ve mücadeleye girilmesine yol açtı. Özellikle Fransa’da büyük temsilciler yetiştirmiş olan bu düşünce biçimi, 18. Yüzyılın ünlü maddeci Fransız filozoflarının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Sonuç olarak, bu felsefenin, ahlak ve politika konularında otoriteden kurtulmuş bireyci ve liberal bir anlayışın yaygınlaşmasına yol açtı.

18. yüzyıl felsefesinin ana özelliği; laik bir dünya görüşünü kendisine tam bir bilinçle temel yapması, bu laik görüşü hayatın her alanına tutarlı olarak gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bir bütün olarak baktığımızda Aydınlanma Felsefesi İngiltere’de deneyci, Fransa’da rasyonalist, Almanya’da ise mistik-romantik olarak kendisini göstermiştir.

Locke
John Locke (1632-1704) İngiliz aydınlanmasını, dolayısıyla da Avrupa’daki aydınlanmayı başlatan düşünürdür. Onun ömrü boyunca savunduğu ilkeler, klasik aydınlanmaya özgü olan düşüncelerdir: Birey özgür olmalıdır; akıl hayatın kılavuzu yapılmalıdır, kültürün her alanında otorite ve gelenekten kurtulunmalıdır. Nitekim, onun devlet felsefesi siyasi liberalizmi hazırlamıştır.


Onun felsefesinin en temel sorusu bilginin nasıl elde edildiğidir. Locke’a göre; ruhumuzda doğuştan yani duyum ve deneyim öncesi fikirler (ideler) ya da bilgiler yoktur. Filozofa göre bütün fikirler ve bilgiler, duyulardan ve deneyimlerden gelir. Doğuştan olduğu savunulan ide ya da ilkeleri ‘spekülatif ilkeler’ ve ‘pratik ilkeler’ olarak ikiye ayıran Locke, bunlardan tek bir tanesinin bile doğuştan olmadığını savunur. Doğuştan olmayan bilginin kaynağı sorusuna verilecek cevap ise bellidir: Deneyim.

Locke’a göre insanın anlayış gücü ‘üzerinde yazılı hiçbir şey bulunmayan beyaz bir kağıt’ (tabula rasa) gibidir, her şey deneyimlerden türer, böylece zihinde belli birtakım fikirler ortaya çıkar. Zihin, başlangıçta bomboştur ve dış gerçeği yansıtan bir ayna gibidir, duyular aracılığıyla edindiğimiz izlenimleri alır ve saklar.

Locke’un bilgi teorisi, felsefesinin ağırlık merkezidir. İnsan bilgisini yalnız iç ve dış deneyin içinde bırakan, insanın erişebileceği doğruluğu yalnız tasarımların kendi aralarındaki ilişkileri görmede bulan bu bilgi anlayışı modern bir nominalizmdir ve ampirizmin de en yalın, en kavranılır şeklidir.

Locke, nasıl ki bilgi teorisinde önce doğuştancılığı reddettiyse, politika felsefesinde de çoğu zaman teokratik yönetimleri veya mutlak monarşiyi temellendirmek için kullanılmış olan ilahi yönetme hakkı teorisini reddederek işe başlar. Politik iktidarın, ilahi yönetme hakkı yoluyla değil de sadece ve sadece bireyden hareketle ve ancak halkın rızası yoluyla temellendirilebileceğini düşünen Locke, doğallıkla toplum sözleşmesinden ve dolayısıyla politik otoritenin tesisinden önceki doğa durumundan yola çıkar.

Berkeley
George Berkeley (1685-1753), Locke’un problemlerini çıkış noktası olarak almış ama sistemini kendi düşünceleri üzerine kurmuştur. Bu sistemde dini-metafizik bir renk ağır basar. Locke’un ampirizminden kalkan Berkeley, onu idealist bir temele dayatmış, bu temel üzerinde yükselen bir düşünce yapısı sonunda bir immateryalizm, bir spritüalizm olmuştur. O, bir yandan deneyimci yönelimi devam ettirmeye ve Locke’un temsil problemini çözmeye çalışırken, diğer yandan beşeri deneyim ile doğa biliminin manevi temelini koruma çabası içinde olmuştur.


Berkeley, duyumlarımızın tamamen özneyle ilintili olduğunu, öznel olduğunu ileri sürer. Dışımızdaki varlıkların duyumunu edindiğimizi ve onları algıladığımızı sanmamız, bir aldanıştan başka bir şey değildir. Biz yalnızca kendi duyumlarımızı algılayabiliriz. Bütün fikirlerimiz ve kavramlarımız, yalnızca bizim durumlarımızdır, nesnelerle ilintili değildir; nesnel bir özellik taşımaz.

Berkeley’in programı öncelikle maddenin varoluşunu yadsımaktan, zihnimizdeki idelere, gerçekte varolmayan maddenin değil de Tanrı’nın sebep olduğunu göstermekten meydana gelir. Temel görüşü aslında çok yalındır: O, maddi dünya diye bir şeyin olmadığını, biz insanların dünyadaki maddi varlıklar ya da cisimler olduğunu düşündüğümüz şeylerin gerçekte sadece Tanrı’dan alınan duyumsal mesajlarla ilgili yorumumuz olduğunu söyler.

Öyleyse, manevi bir varlığın, bizim ruhumuzdaki tasarımları ve fikirleri yaratmış olması gerekir. Bunları yaratan ‘sonsuz ruhtur’; Tanrı’dır. Doğa yasası dediğimiz şey, duyumların ve tasarımların düzenli bir biçimde Tanrı tarafından bizim ruhumuzda oluşturulmasıdır. Berkeley, nesnelerin bizim algılarımız dışında bağımsız ve maddesel bir varlık olduğu düşüncesini kökten reddederken ve cisimler dünyasını ortadan kaldırırken, dinsel düşünceye ve dogmalara hizmet etme; dinsizlikle ve maddecilikle savaşma amacını göz önünde tutuyordu.

Hem bir deneyimci hem de bir teist olmanın, bir deneyimci olarak duyu yoluyla algılanabilir bir nesne olmayan Tanrı’nın varoluşunu kanıtlamanın farkında olan Berkeley, öteki zihin ya da ruhların varoluşunu da yine aynı şekilde, deneyimle ilgili olgulardan, yani zihindeki idelerden yapılan çıkarım yoluyla kanıtlar. Şu farkla ki, Tanrı’nın varoluşunu idelerin bütününden hareketle çıkarsarken, öteki zihinlerin varoluşunu idelerin bazılarından çıkartır.

Hume
David Hume (1711-1776), geleneğe yönelik yıkıcı ve geleceğe dönük kurucu tavrıyla, yani özellikle dine ve metafiziğe yönelik septik ve eleştirel yaklaşımı, bilimciliği, liberalizmi ve ahlakı duygulara bağlayan anlayışıyla gerçekten de Aydınlanma’nın en kusursuz temsilcisidir. Locke ile başlayan İngiliz aydınlanması Hume ile sona erecektir. İngiltere’de Bacon ile başlamış olan empirizm Hume’da en büyük temsilcisini bulmuştur denebilir.


Locke, bütün bilgilerimizin duyumlardan geldiğini söylemişti; varlıkların temelinde değişmeyen bir gerçek ya da bir töz bulunduğunu düşünmemizin; bazı duyumları her zaman bir arada edinmemizden ileri geldiğini belirtmişti. Hume ise Locke’un bu açıklamasından yola çıkarak onun ‘nedensellik ilkesi’ni eleştirdi. Nedensellik ilkesine göre, her şeyin bir nedeni vardır ve belli koşullar içinde aynı neden her zaman aynı sonucu doğurur. Hume, bu iki olay arasında bu çeşit bir nedensellik ilişkisi bulunduğunu nereden bildiğimizi, bu ilkenin kesinliğinin nereden geldiğini araştırdı. Bu ilkeyi, deneyimlerden önce yani a priori olarak bilemeyeceğimizi söyledi. Ona göre, deneyim öncesi a priori bilgi yoktur.

Hume, bütün akıl yürütmelerimizin temelinde yalnızca birtakım ön kabuller bulunduğunu gösterirken, kendine esas din ve metafiziği hedef yapar. Din ve metafizik, ona göre, aleve atılıp yakılmaları gereken çer çöp yığınına, aşılmaları gereken engeller bütününe tekabül etmektedir.

Locke tözlerin varlığını Kabul etmiş, yalnız bilinemeyeceklerini söylemişti, bu görüşü ile metafiziği kaldırmıştı. Berkeley, Locke’un bu düşüncesini tek doğrultuda, dış deney doğrultusunda ileri götürüp maddi tözleri tasarım bağlamlarına geri götürmüş, bununla maddi tözü ortadan kaldırmıştı. Hume ise Berkeley’in yarım bıraktığı işi tamamlayarak ruhun töz oluşunu da kaldırır. O, bunu yapmakla hem spritüalizmden kurtulmuş hem de Locke’un kaçınmaya çalıştığı materyalizmden sıyrılmıştır.

Voltaire
Marie Arouet Voltaire (1694-1778) Fransız aydınlanmasının en önemli düşünürlerinin başında gelir. Fransız aydınlanmasına gelişmesini sağlayan, hızını kazandıran İngiliz felsefesini Fransa’ya getiren, büyük yazarlığı ile bu felsefenin düşüncelerini memleketine benimseten o olmuştur. O, zamanının toplumsal, dini, politik ve kültürel koşullarını radikal bir biçimde eleştirmiş, bir tür ampirik felsefe yardımıyla gerçekleşen reformların başlaması için büyük bir çaba sergilemiş olduğu için Fransız aydınlanmasının babası olarak görülür.


Voltaire’nin felsefesinin en önemli kaynağı, İngiliz geleneği, özellikle de Locke olmuştur. Voltaire bilgi anlayışında esas bakımından Locke’a bağlıdır. Onun bilgi öğretisini Fransa’ya getiren, bu öğretiye ilk dikkat çeken Voltaire olmuştur. Locke felsefesinden, doğuştan düşünceler anlayışına yönelik bir reddiye ile birlikte deneyimci bir anlam ve bilgi telakkisini, ama çok daha önemlisi insan zihninin güçlerini ve sınırlarını belirlemenin yegane yolu olarak felsefi soruşturma anlayışını türetmiştir.

Bilgimizin duyuların deneyiminden geldiğini bildiren Locke’cu öğretiyi benimserken, Voltaire sonradan söz konusu deneyimci epistemolojiyle irtibatlandırılmış iki öğretiyi açıklıkla reddetmişti: Dış dünyanın ya da maddenin var olmadığı veya var olduğunun bilinemeyeceği görüşü ve insan özgürlüğünün bir yanılsama olduğu görüşüdür.

Montesquieu
Charles de Montesquieu (1689-1755), Voltaire yanında, Fransız Devrimi’ni hazırlayan başlıca düşünürlerden biridir. O da Voltaire gibi İngiltere’de bulunup bu ülkenin yeni dünya görüşüne, yeni kurumlarına hayran olmuş, sonra da bunların Fransa’da yayılmasına önayak olmuştur. O ayrıca, Aydınlanma çağında politika bilimine teorik bir temel sağlama işinde en ciddi ve en önemli adımları atmış düşünürdür.


Montesquieu’yü gerçek anlamda bir Aydınlanma düşünürü yapan husus; onun doğa bilimlerinin yöntemiyle beşeri bilimlerin yöntemi arasında tam bir korelasyonun bulunduğu ve politika biliminin, son tahlilde geri kalan bütün diğer sosyal bilimleri kapsayan anahtar bilim olduğu inancıdır. Politik düşüncesi Kartezyanizmle ampirizmin bir karışımı veya sentezi olan, ortaya koyduğu bir dizi a priori unsur içermenin yanında, çoğu zaman mekanistik bir toplum modeli de öneren Montesquieu’nün önemi ve özgünlüğü politika bilimine yönelik ampirik, analitik ve özellikle de karşılaştırmalı yaklaşımda bulunur.

Montesquieu, hukukun kökünü, örneğin Hobbes gibi, bir sözleşmede bulmaz; hukukun insanın doğasında yerleşik olduğunu ama insanların gereksinmelerinin aldığı çeşitli biçimlere gore değişmekte olduğunu da göstermeye çalışır. Kurumlar ve yasalar keyfi yaratılar değildirler, bunların varoluşu ve etkileri için belli bir takım koşulların oluşması gerekmektedir.

Bu anlayış çerçevesinde Montesquieu dört ayrı devlet şekli ayırır: Demokrasi, aristokrasi, monarşi ve despotizm. Demokrasinin vazgeçilmez unsuru bütünün iyiliğini kollayan sosyal erdemlerdir. Aristokrasi yöneten sınıfın geniş görüşlü bir ölçülülüğü olmadan yaşayamaz. Monarşinin başlıca dayanağı olan şeref duygusunu uyandırıp beslemesi gerekir. Son olarak, despotizm için korku ve dehşet salmaktan başka bir temel yoktur.

Locke, yasama ve yürütme erklerini birbirlerinden ayırmıştı. Şimdi Montesquieu bunların yanına –ayrı ve bağımsız bir kuvvet olarak- yargılanma erkini de koyar; bununla da liberal devletin en önemli mekanizmasını tamamlamış olur.

Rousseau
Jean Jacques Rousseau (1712-1778), Fransız aydınlanmasının şüphesiz en önemli ve özgün düşünürüdür. Yeniçağın kültür sorununu ilk olarak ortaya koyan odur; yeniçağın Avrupa kültürü ilkin Rousseau’da kendi üzerinde düşünerek, ne olduğuna, neyi başarıp neyi başaramadığına bakmıştır. Başka bir deyişle Rönesans’tan beri hızla gelişen, 18. yüzyıl aydınlanmasının kendisiyle çok övündüğü yeniçağ kültürünün hesabını ilk defa yapan, bu kültürün bilançosunu ilk defa çıkaran Rousseau’dur. 


İnsanlık kültürünün göz kamaştıran bir ilerleme içinde bulunduğuna inan bir devrin ortasında Rousseau, bu kültürün bir hiç olduğunu, zararlı da olduğunu söylemeye varmıştır. Onun gözünde, insan kendisini doğanın sadelik, içtenlik, eşitlik, incelik, merhamet ve gerçek anlamda anlayışlılık benzeri durum ve koşullarına yabancılaştıran uygarlığın yozlaştırıcı sofistikasyonlarından büyük zarar görmüştü.

Rousseau, dinin beşeri durumun vazgeçilmez bir unsuru, hatta koşulu olduğuna inanıyordu. Bununla birlikte, o tıpkı diğer öncüleri gibi, örgütlü kiliseye ve ruhban sınıfına inanmıyor ve ortodoks Hıristiyan inancına özgü ibadet tarzının yegane ibadet şekli olduğu inancının bir saçmalıktan ibaret olduğunu düşünüyordu. Rousseau, insanın Tanrı’ya teolojik dogmalar, ruhban sınıfının hiyerarşisi ve düşmanca bir sekteryanizm aracılığıyla yönelmek yerine, O’na doğaya yönelmek suretiyle ibadet etmesinin çok daha iyi olacağı kanaatindeydi.

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı eserinde geliştirdiği devlet teorisi de bu temele dayanır. Buradaki devlet idealinin de dayanağı, insanın doğasında yerleşik bir özgürlük ve hak eşitliği duygusudur. Toplum sözleşmesi eserinde Rousseau, insanlar arasındaki eşitsizliğini kültürün artık değişmez bir olgusu diye kabul eder ve bu durumu düzeltmenin tek yolunu, bütün zümre ayrıcalıklarını ortadan kaldıracak olan mutlak bir hak eşitliğini sağlamada bulur. Devletin ödevi, kültür alanında doğanın istediklerini yerine getirmek, doğanın yasalarını gerçekleştirmektir. Bunu yapacak en iyi yönetim şekli ise Cumhuriyet’tir.

Rousseau’nun etkisi çok büyük olmuştur. Onun felsefesi ile bir yandan entellektüelist aydınlanma sona ermiş, öbür yandan 19. Yüzyılın birçok görüşü esinlerini bu felsefeden almışlardır. Rousseau’nun Kant, Fitche, Hegel ve romantizm akımının temsilcileri üzerinde derin etkileri vardır.

KAYNAKÇA
Ahmet Cevizci, Felsefenin Kısa Tarihi, 2012
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi 3. Cilt, 2012
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 1961
Randal Collins, Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu, 2021
Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, 2009
Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, 2012
Umberto Eco, Felsefe Tarihi 5, 2021

Yorumlar